menu

Akif Pirinçci Romanları

Yazan: A. Ömer Türkeş
Yayın Tarihi: November 19, 2011 12:38

Akif Pirinçci, romanlarını Almanca yazan bir Türk. “Anadiline” ilk kez 1995’te Real yayınevi tarafından çevrilmiş, Almanya’da iki milyonun üzerinde satan "Felidae"(1998) romanı, belki de gurbetçilere olan umursamazlığın edebi alana da sirayet etmesi nedeniyle, “anavatan”da tutmamıştı. 1959 yılında İstanbul’da doğan ama on yaşından bu yana Almanya’da yaşayan Akif Pirinçci’nin Türkiye’de farkedilmesi, aynı kitabın Gerçek yayınevi tarafından 1999’da yapılan ikinci baskısından sonradır. Yeni romanı “Salve Roma!”, yazarın Türkçeleştirilen yedinci kitabı.

Akif Pirinçci romanları
Anlaşılan o ki, futbolun gurbetçi gençlere gösterdiği ilgiyi edebiyat dünyası gurbetçi yazarlardan esirgiyor. Elbette bu yazıda ilgisizlik nedenlerini tartışmak niyetinde değilim. Meseleyi sosyal bilimlerin alanına havale edip Akif Prinçci ve romanlarına, aslında marifetli kara kedisine dönmek istiyorum: Yazmaya radyo oyunlarıyla başlayıp bu dalda bir de ödül alan Prinçci, 1978-81 yılları arasında Viyana'da sinema ve televizyon eğitimi görmüş, ardından sanaryo yazarı olarak çalışmış. Ilk büyük başarısı 12 baskı yapan "Tranen sind immer das Ende"(Sonu Hep Gözyaşı) adlı kitabıyladır. Asıl ününü ise "Felidae"(1989) romanıyla elde edecektir. Bu yazıya da konu olan kara kedi Francis’in ilk macerasıydı “Felidae”; sadece Almanya'da iki milyonun üzerinde sattı, 35 dile çevrildi ve Pirinçci’ye “En İyi Polisiye Roman Ödülü”nü getirdi.

Pirinçci’nin kendi hayatından yola çıkarak kurguladığı “Sonu Hep Gözyaşı”, Türkçeleştirilen romanları arasında polisiye türe girmeyen tek örnek. “Gövde” romanıysa polisiye olmasına polisiye, ama başrolünde Francis yok. “Ne yapayım kedisiz polisiyeyi” diyenlerden değilseniz eğer, “Gövde”yi sevebilirsiniz. Kolsuz bacaksız bir roman kahramanının kusursuz cinayet işleme tutkusu sizi hem kara mizahın hem kara romanın tekinsiz alanına çekebilir.

Sonunda geldik “Felidae” ile başlayan “özel detektif” Francis serisine. Biliyorunuz, o simsiyah, uzun ve parlak tüyleri, delici bakışları, kendine olan güveni, kıvrak zekası, sahibinin kitapları sayesinde edindiği engin kültürüyle kediler dünyasında bir efsane. Tombul, işsiz, kadınlarla ilişkilerinde başarısız sahibi arkeolog Gustav’la yeni bir apartman dairsine taşındıklarında başlamıştı ilk seri cinayetler. Katil apartmandaydı. İkincisi “Francis’te, ki bence serinin en iyisiydi, evden kaçınca karşılaşacaktır cesetlerle. Kaçıyor, çünkü beceriksiz sahibi aşık olmayı da eline yüzüne bulaştırmış, Francis’i kısırlaştırmayı düşünen bir kadınla yaşamaya başlamıştır. Dişileri seven bu özgür ruhlu kedinin bir tabak mama için erkekliğine veda etmesi düşünülemez elbette. O düşünmek bile istemez; kaçar. Sokaktaki sert hayatla böyelikle tanışacaktır. “Cave Canem”de kendi çöplüğünde kovalar katili. Bu kez emekli bir polis köpeğiyle birlikte çalışmak zorundadır. “Düello”da hem genç ve dişli bir rakiple hem de bölgeye dehşet saçan esrarengiz bir katille mücadele edecektir.

Dizinin son iki kitabunda yeterince gezip dolaşamayan Francis, bu yeni macerada, “Salve Roma”dan –adından da anlaşılacağı üzere- Roma’ya kadar uzanıyor. Çünkü bütün para kaynaklarının tükendiği bir anda Gustov’a getirisi yüksek bir iş teklifi yapmıştır. Üstelik iş mesleğiyle, Roma’da yapılacak bir kazıyla ilgilidir. Gustav, Francis’i bir hayvan bakımevine bırakıp yola koyulur, ama Francis, atik davranıp Gustav’ın çantasına sızmıştır bile.

Francis; sanki bir “Pisi Marlow”!
Roma güneşi altında yaşlanmış kemiklerini ısıtmaya henüz fırsat bulmadan kulağı koparılmış bir kedi cesediyle karşılaşır Francis. Kısa zamanda arkadaşlık kurduğu eşcinsel kedi Antonio cinayetlerin bütün kente yayıldığını söylediğinde, dikkati ve mantığı Sherlock Holmes’la yarışan Francis, seri cinayetleri çözümlemeyi üstlenecektir. Elbette her Francis macerasında karşılaştığı güzel, çekici ve esrarengiz dişiler Roma’da da hiç eksik değil. Hatta baba olmanın eşiğine geliyor Francis. Uzatmayalım; izleri takip eden kahramanımız önce bir tarikata, oradan Vatikan’a, en sonunda intikam duygularıyla işlenen cinayetleri nedenine ve elbette katile ulaşacaktır.

Avrupa’nın en pahalı çizgi film prodüksiyonlarından birine konu da olan Francis’in ünü polisiyeseverlerin dünyasında giderek yayılıyor. Hayvanların insanlaştırıldığı fablları ya da fantastik edebiyatı hatırlatmasına rağmen, Akif Prinçci’nin romanları polisiye türün dışına çıkmıyor. Yayvanların –özellikle köpeklerin- detektif rolü üstlendiği çok sayıda polisiye roman ve filmin varlığı, Francis’i de kabullenmek için yeterli. Sadece hikayenin onun ağzından nakledilmesi ilk anda tuhaf gelebilir. Ama edebiyat tarihinde bir hayvanın bakış açısı ile anlatılan pek çok hikaye ve roman da bulunabilir. Kısacası, Francis’in maceraları her iki anlamda bir yenilik getirmiyor. Ne var ki Prinçci, çok iyi tanıdığı ve gözlemlediği kedi dünyasını bütün canlılığıyla resmetyi başarmış. Onu ilk elde farklılaştıran işte bu sahicilik duygusu. Ne yaparsa yapsın, ne düşünürse düşündün, ne söylerse söylesin, o bir kedi olmanın bütün özelliklerine sahip.

Akif Prinçci’nin Francis’i, Holmes kadar dikkatli ve akıl yürütmeyi sever bir kişilikle çizilmiş de olsa, daha çok Raymond Chandler’in Philipe Marlow’unu hatırlatıyor. Kadife yumuşaklığındaki patilerini zaman zaman balyoz gibi yumruklara dönüştüren, sokaklarda dolaşan, zengin malikanelerinden yoksul mahallerien kadar her deliğe girip çıkan bu kara kedi tam bir özel detektif; sanki bir Pisi Marlow o! Yakışıklı, çapkın ama duygusal, akıllı ama coşkulu, sabırlı ama gözü pek. Her detektif kadar da “cool” elbette.

Sadece detektif rolünü bir kedinin kaptığı eğlenceli bir macera anlatmıyor Felidae serisi. Sırlarını bir türlü çözemediğimiz sevimli dostlarımızın bakış açısını –bizi ikna edecek ayrıntılarla- kullanan Prinçci, eğlenceli, sürükleyici, zaman zaman polisiye türün kendisiyle de dalgasını geçen maceralar üretmiş. Ama eğlencenin ve maceranın örtüsünü kaldırdığımızda insan ilişkilerine, modern toplum yapısınına, bireyin parçalanmışlığına, ötekine duyulan hoşnutsuzluğa, bilimsel gelişmelerin yarattığı yıkımlara yönelik eleştirisiyle karşılaşıyoruz.

Ne var ki, bir seri mantığı içerisinde üretilen polisiyelerin ilerleyen maceralarında düşülen tekdüzelikten Prinçci de kurtulamamış. Kalıplaşmış anlatım, ardarda okunan üç dört Francis macerası arasında bir ayrım yapamamanıza neden olurken, romana tekdüzeliği kırmak adına sokulan olaylar inandırıcılığını yitiriyor. Mekanlarsa anlatıyı bir turizm rehberine çeviriyor. Bu polisiye türde son yıllarda rastladığımız bir eğilim; okuyucu ilgisini heyecan ve macera unsuruyla sürekli kılmak yerine, mekana ve tarihe yükleniyor yazarlar. İlk okunduğunda ilginç, tekrarlandıkça dikkat dağıtıcı. Akif Prinçci, işte tam bu sınır noktasına gelmiş.

Kedileri fazla tanımıyor ama sempatik buluyorsanız mesele yok, yazar yeterince bilgi veriyor okuyucuya. Ama bu sevimli yaratıklardan nefret edenlerdenseniz hiç almayın Francis’i elinize; her ne kadar kedilerden yola çıkarak insan dünyasına, düşünce ve değer yargılarına yönelik gönderme ve eleştiriler olsa bile, asıl olarak kedilere adanmış bir roman Francis. Yeri geldi, hemen ekliyorum; Amerikalı yazar Lillian Jackson Braun’un polisiyelerinde siyam kedileri Koko ve Yum Yum, cinayet peşinde koşan sahiplerine –sezgileriyle- yol gösteriyorlar. Türkçede “Çenesini Tutamayan Kedi”, “Tersten Okuyan Kedi”, “Kanepe Atıştıran Kedi”, “Kırmızı Gören Kedi” gibi isimlerle yayımlanmışlardı. .Dilimize çevrilmeyen Lydia Adamson polisiyeleri ise "A Cat .." diye başlıyor ve yine kediler atrafında gelişen kriminal olaylar anlatılıyor.

Kategori: A. Ömer Türkeş Yazıları
Etiketler:
Akif Pirinççi

Yorum yaz
mode_edit