menu

İnsan Ruhunun Karanlık Yüzü: Patricia Highsmith / Ahmet Ümit

Yazan: Oğuz Eren
Yayın Tarihi: September 17, 2010 16:20

Dashiell Hammett, George Simenon ve Agatha Christie gibi XX. yüzyıl polisiye romanına damgasını vuran, yapıtları en çok okunan yazarlar arasında yer alan Highsmith, çağdaşlarından oldukça farklı bir tarza sahiptir. Bu farklılıkta öncelikle kuşak farkının etkili olduğu söyleyebiliriz. Gerçekten de Agatha Christie'nin ilk romanı 1921 yılında yayınlanmıştır, Hammett'ın ilk polisiye öykülerinin yayınlanış tarihi de yaklaşık olarak bu yıllardır, Simenon için de durum farklı değildir. Oysa aynı yıllarda Highsmith henüz yeni doğmuştur. Gerçek adı Mary Patricia Plangman olan Highsmith, New York'ta, Bernard College ve Columbia Üniversitesi'nde eğitim görür. On altı yaşında yazmaya başlar. Yazarın yaşamının büyük bir bölümü Avrupa'da geçer. Hatta ilk romanı Strangers on a Train'i (1950) İngiltere'de hazırlanmış; Amerika'da altı yayınevi tarafından reddedildikten sonra İngiltere'de basılabilmiştir. Onun biçemindeki ayrıksılığı yaratan ikinci önemli etken de Avrupa'da geçirdiği bu uzun yıllar olur.

Yaşlı kıtanın zengin kültürü yazma tutkusuyla yanıp kavrulan bu genç kızı derinden etkiler. Highsmith'in biçeminin Amerikan-Avrupa kültürünün sentezinden oluştuğunu söylersek sanırım abartmış olmayız. Onun kitapları, ne yazdıkları her yönüyle Amerikalı olan Hammett'a, ne çoğu ingiliz orta sınıfının beğenilerine göre zekice kaleme alınmış Christie'ye, ne de suçun psikolojik boyutlarını irdeleyen Simenon'a benzer. Yine de tuhaf bir biçimde, Highsmith'in yapıtlarında polisiyenin doruklarında yer alan bu yazarların etkisi hissedilir.

Highsmith, kahramanlarını günlük yaşamdan seçer; ne çok cesur, ne çok zeki, ne olağanüstü zengin, ne de yakışıklı insanlardır bunlar; deyim yerindeyse "anti kahraman" tiplerdir. Yazarımız bu sıradan insanların yaşamlarındaki cinayete kadar uzanan gerilim öykülerini anlatır. Highsmith'in romanlarında genellikle üçgen ilişkiler üzerine kurulmuş bir denge vardır; bu denge boşanmış ya da ilişkileri bozulmuş çiftle dışarıdaki sevgili arasında kurulur. Yazarın, önemli romanlarının tümünde bu üçgenle karşılaşırız.

Beceriksiz'de Walter, karısı Clara ve sevgilisi Ellie, Baykuş Çığlığı'nda Robert, eski karısı Nickie ve sevgilisi Jenny, Trendeki Yabancılar'da Guy, eski karısı Miriam ve sevgilisi Anne, El Sürçmesi'nde Ingham, sevgilisi ina ve eski karısı Lotte. Bu üçgenlerden yalnızca El Sürçmesi'nde eski eş olumludur. Öteki üç kitapta da eski eşler ya felaketlerin kışkırtıcısı ya da nedenidirler. Kadınlara erkek kahramanlarına gösterdiği hoşgörüyü çok görür Highsmith. Onları genellikle ya aptal ya da hastalıklı tipler olarak çizer.

Romanlar bu sağlıksız ilişkiler üçgeninin üzerine oturmuş, bozulmaya hazırlanan denge durumunu betimleyerek başlar. Gelişmeler üç noktayı oluşturan kişilerden birinin yer değiştirmesiyle hızlanır. Yer değiştiren kişinin etkisiyle öteki iki kişi de bulundukları konumu terk ederler ya da terk etmek zorunda kalırlar. Böylece üç bilinenli denklem çok bilinmeyenli bir kaosa dönüşür. Highsmith anlatmak istediklerini bu kaosa sığdırır. Suç kaos ortamında işlenir, üstelik daha yetkin bir denge durumu sağlamak gerekçesiyle.

Beceriksiz'de, Walter karısından kurtulmayı düşünürken kafasında yeni sevgilisi Ellie ile yeni bir yaşam kurma projesi, yani üst düzeyde bir denge durumu oluşturma hayali vardır. Eski eşler Walter'ın karısı gibi hep engel oluştururlar. Çoğunlukla da "şirret" ve haksızdırlar. Kahramanlarımız ya kendi niyetleriyle ya da çevrelerindeki "kötü" kişilerin -Trendeki Yabancılar'daki Bruno gibi tiplerin- yönlendirmesi, bazen de zorlamasıyla eski eşlerini ortadan kaldırmaya çalışırlar. Başlangıçta suça yönelmeleri zorunluluktandır, ama giderek ruhlarındaki katil uyanır, gerekçe unutulur ve öldürme duygusu bütün benliklerini ele geçirir.

Romanlarının konusu suç ve ölüm olan Highsmith'i etkileyen yazarların başında, Fiyodor Mihaylovıç Dostoyevski gelir. İki yazarın izlekleri arasında şaşılası benzerlikler ve koşutluklar vardır. Dostoyevski'yi bilen dikkatli Highsmith okuru, iki yazar arasındaki akrabalığı hemen sezecektir. Tıpkı Dostoyevski gibi Highsmith de suç eğilimini, öldürme istemini insanın psikolojik yapısında arar. Elbette insanı suça yönelten etkilerin temelinde toplumsal koşullar, günlük yaşamın dayattığı zorunluluklar yatar ama daha önemlisi öldürme edimi insanın içindedir. Yazar, bu suça yatkınlık eğiliminin altını çizer.

Yazarımıza göre öldürme güdüsü en korkağından en cesuruna bütün insanların içinde vardır. Ancak öldürme eylemi gerçekleştiğinde, suçun etkisinin farklı biçimlerde kendini göstereceğine inanmaktadır. İki uçta iki farklı tip yaratır Highsmith. Bunlardan ilki sinir sistemi zayıf kişiliklerdir. Sinir sisteminin zayıf olması, kalıtımsal, doğuştan gelen bir özelliktir; tıpkı kişinin boyu, saç rengi, teni gibi. Böylesi bir sinir sistemine bir de baskıyla eğitilmenin, aşağılık kompleksine yol açan, "iyi aile çocuğu olarak" yetiştirilmenin getirdiği kişilik yapısı da eklenince, Highsmith'in sorumlulukları ağır basan, vicdan sahibi, Amerikan orta sınıfına ait tiplemeleri orta çıkar. Bunlar, kurallara uymayı seven konformist tiplerdir. Değil cinayet, trafik suçu işlemek bile onları uykusuz bırakabilir. Beceriksiz'deki Walter bu tipin en iyi örneğidir. Yaşamı çekilmez kılan karısını bir an için öldürmeyi ister ama bunu gerçekleştiremez. Davranışları öyle aptalcadır ki karısını öldürmediği halde, bütün faturanın kendisine çıkmasına yol açar. Üstelik Walter avukattır, yani suçsuz insanları korumak için yetiştirilmiştir. Highsmith derin bir ironiyle bu tip insanların suçun ağırlığını taşıyamayacaklarını anlatır. Vicdanları onları rahatsız eder, suçluluk duygusuyla sürekli kıvranıp dururlar. Highsmith bu iyi niyetli, küçük insanları sever, ama onlar için gerçekçilikten de vazgeçmez. Neredeyse bütün romanlarında bu iyi niyetli insanları kötü bir sonla ödüllendirir.

Öteki uçta ise Ripley vardır. Ripley doğuştan sinir sistemi güçlü olan biridir. Kişiliği de bu yapısına uygun olarak gelişmiştir. Gerektiğinde soğukkanlı bir katil, gerektiğinde iyilik meleği olabilen şizofrenik yapısına karşın, kendi kurallarını kendi koyan güçlü bir kişiliktir. Çevresini saran dünyanın değer yargıları onu zerre kadar ilgilendirmez. O kendi çizdiği rotasında, bildiğince ilerler. Hiçbir suçluluk duygusu taşımadığı için de genelikle başarılı olur. İşini zekice çözer, aptal duygusalıkların onu yanlış yönlendirmesine izin vermez. Ona göre sıradan insanlar anormaldir ve normal olan kendisidir. En çetrefil olayların içinden bile tereyağından kıl çeker gibi sıyrılır.

Ripley dizisi Highsmith'in, öteki polisiye yazarlarla ortak bir yönünü de gösterir. Nasıl ki Hammett'in Sam Spade'i, Christie'nin Poirot'su, Simenon'un Maigret'si varsa Highsmith'in de Ripley'i vardır. Gerçi Ripley bir dedektif değildir, ama yaşanması giderek güçleşen, bu orman yasasının egemen olduğu günümüz dünyasında ayakta kalmayı başarabilen tuhaf bir âdemdir.

Gerek "Walter" gibi iyi niyetli sıradan kişilikler, gerekse Ripley, gerçekte günümüz toplumunda yaşayan tiplerdir; yönetenler ve yönetilenler, yargıçlar ve suçlular, katiller ve kurbanlar. Belki tiplerin biraz abartılmış olduğu söylenebilir, ama bu yazarınızın yaratmaya çalıştığı ironi için gereklidir.

Öldürmek duygusunu, psikolojik yapımızın en alt katmanlarında gizlenen bu eski kalıtı keyifle anlatır Highsmith; tadını çıkara çıkara, en küçük ayrıntıları bile atlamadan. Ama ahlaki bir yargıda bulunmaz. Kendisinin de belirttiği gibi o öyküsünü anlatır. Dileyen öyküden dilediği dersi çıkarır ya da çıkarmaz; bu okurun bileceği bir iştir. O insancıklar, kentler, ülkeler, atmosferler yaratır. Bu atmosferlere öldürme duygusunu ve sonuçlarını ustalıkla yerleştirir, ilk romanı olan Trendeki Yabancılar'da son derece halim selim bir insan olan mimar Guy'ın içindeki katili, psikolojik saplantıları olan Bruno'nun nasıl açığa çıkardığını anlatır. Guy'ı cinayete yönlendiren Bruno'nun şantaja varan ısrarlarından çok, kendi ruhunun derinliklerinde uyumakta olan katilin, vahşet duygusunun uyanmasıdır.

Kitaptaki kurgunun ekseninde, Suç ve Ceza'daki çelişki yatmaktadır. Birtakım kötü insanlar, iyi insanların yaşamlarını engellemektedirler, o halde kötülerin yok edilmesinin bir sakıncası yoktur. Bruno'nun bu savı, cinayetleri motive eden düşüncedir. Ama aynı sav, Dostoyevski'nin Suç ve Ceza’sında umutlarla dolu üniversite öğrencisi Raskolnikov'un, yaşamını başkalarını sömürerek sürdüren tefeci kocakarıyı öldürürken kendini ikna için bulduğu mantığın aynısıdır. Cinayetler bu mantığa dayanılarak işlenir.

Highsmith'in romanlarında Dostoyevski ile yakınlık o kadar belirgindir ki Trendeki Yabancılar'da olduğu gibi sonuç Suç ve Ceza'nın finaline yaklaşır. Guy suçunu itiraf ederek rahatlamak ister. Bu işi yapmak için, dolaylı da olsa ölümüne yol açtığı karısının sevgilisine gider. Olanları anlatır, ama söyledikleri adamın umurunda bile değildir. Birden adama itirafta bulunduğu için pişmanlık duyar. Guy'ın pişmanlık duyduğu bu noktada Highsmith'le Dostoyevski'nin suça yaklaşımlarındaki ayrımı görürüz.

Bir insanın öldürülmesi, insan yaşamının çok değerli olduğunu açıklamıyor muydu? Owen'dan Brillhart'a kadar bütün insanlar konuyu onu ele verecek kadar ciddiye almıyorlarsa, daha fazla didinmesinin gereği var mıydı? Neden bu sabah polise teslim olmak istemişti? Nasıl bir mazohizmdi bu? Hayır teslim olmayacaktı. Şu anda vicdanını tedirgin eden somut bir şey var mıydı? Kim çıkıp onu ele verecekti?

Guy, hiç kimsenin hiçbir şeyi, hatta cinayetleri bile umursamadığı bir toplumda vicdan azabı duymanın, işlediği suçu bir başkasına itiraf etmenin de bir anlamı olmadığını anlar. Ama son anda duyduğu pişmanlık onun ikircimini bağışlatmaz. Çünkü ikircim yanlış yapmanın zeminini hazırlar. Peşindeki dedektife önemli ipuçları bırakan Guy böylece elektrikli sandalyeye kadar uzanan bir süreci başlatmış olur. Yani kaba bir biçimde söyleyecek olursak, Highsmith suçu cezasız bırakmaz. Ama bu anlayışıyla bile Dostoyevski'nin suça yaklaşımından oldukça uzaktır. Çünkü Dostoyevski'de ceza bir arınma biçimidir. Bu yüzden Raskolnikov bir ayine katılıyormuşçasına huzur içinde cezasını çekmeye gider.

Highsmith sonraki romanlarında da "suç"un büyük yazarı Dostoyevski'yle bir tür hesaplaşmayı sürdürür. Bu hesaplaşmanın en açık yapıldığı roman, Highsmith'in 1969 yılında kaleme aldığı El Sürçmesi adlı romandır. Romandaki olaylar Tunus'ta geçer. Kitapta, senaryo yazmak için Tunus'a gelen Howard Ingham'ın tedirginlik yüklü günleri anlatılır. Yazar gece yarısı odasına girmeye çalışan bir Arap'ın başına daktilosuyla vurur ve kapısını kapatır. Adamın ölmüş olmasından korkmaktadır. Ama ne Arap, ne de cesedi ortalıkta görünür. Otelde çalışanlar ise bu konuda hiçbir şey söylemezler. Ingham suçluluk duyup duymaması konusunda kararsızdır.

Konuyu tarafsız düşünmeye çalıştı, o gece olanları yeniden gözünün önünde canlandırdı: Her taraf karanlıktı, biri kapıyı kurcalayınca, daha önceki hırsızlığı da düşünerek hem kızmış, hem de korkmuştu (başkasının herhangi birinin kendisi gibi korktuğunu hayal ediyordu). Onun yerinde kim olursa olsun, eline geçirdiği bir şeyi gelene fırlatmaz mıydı?

Ama sevdiği kadın Ina ve "Amerikan tarzı yaşam"ı yaymaya çalışan vatandaşı Adams suçluluk duyması gerektiğini savunurlar. İşin tuhafı bu iki insan, kendi özel yaşamlarında hiç de masum değillerdir. Kız arkadaşı yakın bir geçmişte bir arkadaşlarının ölümüne neden olmuş, Amerikalı misyoner ise, kendi toplumundaki cinayetleri ve olumsuzlukları göz ardı ederek, başka toplumları cehennem korkusu, Tanrı disipliniyle "doğru" yola çağıran tutarsız biridir, ikisinin de çıkış noktası insanın sürekli suçluluk duygusu içinde, âciz bir yaratık olarak yaşamasıdır. İnsanın yaptığı her girişim günahı barındırır önyargısını içinde barındıran bu yaklaşım, kaba akılcı düşünce tarzına karşı yıllar önce Suç ve Ceza'da getirilen Ortodoks eleştiriden izler taşır. Bu sava Danimarkalı eşcinsel ressam Jensen karşı çıkar. Kendini korumasının doğal bir davranış olduğunu söyler. Ingham Tanrı'nın cezalandırıcılarına kulak asmaz, onların peşinden değil kendi yaşam çizgisinin izinden yürür. El Sürçmesi, Highsmith'in Dostoyevski'nin "suç ve ceza" anlayışına, "varoloşçu" konumlardan eleştiriler yönelttiği en önemli kitaplarından biridir

Patricia Highsmith'in gerilim kurma biçimi de öteki polisiye yazarlardan farklıdır. Agatha Christie gibi katili gizlemek için zaman zaman zorlama oyunlara başvurmaz. Hatta romanlarının çoğunda katil daha ilk bölümlerde belli olur. Highsmith'in gerilim oluşturma tarzı polisiye roman yazarlarıyla değil de, gerilim ustası bir yönetmenle, Alfred Hitchcock'la benzerlikler taşır. Bu benzerliği düşününce ünlü sinemacının Trendeki Yabancılar’ı filme çekmesinin bir rastlantı olmadığı anlaşılır. Hatta Hitchcock kurguya o kadar önem verir ki, romandaki Amerikan toplumuna yönelik sert eleştiriler oldukça geri planda kalır. Gerilimin kurgusunu olayların gelişimine koşut olarak örmek, yazma edimini özgürleştirir. Yazarı zorlama sonuçlardan kurtarır.

Highsmith gerilimi, günlük, sıradan olayların gelişim ekseni üzerine oturtur. Yarattığı boğucu atmosfer talihsizlikler ve gizli tehlikelerle doludur. Okurda yalnızca merak değil, derin bir kaygı duygusu yaratmayı da başarır. Bunu kendini güvenlik içinde sanan okuyucuyu tedirgin ederek sağlar. Okur, kitabın sayfalarını çevirdikçe, önceleri inanılmaz gibi görünen olayların bir gün kendi başına da gelebileceğini düşünmeye başlar. Bu düşünceye kapıldığında romanın kahramanıyla çoktan özdeşleşmiştir.

Highsmith tehlikeyi açıkça yazmaz, sezdirir; bunu özellikle yapar, çünkü tehlike açık, tanımlanabilir olduğunda korkutuculuğu daha azdır. Sezgiyle kavranılan tehlike ise çok daha ürkütücüdür. Tehlikeyi sezen okur yüreği ağzında yeni gelişmelerin peşi sıra sürüklenip gider. Ama bu kurguyu yazgıcılıkla açıklamaya çalışmak Highsmith'e haksızlık olur.

El Sürçmesi'nde romanın baş kişisi olan Ingham, talihsizliklerin ve olumsuz koşulların başına açtığı dertlerden, kendi iradesiyle kurtulur. Yeni bir yaşama başlamak üzere eski hastalıklı ilişkilerini sona erdirir. Cezayir'den Amerika'ya dönmenin arifesinde yepyeni bir başlangıcın hayaliyle eski dinginliğine kavuşur.

Yazarımıza göre insanlar yazgılarını değiştirebilme gücüne sahip olanlar ve olmayanlar diyerek sınıflandınlabilir. Bu düşüncesiyle de Marquis de Sade'in, Erdemle Kırbaçlanan Kadın adlı yapıtında da belirtilen, iyi niyet her türlü kötülüğe çıkarılan çekici bir davetiyedir görüşünü benimsemiş olur. Kuşkusuz Highsmith, ne Marquis de Sade kadar yıkıcı ne de özgürlükçüdür. Ama romanlarında Sade'in bakış açısına yakınlaşır. Sade, insanın yapısını olanca çıplaklığıyla gözler önüne seren ender düşünce sistemlerinden birinin kurucusudur. Yalın ve gerçekçidir. Sapkınlığı ve vahşeti, insanın ruhundaki karanlık bölgeye tutulmuş bir ayna görevi görür. Highsmith bu basit ve gerçekçi düşünce sisteminden yararlanarak, karmaşık toplumsal bir yapıda zavallılığından hâlâ kurtulamayan basit insanı anlatır.

Highsmith'in romanlarında dikkat çeken önemli konulardan biri de ayrıntıları sunuşundaki zenginliktir. Ayrıntılar; günlük yaşamımızdaki eşyaları, ilişkileri, duygularımızı, düşüncelerimizi ifade eden binlerce sözcüğün ustalıkla birbiri ardına eklenmesi sonucu elde edilen ıvır zıvır. Ama yaşamımız işte bu ıvır zıvırların toplamından oluşmakta. Highsmith büyük bir sabırla bu ayrıntıları anlatır; en küçük bir nesneyi, bir bakışı, bir gülümseme kırıntısını, gizlenmiş bir dokunuşu, giyilen elbisenin kıvrımını bile unutmadan. Bütün bunlar ölümün ve suçun yeşerdiği atmosferi betimlemek içindir. Bu büyük hazırlık ölümün öznesini ve nesnesini tanımlar. Amerikan taşrasındaki tutucu dünya, ya da metropollerde yaşayan orta sınıf mensubu insanların pek de renkli olmayan günlük yaşamı bütün gerçekliğiyle okurun gözlerinin önünde canlanır.

Üstelik bu ayrıntı bolluğu içinde okuru sıkmama becerisini gösterir. Ayrıntılarla yaratılan o boğucu, kaygı dolu atmosfer, bir girdap gibi okuru içine çeker. Okur bu tuhaf girdaba yakalandığını hissettiği anda bile, ondan kurtulmak istemez. Highsmith'in sözcüklerle yarattığı bu tuhaf karabasan da yol almayı sürdürür. Çünkü anlatılan kendi öyküsüdür. Toplumsal kurumların, kuralların ezip geçtiği benliğini bulur, kendi kabuğunda yaşayan roman kahramanlarında. Onların gizli öfkesinde, kendi yapmak istediklerini görür. İçindeki katille yüz yüze gelir, cesaretini sınar. Belki zaman zaman düşünüp de hiç işleyemediği bir cinayet gelir aklına. Okur kitabı bitirip girdaptan kurtulduğunda, uzun zaman kendisinin de anlamlandıramadığı bir şaşkınlık yaşayacaktır. Ta ki yeni bir Highsmith kitabında yeni bir girdaba kapılıncaya kadar.

Patricia Highsmith bazı eleştirmenlerce polisiye roman yazarı olarak tanımlanmasına karşın, onun üslubu bildik polisiye roman yazarlarından oldukça farklıdır. Ne Agatha Christie'ye ne de bu alanda özgün bir yeri olan Dashiell Hammett'a benzer. Öteki polisiyelerde olduğu gibi Highsmith'in yapıtlarında da kurgu önem taşır. Ama yazar kurgu kadar, belki de daha çok atmosfere önem verir. Olayların geçtiği doğa, kent, sokak, nehir ya da deniz, otoyollar, trenler ve insan ilişkileri yazarımızın yaratmak istediği atmosfere uygun biçimde anlatılırlar. Ve bu atmosfer maviden çok griye yakındır; kuşatıcı ve boğucu niteliklere sahiptir; gizli tehlikeler, talihsizliklerle doludur. Bu atmosfer alttan alta yaşamın anlamsızlığını ve saçmalığını hissettirir.

Oldukça yalın bir dil kullanır Highsmith. Gösterişsiz, süssüz ama akıcı bir dil. Okuru, bu akıcı dille hiçbir ayrıntıyı kaçırmadan yarattığı o boğucu atmosferine çeker. Önce yadırgatır bu atmosfer insanı. Ama bir Highsmith meraklısı olmuşsanız, giderek günlük yaşamımızın da tıpkı yazarımızın anlattığı türden bir atmosferle kaplandığını görmeye başlarsanız. Bu pek hoş bir duygu olmasa da, insanı aptalca hayallerden kurtarıp daha gerçekçi olmasını sağlar.

Highsmith'in kahramanları, "Bay Ripley" serisini saymazsak çoğunlukla sıradan insanlardan oluşur. Alışıldık polisiye romanlardaki iş bitirici, yumruğuna sağlam ve zeki dedektiflerden oldukça farklı tiplerdir bunlar. Hatta Baykuş Çığlığı'ndaki Robert Forester gibi New York'un keşmekeşinden, yıpratıcı insan ilişkilerinden kaçıp Pennsylvania'nın banliyölerinde huzuru arayan, sessiz, içine kapanık kişilerdir. Birçoğu yaşam karşısında yenik düşmüş, bu yüzden etkinlik alanlarını daraltıp, kurdukları küçük dünya ile yetinmektedirler. Yaşamlarında sıkıcı da olsa artık alışmaya başladıkları bir denge vardır.

Yazar bu denge durumunu tanımlayarak başlar romana. Robert Forester akşam üzeri çalıştığı firmadan çıkar. Her zamanki gibi sıkıcı bir gece onu beklemektedir. Sıkıcı geceyi birazcık anlamlandırabilecek, belki heyecan katacak değil ama güzelleştirecek olan tek şey arada bir tekrarladığı yasak işi yapmak, yine gidip o kızı izlemektir. Evet yanlış anlamadınız, bizim halim selim Robert'ımızın bahçesine konan kuşların çizimlerini yapmasını saymazsak geceleri tek keyfidir bu. Hayır, güçlü bir cinsel dürtüyle değil, neredeyse aşka yakın bir duyguyla izler kızı. Mutfakta yemek yapışını, oturma odasında kahve içişini sanki çok sevdiği bir çiçeğin açışına tanıklık edermişcesine büyük bir ilgiyle gözetler.

Daha önce başarısız bir evlilik yapan Robert için belki de kadınlarla kurabileceği en iyi iletişim yoludur bu: Dış görünümüyle onu duygulandıran birini sessizce uzaktan izlemek ve içinde aşk adına, sevgi adına ne varsa karşıdaki kişinin ruhu bile duymadan ona yüklemek. Ama onunla karşılaşmaktan, tanışmaktan, aşkını açıklamaktan kaçınmak. Yani izlediği belki de âşık olduğunu sandığı kişinin gerçeğinden kaçmak. Sağlıklı bir davranış gibi görünmez bu. Zaten Robert da on dokuz yaşındayken bir bunalım geçirmiş ve bir süre tedavi görmüştür. Yani kahramanımız pek "normal" sayılmaz.

Robert'ın izlediği kızın adı Jenny'dir ve yakında evlenmeyi kararlaştırdığı bir nişanlısı vardır. Jenny de ruhsal açıdan pek sağlam biri değildir. Kardeşinin çocuk denecek yaşta ölmüş olması onu çok etkilemiştir. Bu yüzden ölüme yakın, intihara eğilimli bir tiptir.

Jenny, Robert'ın varlığından habersizdir ama karanlıkta birinin onu izlediğini hissetmektedir. Bu duyguyu nişanlısına da anlatır. Nişanlısı röntgenciyi yakalamak için sonuç vermeyen girişimlerde bulunur. Aslında Robert da Jenny'ye yakalanmaktan korkmakta, kızı izlemeye giderken, hep "bu sonuncu" diyerek kendini kandırmaktadır. Sonunda beklediği başına gelir; Jenny, onu fark eder. Ama korktuğu gibi olmaz. Hatta Jenny bu yumuşak görünümlü, kendi halinde insandan hoşlanır. Daha da önemlisi, birinin kendisini tehlikeye atacak kadar ilginç bulması onu etkiler. Bu alışılmadık olay sıkıcı yaşamına renk katmıştır. Robert'la arkadaş olmak ister. Robert ise kızın bu beklenmedik tavrı karşısında çekingen davranır. Kızdan uzaklaşmak ister. Onun çekingenliği Jenny'yi daha da isteklendirir. Eee ne demişler, gönül kaçanı kovalar. Âşık olmadığı nişanlısından ayrılmaktan, Robert'ı sevdiğinden söz eder. Kahramanımız iyice ürkekleşir.

Böylece romanın başındaki denge durumu bozulmaya başlar. Okur sorularla dolu bir merak ortamına sürüklenir. Kahramanımızın yaşamında yeni bir süreç başlamaktadır, alıştığı yaşam yeni sorumluluklar, korkular, kaygılar, sevinçlerle bozulmaktadır. Ama dengenin iyice altüst olması için daha güçlü bir etki gerekmektedir.

Bu etkiyi Jenny'nin nişanlısının giderek şiddete dönüşen kıskançlığı sağlayacaktır. İşin ilginci Robert hâlâ Jenny ile ilişki kurmakta ikircimli ve korkak davranmaktadır. Ama süreç öyle hızlanır ki, ister istemez kendini olayların içinde bulur.

Jenny'yle arası bozulan nişanlı bundan Robert'ı sorumlu tutar.

Onun hakkında bilgi toplar, bununla da yetinmez, Robert'ın ayrıldığı eşiyle bağlantı kurar. Kahramanımıza karşı küçümsemeyle karışık nefret duyan eski eşi bu hiç tanımadığı adama seve seve yardım etmeye karar verir. Robert’a karşı birlikte entrika düzenlerler.

Robert'ın tüm kaçınmalarına karşın sonunda kavga kaçınılmaz olur. Biraz da rastlantıyla kavgadan Robert galip çıkar. Hatta ırmağa düşen adamı sudan çıkartarak yaşamını kurtarır. Adamı ırmağın kenarında bırakıp oradan ayrılır. Ama ne olursa işte o zaman olur, adam ortadan kaybolur.

Böylece romanın gerilimi artmaya, okur kitaba bağlanmaya koyulurken Robert'ın dengeli yaşamı da bir karabasana dönüşmeye başlar.

Çevredeki "aklı başındaki insanlar" nişanlının kaybından Robert’ı sorumlu tutarlar. Polis, komşular hatta arkadaşları Robert'ın onu nehirde boğmuş olabileceğini düşünürler. Zaten Robert, Jenny'yi izleyen bir röntgenci değil midir, üstelik gençliğinde psikolojik tedavi de görmüştür. Jenny önceleri Robert'ın suçsuz olduğuna emindir ama giderek o da Robert'ın katil olduğuna inanır. Kahramanımız neler olup bittiğini bile tam anlayamamakta, bu "sağlıklı" insanların düşmanca tutumuna akıl erdirememektedir.

Robert adamın bir yerlerde saklanarak intikam almak istediğini düşünür. Kendi başına kaybolan nişanlıyı aramaya başlar. Acemice topladığı ipuçları onu eski karısına götürür. Tahminleri doğrudur, nişanlıyı New York'ta eski karısı saklamakta, Robert'ı zan altında bırakmak için ortak bir planı uygulamaktadırlar. Ama Robert bunu kanıtlamaktan çok uzaktır Kanıtı olmadığı için de polis ona inanmaz. Bunlar olurken, ortalığı iyice karıştıracak bir gelişme olur, intihara eğilimli olan Jenny kendini öldürür. Böylece Robert'ı kuşatan düşmanlık iyice yoğunlaşır. Çevre sakinleri açıkça tavır almaya başlarlar. Zaten o kendilerine benzemeyen bir yabancıdır. Kendilerine benzemeyenlerin aralarında yaşamaya da hakları yoktur.

Romandaki kaos giderek derinleşmeye başlar. Bu derinleşmeye koşut olarak atmosfer daha da kararır. Jenny'nin intihar ettiğini öğrenen nişanlısı iyice azgınlaşan Robert'a silahlı saldırıda bulunur, suçsuz bir insan ölür. Boğuntu sürekli artar. Sanki olaylar umut vermeyen basık ve solgun bir havada gerçekleşmektedir. İster istemez okurun aklına şu sorular gelir: Bir dizi olumsuz rastlantı Robert'ı kara bir yazgıya mı mahkûm etmiştir? Yoksa bütün bu olanlar Robert'ın yaşadığı toplumun yabancılaşmış ve hoşgörü duygusunu yitirmiş olmasından mıdır? Bu sorunun yanıtı okura bırakılır.

Yazarımız öfkelenmez, acı duymaz, utanca kapılmaz, açık bir bildiri sunmaz. Kendi deyimiyle öyküsünü anlatmaya devam eder, büyük bir soğukkanlıkla kurmacasını sürdürür, roman gri atmosferin burgacında yeni bir denge durumuna doğru devinir.

Yeni dengenin sağlandığı nokta, yani kitabın finali nasıl gerçekleşecektir. Ya Robert ölecek, böylece mutlak bir denge durumu ortaya çıkacak, ya da kaosu yaratan unsurlar, ki bunlar Jenny'nin sabık nişaniısıyla, Robert'ın sabık karısı, işledikleri suçtan dolayı yakalanarak etkisiz hale getirileceklerdir. Yazar genellikle öteki kitaplarında da tercih ettiği seçeneği benimser ve dürüst kahramanını kurtarır. Highsmith'in bu taraflılığı günümüz toplumunda benliği yok edilmeye çalışılan sıradan insana duyduğu sevginin bir sonucudur. Belki de insanın hâlâ kurtarılabileceğine ilişkin bir umut taşıdığının imidir bu. Yoksa neden kötüleri ortadan kaldırmayı seçsin? Gerçi o kötüleri yaratan insaneın içindeki yıkıcılık, toplumsal koşullar ve taşranın sınırlayıcı psikolojisi yaşamayı, hatta kök salmayı sürdürür ama hiç değilse kahramanımız kurtulmuştur.

Böylece kitabın başındaki denge yeniden kurulmuş olur. Geriye Robert Forester'ın çektiği heyecan ve acılarla, okurun damağında usta bir yazarın kaleminden çıkma etkileyici bir kara kitabın tadı kalır.

Cumhuriyet Kitap, 14 aralık 1995

Kategori: Ahmet Ümit Yazıları

Yorum yaz
mode_edit