menu

Meş'um Yakut
Orjinal Adı:
-
Yazar:
Yayınevi:
Yayın Tarihi:
Çevirmen:
-
Grafik Tasarım:
-
Karakterler:
-
Sizin Puanınız:

Necip Fazıl Kısakürek(1905-1923), kitabını yazdığı günlerde bir şair olarak ünlenmiş bir edebiyatçıdır. Hayatı fırtınalıdır. Orta eğitimini birçok okulda hep başarısızlıklarla sonuçlanan şekilde sürdürmüş; Heybeliada’daki Askeri Deniz Lisesi’nde beş yıl okuduktan sonra diplomasını almadan bu okulu terketmiş, İstanbul Üniversitesi o dönemin deyişiyle Darülfünun Felsefe Bölümü’nde okurken karşısına çıkan bir fırsatı değerlendirerek Fransa’da yüksek eğitimini tamamlama fırsatını bulmuş; iki yıl (1924-1925) anılarında da anlattığı gibi tam bir bohem hayatı yaşadıktan sonra Türkiye’ye dönmüş , bazı bankalarda memur olarak çalışırken edebiyat yaşamına da şiir yazarak başlamıştır. 1925 yılında yayınlanan ilk şiir kitabı Örümcek Ağı ona şöhretin kapılarını açmış ve 1928’de okuyucularıyla buluşan ikinci kitabı Kaldırımlar ise şöhretini daha da pekiştirmiştir. Artık Necip Fazıl “Kaldırımlar Şairi” olarak anılmaktadır. Bugün de kabul edilen bir husus; o günlerde terk edilen aruz vezni yerine kullanılan hece vezninde Necip Fazıl’ın tek düze bir ses ve dar bir biçimsel yapı içinde bocalayan bu vezine ilk kez poetik bir yetkinlik kazandırdığıdır. Necip Fazıl ileride çok eleştirilecek veya öğülecek siyasi ve felsefi söylemleri ve aktiviteleri dışında muhakkak ki geçen yüzyılın en büyük Türk şairlerinden biridir. Şiirlerinde içerik bakımından başat öğe olan mistik ve metafizik eğilimlerle, vehim ve sayıklamalarla ortaya çıkan patetik ve trajik karakter onu döneminin riğer şairlerinden ayırır ve başka bir yere oturtur. Bu ilginç şairin 1928 yılında bir polisiye roman yazmasının nedenine gelince; bunun izahı kanımca o günlerde Peyami Safa ile olan yakınlığına bağlanabilir. Sözkonusu iki yazar da o günlerde İstanbul’un iki ünlü bohemidir. İkisi de yirmili yaşlarının sonlarındadır. O günlerdeki yaşamlarının öyküsünü arkadaşları Fikret Adil’in kaleme aldığı “Asmalı Mesçit 74” adlı anı kitabında ayrıntılarıyla görebiliriz. Peyami Safa da edebi yaşamını başlangıcında yavaş yavaş ünlenen bir yazardır ancak bu ün para getirmemekte ve Peyami Safa, Server Bedi takma adıyla Türk polisiye roman tarihinin en bilinen kahramanı “Cingöz Recai”nin maceralarını yazmakta ve okuyucu katında çok tutulan bu öyküleriyle iyi para kazanmaktadır. Necip Fazıl’ın o günlerde bir evi yoktur. Kendisi gibi bekar olan arkadaşı Peyami Safa’nın evinde kalmaktadır. Yani ikisi de bir anlamda Cingöz Recai sayesinde yaşamlarını sürdürmektedirler. Bunu Necip Fazıl şu sözleriyle alaya alır: “ Bana soruyorlar: -Nerede yatıp kalkıyorsun? -Peyami Safa’nın evinde. -O nerede kalıyor? -Cingöz Recai’nin evinde!” Kanımızca Necip Fazıl , dostu Peyami Safa’ya özenmiş ve onun gibi iyi para kazanmanın bir yolu olarak polisiye roman yazmayı denemiştir. Bu kadar açıklamadan sonra romana dönelim. Romanın konusunu şöyle özetleyebiliriz: Olaylar Gazanferpaşazâde Muhlis Bey’in uzun zamandır görmediği gençlik arkadaşı ve yaşadığı Adana’dan ayrılıp İstanbul’a yerleşmeye karar veren arkadaşı Sebati Bey’e anlattıklarıyla başlar. Sebati Bey, kendine yerleşecek bir ev buluncaya kadar Muhlis Bey’in misafiri olarak onun evinde kalmaktadır. Muhlis Bey, arkadaşına kendisinden epeyice yaşlı olan karısı Mısırlı Prenses Saadet Hanım’a atalarından miras kalan “meş’um “ yani uğursuz bir yakuttan söz etmektedir. Bu yakut ta firavunlar zamanından kalmadır. Kim sahibi olmuşsa başına bir felaket gelmiştir. En son miras yoluyla karısına kalmış ama çok sevdiği karısı, bir gün evden habersiz ayrılmış sonra Çifte Havuzlar’daki köşklerine dönmüş ve hangi nedenle olduğu bilinmeyen bir şekilde köşkün o sıralarda kimsenin oturmadığı eskiden hizmetçilere ayrılmış müştemilatına gitmiş, burada o anda çıkan bir yangın sonucu yanarak ölmüştür. Cesedi incelendiğinde elinde uğursuz yakutu tuttuğu görülmüştür. Muhlis Bey, yakutun şimdi sahibi olan çok sevdiği üvey kızı Nigar’ın başına bir felaket gelmesinden korkmaktadır. Bu konuşmanın gecesi Nigar içten kilitleyerek yattığı yatak odasında bıçaklanarak öldürülmüş olarak bulunur. Onun elinde de meş’um yakut vardır. Suçlu olarak ilk başta Nigar’ın çok sevdiği uzaktan akrabası ve yatak odasının yanıbaşındaki oda da yatan Mürüvvet suçlanır. Çünkü Nigar’ı çevreleyen kan gölünde onun gezdiği terliklerinin kanlanmasından anlaşılmaktadır ve Münevver de olayların etkisiyle şoke olmuş konuşamamaktadır. Münevver’i odasına kilitleyip semt karakoluna haber verirler. Komiser gelir, Münevver ile konuşmak ister, kilitli odasını açarlar ve şaşkınlık içinde Münevver’in kayıplara karıştığını görürler. Semt karakolunun komiseri için olay çok açıktır. Katil Münevver’dir ve bir yolunu bulup kaçmıştır ama olaya İstanbul Emhniyet örgütünün ünlü detektifi Remzi Çetinkaya el atınca işler karışır. Okuyucu “Remzi Çetinkaya” ismine bakarak Çetinkaya’nın Remzi’nin soyadı olduğunu düşünmesin. Çünkü daha soyadı kanununun çıkmasına altı yıl vardır. “Çetinkaya” detektifimizin soyadı değil lakabıdır. Tıpkı Cingöz Recai’nin “Cingöz” lakabı gibi. Görüldüğü gibi romanın başlangıcı ve gelişimi epeyi niteliklidir ve Anglosaksonların “closed room mystery” dedikleri “kapalı oda muamması” türü bir polisiye romandır. İlk önce Edgar Allen Poe’nun “Morgue Sokağı Cinayeti” adlı öyküsünde görülen ve daha sonraları Gaston Leroux’nun “Sarı Odanın Esrarı” ve Agatha Christie’ nin *Fare Kapanı” gibi eserleriyle en tanınmış örneklerini verdiği bu tip öyküler gerçekten de kurgusu zor hikayelerdir ve kolaylıkla mantık dışı gelişmelere konu olabilir. İçeri girilmesi ve çıkılması olanaksız bir odada işlenen cinayetin açıklamasını iyi yapamazsanız inandırıcılığınızdan kaybedirsiniz. İşte Necip Fazıl bu noktada başarısız kalıyor. Okuyucu merakla cinayetin açıklanmasını bekliyor. Remzi Çetinkaya’nın ilk keşiflerini, Münevver’in katil olamayacağını kanıtlamasını heyecanla takip ediyor ama ondan sonrası tam bir fiyasko. Yazarımızın iddialı olduğu belli. Yazdığı ilk polisiye romanda bu öyküleminin en en zor türünde yazmaya soyunmuş ama maalesef akla uygun ve rasyonel çözümler üretemiyor. Hele en sonunda bayatlamış ve irrasyonel bir trük olan bir insanı manyetize edip ona cinayet işletmeye kadar işi uzatınca eser iyice çaptan düşüyor. Bir de yangında öldüğü söylenen Saadet Hanım’ın yaşadığı ve eziyetle elinden sahte bir vasiyetnâme alınmaya çalışıldığı ortaya çıkınca romanın bütün mantık yapısı çöküyor ve inandırıcılığı tamamen yok oluyor. Sonuç olarak Necip Fazıl’ın yazdığı bu tek polisiye romanında başarılı olduğunu söyleyemeyiz. Özendiği arkadaşı Peyami Safa’nın Cingöz Recai öykülerinde böyle tutarsızlıklara hiç rastlanmaz. Cingöz Recai öykülerinin mantıki kurgusu çok sağlamdır ve okuyucuyu hiç irrasyonel çözümlerle aldatmaz. Necip Fazıl öykündüğü Server Bedi hikayelerinin seviyesini tutturamamıştır ; kanımızca hatası; kurgusu çok zor olan “kapalı oda muamması” türüyle işe başlamasından gelmektedir. Daha basit bir kurguyu gerektiren başka tür bir öykü kaleme alsaydı daha başarılı olması mümkündü. Yine de romandaki diyaloglar, kahramanların tasvirleri başarılıdır. Suçlu’nun kim olduğu hakkında okuyucuyu yönlendirmeler vasatın üstündedir. Necip Fazıl bu yazdığı polisiye romanından hayatının son demlerine kadar hiç söz etmemiş ve onun yaşamını ayrıntılı olarak tanımlamaya çaba sarfeden hayranları da bu eseri hiç söz konusu etmemişlerdir. Belki de yazarımız yapıtının başarısız olduğunu kabul etmiş ve unutulmasını yeğlemiş olabilir. Yine de Latin harfleriyle baskısı yapılırsa Türk polisiye roman tarihinin ilk örneklerinden biri olarak okuyucular tarafından merakla okunabileceğini tahmin ediyoruz. (Erol Üyepazarcı'nın Virgül'de ve sitemizde yayımlanan makalesinden)



Yorum yaz
mode_edit