Ruth Rendell’ı önceki yıllarda Türkçeleştirilen romanları ile tanımış, ardından Barbara Vine müstearıyla yazdığı bir dizi polisiyesini severek okumuştuk. “Parola Mandarin” ile uzun bir aradan sonra yeniden Ruth Rendell olarak çıkıyor karşımıza. Bu değişiklik okuyucuyu şaşırtmak için yapılan bir oyun değil, isimlerle birlikte yazım tarzı da değişiyor; Barbara Vine insan psikolojisi ve olağan durumlar üzerine kurulu bir gerilim üzerine yoğunlaşırken, Ruth Rendell imzalı romanlarda cinayet ve nedenlerinin öne çıktığını görüyoruz. İşte “Parola Mandarin” de onlardan biri...
Klasik polisiyelerin çağdaş yorumu
Hikaye, yüksek sınıftan bir gurup İngilizin Çin gezisi ile başlıyor. Orta yaş ve orta sınıfın bütün özellikleriyle donatılmış Detektif Wexford’un da tesadüfen dahil olduğu guruptakiler, bir yandan Çin tarihini keşfederken diğer taraftan o tarihin artık “antika”laşmış güzelliklerini ucuza kapatmanın keyfini çıkarıyorlar. Bu ilk bölümün Doğu egzotizmini bir fon olarak kullanmayı çok seven Agatha Christie’nin polisiyelerini hatırlattığını, hatta Rendell’ın doğrudan onlara gönderme yaptığını söyleyebiliriz. Yazar, Wexford ve seyehat arkadaşlarını teker teker tanıtırken, araya sakin bir yolculuğa şüpheyle yaklaşmamıza neden olacak ufak tefek olaylar, küçük kaçamaklar, o coğrafyadan kaynaklanan gizemler ve “ileride” işleneceğini düşündüğümüz cinayete dair muhtemel ipuçları serpiştirmeyi de ihmal etmemiş. Ne var ki Çin sınırları dahilinde guruptan bir kayıp yok; polisiye kurgu ikinci bölümle birlikte başlıyor.
Detektif Wexford, geziden döndükten kısa bir süre sonra, malikanelerinde ölü bulunan zengin bir kadının soruşturmasıyla görevlendirildiğinde, kadının gezide tanıştığı çiftler arasında olduğunu farkedecek ve Çin’de yaşadıkları bir takım garip olayları, turistler arasındaki anlamlandıramadığı diyalogları, nehirde boğulan Çinliyi ve ölen kadının kocasını heyecanlandıran bir anı hatırlamaya başlayacaktır. Klasik sorgulamalar, yeteneksiz komiser yardımcıları, cinayet saatinde başka bir yerde bulunduğunu kanıtlamaya çalışan şüpheliler, eski bir sevgili, bir kaç karanlık tip ve sonuçta biraya getirilen ipuçları yardımıyla açığa çıkarılan katil... Anlaşılacağı gibi romanın ikinci bölümü de klasik polisiyelerin kalıplarını tekrarlıyor. Ne var ki yalnızca biçimsel bir tekrar söz konusu; Ruth Rendell, bu kalıplara sadık kalınarak da derinleşilebileceğini, edebi bir düzey yakalanabileneceğini kanıtlamak istemiş sanki!
Polisiyelerdeki gerçeklik duygusunu yaratan en önemli yazınsal öğeler, mekan tasvirleri ve ayrıntı zenginliğidir kuşkusuz. Ruth Rendell’ın metinlerinin etkisi de bu öğelerinin kusursuz kullanılmasına dayanıyor; mekanın büyük önemi var onun anlatısında. Çin seyehatinden başlayarak hikayenin geçtiği bütün kentler, caddeler, otel ve müzeler, dükkanlar bütün renkleri ve toplumsal hayatıyla birlikte işlenmiş; evler, odalar, eşyalar neredeyse bir mimar titizliğiyle aktarılıyor sözüklerle. Hikayede önemli bir rol oynayan Çin antikaları, vazolar ve yeşim taşlarıyla birlikte, Rendell, ele aldığı her tipi ve her olayı en ince noktasına kadar canlandırıyor. Her bir karakter, zaafları, istekleri, hırsları ve cinsel tutkuları ile tanımlanırken yazar, sınıf farklılıklarının yarattığı uçurumlara, sürüp giden hayatın gerçeklerine ve kurumsallaşmış yapılardaki bozukluklara yaptığı vurguyla suçu toplumsallaştırıyor.
Sıradan bir cinayet nedeni
Klasik bir “Katil Kim” muamması gibi görünen, ama cinayet mahalline kapanmayarak kamusal alan ve güncel hayatla ilişki kuran, psikolojik tahlillere ağırlık veren bu romanında, cinayet nedenini oldukça basitleştirmiş Ruth Rendell; belki de zaten basit olduğunu vurgulamak istemiş... Bir söyleşisinde; "büyük cinayetlerin neden olduğu ilgi ve korkunun asıl kaynağı, cinayetlerin olağanüstü içeriğinden çok, cinayetlerin içindeki olağanlıktır" diyen Rendell, “Parola Mandarin”de de sıradanlaştırıyor cinayeti, hayatın bir zorunluluk olarak katilin önüne getirip koyduğu bir eyleme dönüştürüyor. Elbette cinayeti onaylamak ya da biricik çözüm olarak göstermek değil bu; Rendell, başı sıkışan, kendisini çaresiz hisseden bir insanın sağlıksız düşünceler üretmeye son derece elverişli ve meyilli psikolojisini hatırlatıyor okuyucusuna... O, bütün kalıplarını kullansa bile, klasik polisiyelerdeki büyük detektiflerin zengin ailelere ait malikanelerde akıl yürüttüğü hikayelerden veya kentin karanlık sokaklarında dolaşan özel detektifin mafyatik ilişkiler etrafında ilerleyen maceralarından çok farklı bir neden-sonuç ilişkisi kuruyor.
Yazar, Barbara Vine ismini kullandığı romanlarındaki gibi, klasik polisiyelerin “sırlarla dolu aile tarihi” esprisini -Agatha Christie’nin çok sevdiği- İngiliz malikanesi ile birleştirmiş, ancak soylu İngiliz ailesinin ve değerler sisteminin çöküşünü de katmış işin içine ve sürükleyici bir polisiye yazmayı başarmış. Cinayet kurbanı kadın üzerinden İngilterenin köklü ailelerinin mahrem tarihlerinin altında yatan gizleri deşerken sadece basit bir muammaya odaklanmıyor, bu trajedinin yaratılmasında geçmiş yılların ahlak anlayışlarının, değer yargılarının, maddi hırsların, yükselme tutkularının, aşk ve cinselliğin rollerini de araştırıyor. Aristokrat aileler ve onların gizli/karanlık tarihlerinin Gotik edebiyatı izleyen İngiliz polisiye yazarlarını -ve okuyucuları- neden böylesine çektiğini araştırmak elbette tarihçilerin veya toplumbilimcilerin ilgi alanına giriyor. Belki orta sınıfların aristokrasiye karşı bir hoşnutsuzluğudur söz konusu olan. Ya da sınıf savaşımları tarihinden kalan ve artık geçerliliğini yitirmiş, ama metinlerden metinlere aktarımı süren bir temadır yalnızca. Her nedenle olursa olsun, polisiye edebiyatın ustaları, mahrem hayatlardan esrarengiz hikayeler üretmeyi çok iyi beceriyorlar doğrusu.
Ruth Rendell’ı yalnızca polisiye tür içerisinde değerlendirmek haksızlık olur. Başta Dostoyevski’yi sayabilceğimiz pek çok büyük yazar gibi, o da muamma, ölüm, katil, kurban, suç ve ceza gibi polisiye metin öğelerini kullansa bile, onun peşinde koştuğu mesele cinayetler ve sırlar karşısındaki insan davranışları, insanın duygusal ve ruhsal durumu... Ayrıca, hikayenin olup bittiği zaman dilimindeki toplumsal meseleleri de öykü ile organik biçimde ilişkilendiriyor Rendell. Mesela, cinayet nedeni araştırılırken kurbanın avukat kocasının yürüttüğü davalar üzerinden adalet sistemi ile yüzleşiyoruz. Aynı çatı altında yıllardır birlikte yaşamalarına rağmen aralarında hiç sevgi yeşermeyen iki insan, aile kurumunun kutsallığının sorgulanmasına, bu ailenin mahremiyetine vakıf olan yakınların suskunluğu ise toplumun iki yüzlü değer yargılarının teşhirine dönüşüyor. Cinayetin nedeni ise çok daha çarpıcı bir sembol; maddi çıkarların her şeyden önce geldiğini anlatmak istiyor Rendell!
Polisiyelerle edebiyatın kesiştiği bir uzama yerleşiyor Ruth Rendell’ın romanları. O çok canlı ve akıcı bir dille anlattığı hikayelerini kusursuz bir olay örgüsüne dayandıran Rendell, sadece türden hoşlananların değil, roman okumayı seven herkesin beğeneceği metinler üretiyor...
Kategori: A. Ömer Türkeş Yazıları