Fabio De Propris, 1997-2000 yılları arasında İstanbul’da yaşamış bir İtalyan. İstanbul’da geçirdiği zamanın üzerindeki etkisini ilk romanı “Kara İstanbul”a dolaysızca yansıtmış. Mekanın hikaye ile kurduğu organik ilişki, İstanbul’da geçen bu gerçekten “kara” hikayeyi daha da karartıyor. Aslında bildik bir kriminal mevzu; maddi sıkıntılar çeken İtalyan bir çift, Franco ve Ornella, bir kereliğine yasa dışı bir işe bulaşmaya karar verirler. Kendilerine verilen bir çanta uyuşturucuyu İstanbul’daki alıcıya teslim edip yanlarında evlat edinmek isteyen bir aile için kimsesiz bir çocukla ülkelerine döneceklerdir. Göze çarpmamak için bir turist kafilesiyle yola çıkarlar.
İlk aksilik, havaalanında Franco’nun çocukluk arkadaşı Riccordo’yla karşılaşmalarıyla başlar. Çünkü Riccardo, İstanbul İtalyan konsolosluğunda görevli bir emniyet mensubudur ve uyuşturucu işleriyle ilgilenmektedir. Aksilikler birbirini takip edecek, Ürgüp’e kadar gitmelerine rağmen alıcıyla irtibat bir türlü sağlanamayacak, Riccardo çevrelerinde dönüp duracak ve Franco’nun sinirleri giderek gerilecektir.
Fabio De Propris, oryantalizmin batağına hiç düşmeden aktarmış hikayesini. Kentin dört bir yanına yayılan hikayeyi göz boyayan bir Turist rehberine çevirmiyor, her yanı saran yoksuluğu egzotic doğu manzaraları biçiminde sunmuyor. Kendi karısı ve çocuklarını geçindirmek için başka çocukların ölmesine göz yuman Türkler, hayatını kazanmak isterken fuhuş tuzağına yakalanan Rus kadınlar, para için insan hayatlarını hiçe sayan İtalyan zenginleri, ülkelerinden kaçırılıp organ mafyasına satılan yoksul çocuklar ve bütün bu kirlilikle içerisinde kendi hayatını yaşayan, kapılarını turistleri eğlendirmek için ardına kadar açmış bir İstanbul…
Bir romana mekan tasvirlerinin ne ölçüde katlıda bulunacağını sergilemesi açısından, Franco’nun özellikle Tepebaşı ve Mısır çarşısında geçirdiği saatleri aktaran satırları okumanızı öneririm;
“Kaldırım aralarındaki dikdörtgen biçimli çukurlarda, terkedilmiş gibi görünse de dikkatli bakıldığında bir ayakkabıcı dükkanı, depo ya da çay içilip televizyon seyredilen bir lokanta olduğu anlaşılan, on-on beş basamaklı merdivenlerle inilen bodrum katları vardı. Belediyenin, yol üzerine çökmesin diye her an yıkım emri verebileceği harap evlerin hafif aralık panjurlarından insanların yüzleri ve gözlerinde çakan şimşek görünüyordu. Franco, gizli bir hayat süren ıssız sokaklarda yürüyormuş gibi hissetti kendini. Tüm bunlara rağmen hiçbir tehdide ya da tehlikeye işaret eden bir durum sezmiyordu. Hiç kimse, ona karanlıkta saldırma planı yapıyor olamazdı. Evlerin yüzlerini daha bir dikkatle incelemeye koyuldu. Hoşuna gitmişlerdi. Yeni yapıldıklarında ne kadar güzel göründüklerini hayal etmeye çalıştı. Ama bu asil çöküşün ve gizlenmeyen yoksulluğun etrafa yaydığı havadan dolayı, aslında onları şu anda oldukları gibi sevmişti. “Aptal” dedi kendi kendine. Yıkılma tehlikesi ile karşı karşıya olan bir evin güzel olduğunu düşünmek ancak aptalların yapacağı bir şey olabilirdi. Böyle bir düşünceye sahip olmak için, ahlaki ve uygar değerlendirmelerin eksik olduğu estetik bir bakış açısı gerekiyordu.”
Franco, baştan beri isteksizlikle atıldığı bu maceradan, Riccardo ile geçirdiği gençlik yıllarını da hatırlayarak iyiden iyiye sıkılmıştır. Bir yandan o yıllarda -kısa bir süre için de olsa- solculukla tanışmış vicdanı ayaklanmış, öte yandan hayatının gidişatından ve evliliğinden memnun olmadığının farkına varmıştır. Üstelik ellerine tutuşturulan çocuk hiç de evlat edinilecek niteliklere haiz değildir. Franco, hayatını değiştirecek radikal bir karar vermek zorundadır…
“Kara İstanbul”, kahramanının psikolojisini toplumsal eleştiriyle birleştiren güzel bir “kara roman”.
Kategori: A. Ömer Türkeş Yazıları