Nicolas Vignault, dirseklerini şöminenin mermerine dayamış, duvardan sarkan aynada hem mahzun hem de sinirli olan yüzünü incelemekteydi. Hani nerede o otuz yaşının esmer kıvırcık saçları, canlı gözleri, iradeli çenesi, hülyalı delikanlısı? Saçları dökülmüş, gülmeyi unutmuş, çökmüş, yorgun bir kırklık adam vardı karşısında şimdi. O eski yaşam dolu insan gitmiş, yerine bitmiş bir zavallı bırakmıştı. Hem de ebediyen... O eski günlerden şimdi sadece bir kutunun dibinde beş on fotoğraf kalmıştı.Kırk bir yaşındayım.. Acaba neden kırklık, ellilik denir de otuzluk, yirmi beşlik denilmez insanlar için? Yoksa yaşlılık kırkında başladığı için mi?