menu

Ahmet Karcılılar Romanları

Yazan: A. Ömer Türkeş
Yayın Tarihi: November 19, 2011 14:25

Yağmur Hüznü

Ahmet Karcılar, bu ilk romanına Anadolu’nun büyük kentlerinden birisinin genelevindeki cinayet vakası ile başlıyor. Nedense hep olduğu üzere Ermeni olan “anne”, polise alışılageldik nedeni açıklar; kızlardan birisi ağabeyi ya da yakını tarafından bıçaklanarak öldürülmüştür. Ardından, olayın seri cinayetlerin bir parçası olduğunu anlarız. “Anne” nin bildik nedeni gibi, bizde de, bildik polisiye/gerilim öyküsü beklentisi çıkar ortaya, ama yazarın vurgusu, yine Borges’te olduğu gibi, işte bu önyargının aldatıcılığıdır; tutarlı gibi görünen olaylar, anlatılar ve gerçeklerin, aslında bir düşten ibaret olup olamıyacağı kuşkuculuğu... Yazar bu aldatıcılığa vurgu yapmak için, romanın içine, Borges’in “Ölüm ve Pusula” öyküsününün özetini, mekanı İstanbul’a taşıyarak ve kaynağını belirtmeden aynen koymuş, ama yukarıda da belirttiğim gibi, “bize yalnızca alıntılar kaldı. Dil bir alıntılar birliğidir” diyen Borges’ten uyarlama yapmanın, bir Borges izleyicisi için, bence hiç bir etik sorunu yok. Yazarın, Borges’in, -daha genişleterek söylersek- post-modern edebiyatın izinde olduğu belirgin biçimde görülüyor. Borges’in anlatmak istediği de, okumanın okurda sonlandığı ve bir kez bu sonlanma tamamlandı mı, artık metnin anonimleştiğidir, işte “Yağmur Hüznü” romanında Borges’ten yapılan alıntıların, veya tema benzerliklerinin meşruiyetini bu anonimleşme sağlıyor.

Gerilim filmlerine de göndermeler yapan romanın öyküsü, yazarın “denek” diye adlandırdığı katil ile, onu inceleyen davranışbilimi araştırıcısı arasındaki diyaloglarla, geçmişe dönük anımsamalarla sürüp giderken, yazar, ısrarlı bir biçimde, denek, davranışbilimci ve biz okur arasındaki yer değişikliğini vurgulamaya çalışmış. Bir roman ya da öyküdeki anlatıcının, okuyucu ile konuşur tarzda girişler yapması,ya da anlam oluşturmasına rehberlik etmesi edebiyat tarihinde çok kullanılmış bir yöntem. Ama, Borges çizgisine bu denli sadık bir yazar olarak Ahmet Karcılılar’ın, okuyucuya biraz daha fazla güvenmesi gerekirdi. Borges’in bir öyküsünde kullandığı, “bu sayfayı ikimizden hangisinin yazdığını bilmiyorum” temasını, bu romanda bir kaç kez tekrarladığında, bende, yazarın istediği gerilim etkisinden çok, bir “sıkıntı” duygusu yarattı.

Zamanın, ölümün, düşlerin birbirine karıştığı öykü, birden polisiye gerilimin janrlarından sıyrılıveriyor. Yazarın, çok başarılı ile aktardığı kasaba, eski çarşı, avlulu ev, mahalle tasvirleri ile, canlı bir hayata dönüyoruz. Çocuk gözüyle aktarılan ve mistik inanışların gerçeklik gibi yaşandığı, “denek”in cinsel, düşünsel, duygusal dünyasının izlerinin sürüldüğü ikinci bölümde, yazarın dili kullanma ve öykü anlatma yeteneği daha belirgin olarak çıkıyor ortaya. Mekanların tasvirindeki görsellik, belki de öykünün, önce bir senaryo olarak tasarlanmış olmasından kaynaklanıyor.

Bir alıntı ile başlayan bölümlerin içeriği ile alıntılar arasında güzel bir uyum yakalayan Ahmet Karcılılar, metnini kurmaca kişilerden yaptığı kurmaca alıntılar, hiç bir gerçekliği olmayan dipnotlar ile zenginleştirirken, okuyucuyu hem şaşırtıyor, hem de öyküsüne mizah duygusu katıyor. İlk olmanın ufak tefek sorunlarını taşımakla birlikte, keyifle okunan bu romanın sonu, kuşkusuz yine Borges tarzında. “Yağmur Hüznü” romanının da, ölümden başka kesinleşmiş bir sonu yok. Her şeyin mümkün olduğu ve bunun hiç bir anlama gelmediği bir noktada, Ahmet Karcılılar,  okuyucuya bir çok olası son göstererek, daha doğrusu sezdirerek bitiyor öyküsünü.

 

Akrep Ve Semender
Polis bir genç kızın, Hale’nin ağzından aktarılıyor hikaye; teşkilatta iyi bir isim bırakan babasının desteğiyle Narkotik İstihbarat’ta arkadaşı Selin ile birlikte görev yapan ve suçluların kol gezdiği İstanbul gecelerinde uyuşturucu satıcılarının ardına düşen Hale’nin hayatı Topkapı müzesi korumalığına atanınca alt üst olur. Kazı işlerini yürüten Hızır’la karşılaşmıştır çünkü. Neredeyse bütün duygu ve düşünceleri anlatının her yanını –kulakları turmalayacak ölçüde- işgal eden cinsel dürtüleriyle belirlenen Hale, kısa zamanda Hızır’dan başka bir şey düşünemez hale gelir. Eh, maddi gücü, kusursuz fiziği ve incelmiş zevkleriyle –Türk romanının tektipleşmiş yeni kahraman örneğinin bir tekrarı olan- Hızır da etkilenilmeyecek gibi değil doğrusu..! Ancak bu tutku Hızır’ın Topkapı sarayındaki odasında başlayan bir sevişme anında kapıyı açık unutmaları sonucu açığa çıkınca kabak Hale’nin başında patlar; hem görev yeri değişir, hem de babasının şiddetine maruz kalır. Ancak atandığı Cinayet Bürosu’nun ard arda işlenen cinayetlere Hale’yi memur etmesi, genç kızın hayatını kısa zamanda yeniden düzene koymasını sağlayacaktır...

Kitabın ikinci bölümü Galata Kulesi’nde –tesadüf eseri cesedi Hale tarafından buluna- genç bir kızın öldürülmesinin ardındaki sırrın aydınlatılmasına ayrılmış. Bir üniversite öğrencisidir Ayla; Asım Bayındır adlı zengin bir adamın metresi, sınıf arkadaşı Burak’ın sevgilisidir. Elbette iki adam şüpheliler listesinin başına yerleşirler. Ne var ki hikaye ilerledikçe Hale ve çalıştığı ekibin her türden tahminini boşa çıkaran gelişmeler yaşanır, cinayetler birbirini kovalar. Bu sırada, artık Hızır’la hiç karşılaşmayan Hale’nin özel hayatında, ailesiyle olan ilişkilerinde de bir iyileşme başlar, üstelik cinayetler hakkında ilginç fikirler ileri süren bir başka yakışıklı genç, İhsan çıkmıştır karşısına... İkilinin birlikte giriştikleri takip sahneleri sonucunda hızlanan romanın temposu Satanistik bir ayinle –polisiyeseverlerce süpriz sayılamayacak bir katil kimliğiyle- noktalanırken, yaşadığı bu maceradan bir roman ve babası belirsiz bir bebekle ayrılır Hale...

Topkapı Sarayı, Yerebatan Sarnıcı, Yedikule Zindanları gibi tarihi yapıların cinayet ve gerilim edebiyatına katkı yapacak nitelikteki klostrofobik atmosferinde, zaman zaman loş ışıklar altında ve soğunu, nemini hissettiren karanlık ortamlarda cereyan eden “Akrep ve Semender”, gerilim ve cinayeti birleştiren hikayesinin yanı sıra Ahmet Karcılılar’ın dile ve anlatım tarzına verdiği önemle de klasik polisiyelerden farklı bir kulvara yerleşiyor.

Orkidenin Gülümseyişi, Denizatının Sadakati, Peygamber Devesinin Duası adlı ilk üç bölümde bölüm başlıkları ile cinayetler arasında bir bağ kuran yazar, kitaba adını veren son bölüm Akrep ve Semender’i ise muammanın çözümü ile ilişkilendirmiş. Bu yıl Mahir Öztaş’ın “Bir Arzuyu Beslemek” romanında karşılaştığımız gibi, Karcılılar da hiç paragraf yapmadan bir solukta anlatıyor hikayesini. İlk bakışta zorluk derecesi anlaşılamıyabilir bu tarz bir yazımın. Ancak, anlatı bütünlüğünü bozmadan, hikayenin akışını zedelemeden ve okuyanı sıkmadan, olup bitenleri tek bir paragrafa toplamak hiç de kolay değil. Üstelik ayrıntı zenginliğini, mekanların görselliğini de ihmal etmemiş yazar.

“Akrep ve Semender”e ilişkin kimi itirazımı yukarıdaki satırların aralarında belirtmiştim. Bunların başında cinsellikle ilgili ifadelerin zaman zaman sıkıcılığa varan tekrarı geliyor. Hale ve arkadaslarının erkekler ve erkeklerle kuracakları “yatay” ilişkilerden başka hiç bir dertleri yokmuş izlenimini ediniyoruz. O kadar ki, ilk cinayet kurbanının –başarıyla tasvir edilen- o irkiltici görünümüne tanık olan Hale, arkadaşı yanı başında kusma nöbetleri geçirirken “ölmeden önce kaç kere boşalmıştı acaba? Bütün bir gece boyu İstanbul’un ışıklarına bakarak titrerken öleceğini biliyor muydu? Yoksa ertesi gün bu durumda bulunduğunda ne kadar utanacağını mı düşünüyordu? Salgısı ne zaman tükenmişti acaba, aşk çeşmesi kurumuş, aldığı haz ne zaman azaba dönüşmüştü?”(sf 91) sorularını sorabiliyor kendisine.

Romandaki karakterlerin fiziksel özelliklerinin –son dönem romancılığımızın ayırdedici karakteristiği olarak- kusursuzluk ortak paydasında toplanması, anlatımın aksamasına yol açmış. Polis genç kızların davranış ve düşünce tarzlarının mesleklerine ilişkin hiç bir özellik taşımaması da bir başka eksiklik.

Kategori: A. Ömer Türkeş Yazıları
Etiketler:
Ahmet Karcılılar
Yağmur Hüznü
Akrep ve Semender

Yorum yaz
mode_edit

İLGİLİ KİTAPLAR

Nopic Nopic

İLGİLİ YAZARLAR

Nopic