Dünyanın en popüler polisiye romanı yazarlarından biriydi Agatha Christie. 1976 yılında ölmesine rağmen aradan geçen otuz üç yıla rağmen popülerliğini korudu. Roman, hikaye ve oyunlarıyla geride bıraktığı 100’den fazla eserin dünyanın hemen her ülkesinde yapılan yeni basımları, bir zamanlar “Ölüm Düşesi” ünvanıyla anılan Christie’ye yeni hayranlar kazandırıyor. Ancak bu yazıda ele alacağım kitabı bir Agatha Christie polisiyesi değil. 1950 yılında Irak’ta başlayıp 1965 yılında İngiltere’de tamamladığı “Hayatım”da, Agatha Christie’nin hayat hikayesini anlatıyor.
Tam on beş yıl süren ve yazarın hayattayken yayımlamadığı otobiyografik notları yayıncısı tarafından aradaki kopukluklar biraz olsun giderilmiş olarak derlenip yayına hazırlanmış. Okuyucular aradaki kopukluklardan ve yazarın hayatının kalan on bir yılının eksikliğinden dolayı huzursuzluk hissedebilirler. Bu huzursuzluğu sonsöz bölümünde şu sözlerle gideriyor Christie:
“O zamanlar neler yazdığıma baktım ve tatmin oldum. Yapmak istediğimi, yaptım. Uzun bir yolculuktaydım. Bu pek de geçmişe yapılmış bir yolculuk değil, daha çok ileriye yolculuk sayılmalı. Zaman ve yer kavramlarıyla kısıtlı kalmadım. Dilediğim yerlerde oyalandım, hatırlamak istediklerimi hatırladım, özellikle de nedense anlam taşıyan saçmalıklarımı sıraladım. Biz insanlar, böyle yaratılmışız. Ve şimdi yetmiş beş yaşıma geldiğime göre, dunnanın tam zamanı diyorum. Çünkü hayat söz konusu olduğunda, söyleneceklerin hepsi bu kadar. Şimdi ödünç zamanla yaşıyorum, bekleme odasında, eninde sonunda gelecek çağnyı bekliyorum. Sonra, bundan sonrakine geçeceğim, tabü o da her ne ise.”
Bir Avuç Anı
Alıntıdan da anlaşılacağı gibi, polisiye romanlarından farklı bir yöntem izleyen yazar belleği doğrusal zamandan özgür kılan bir anlatımı tercih etmiş. Anlatılan zamanla anlatı zamanı arasında gidip gelen, o zaman yaşananlara yazıldığı zamanın düşüncelerini ekleyen, yorumlayan, kimi zaman gülümseyen olgun ve çok kibar bir Agatha Christie portresiyle karşılaşacaksınız.
Bir polisiye romana başlamak üzereyken aniden fikir değiştirip anılarını yazmaya karar veren Christie’nin kurgusal yerine serbest düzeni benimsemesi, “Hayatım”a –hele bir de Agatha Christie okuyucuysanız- büyük bir okuma hazzı katıyor. Çocukluk anıları, ailesi, arkadaşları, kuşu, köpeği, Fransa seyehatleri, okuma alışkanlıkları, ilk yazma denemeleri, ilk aşkları, ilk evlilik, annelik, dünya turu, yayımlanan kitapları, aldatılma ve boşanma, ölümlerle gelen kayıplar, yalnız başına çıktığı –Türkiye’yi de kapsayan- Doğu seyehati, kendisinden genç bir adamla yaptığı ikinci evlilik, yazarlık kariyerindeki başarılar… Velhasıl Agatha Christie’nin hayatından önemli kesitler sunan otobiyografisinde neşeli, daha doğrusu yaşam sevincini dışa vuran bir ton hakim. Bunun nedeni, hüzünlü anıların üzerini aradan geçen zamanda kazanılan başarıların ve huzurlu bir hayatın örtmesi. Mesela kocasından ayrılması sırasında yaşadığı –filmlere konu edilmiş- travmatik sürece hiç yer vermemiş. Pera Palas’ta geçirdiği günlerle ilgili birkaç satırda Doğu’ya doğru yol alan transit bir yolcunun basit izlenimleri var sadece. Ama Christie tam ve doğru bir otobiyografi yazmak istemediğini daha baştan söylemiş. Onun niyeti elini şöyle derinlere daldırıp bir avuç sıralanmış anıyı çekip çıkarmak…
Şimdi o bir avuç sıralanmış anıya biz de elimizi daldıralım ve kısa bir özet yapalım.
Christie, 1890 yılında, İngiltere kırsalındaki Ashville’de doğmuştu. Dedesinden kalan mirasla maddi durumları yerindeydi. Annesi babası, abisi, ablası, hizmetçiler, dadılar, büyükanneler, kırlara açılan büyük bir ev kalmış Christie’nin aklında. Muhafazakarlığıyla ünlenen Victoria çağının son yıllarında geçen çocukluğunda, bu çağın kadına verdiği role uygun bir zihniyetle yetiştirilecek, eğitimini evde aldığı derslerle tamamlayacaktır. Christie, sözünü ettiğim zihniyetle hayatı boyunca, kadın erkek ilişkilerinde gözlemlediği her türlü değişimle birlikte –kapışmasa da- hesaplaşır.
Babasını küçük yaşta kaybeden, abisi Güney Afrika’aki Boer savaşına katılan, ablası evlenen Christie, Ashville’deki büyük evde annesiyle yalnız kalır. Üstelik dededen kalan miras kesilmiş, maddi sıkıntılar başgöstermiştir. Bu onun annesine sıkı sıkı sarılmasına neden olacaktır. Belki de bu nedenle gönderildiği okulları bir türlü benimseyememiş her zaman evini, evde kitap okuyarak geçirdikleri saatleri özlemiştir. Mesleki bir eğitim almadan yetişir.
1914’de evlendiği Archibald Christie (Archie) de hava kuvvetlerinde çalışan yoksul bir delikanlıdır. I.Dünya savaşı da başlamak üzeredir. Ancak aşkları her türlü zorluğu göğüslemelerine yeter. Archie cepheye yollanır, Agatha ise Torquay’daki kızılhaç hastahanesinde eczacı olarak çalışır. Eczacılık dönemi Agatha Christie’nin hayatında bir dönüm noktası olacak, zehirler ve ölümler hakkında elde ettiği bilgiler onu bir dedektif romanı yazmaya yönlendirecektir. Savaştan sonra yeni bir dönem başlar; 1919’da kızı Rosalind dünyaya gelir. 1920’de ilk romanını tamamlar (“The Mysterious Affair at Styles” – “Styles’deki Esrarengiz Vak’a”-) ve kocasının bulduğu iş sayesinde Kanada’dan Avustralya’ya kadar dünyanın dört bir yanını dolaşır.
1926 yılına kadar süren bu mutlu ve hareketli günler kocasının bir başka kadını sevdiğini söylemesi üzerine noktalanacak, hemen ardından annesini de kaybeden Christie, sıkıntısının Şark Ekspresi ile Doğu’ya yapacağı seyehatle hafifletmek isteyecektir.
608 sayfalık “Hayatım”ın 442 sayfasına geldik. Şark Ekspresi ile Turkiye üzerinden Suriye’ye oradan Mısır’a geçen Christie’nin Mısır’da arkeolojik kazılar yapana Max’le tanışması, kendisinden çok genç olan Max’ın ısrarlarına dayanamayıp evlenme kararı, II.Dünya Savaşı sırasında Londra’daki University College Hastahanesi’nde hemşirelik yaptığı zamanlar, roman yazmayı sürdürmesi, Doğu’ya yeni seyehatler ve ardı ardına kazandığı başarılar çok daha hızlı geçilmiş.
“Hayatım”ın noktalandığı 1965 yılından sonrasını da hatırlatalım: 1967 yılında British Detection Club başkanlığına seçildi, 1971’de Kraliçe’den asalet ünvanı (Dame of The British Empire) aldı. 12 Ocak 1976’ da Oxforshire’daki Wallingford’da öldüğünde, 56 yıl süren yazı serüveninde geriye 67 polisiye roman, 17 hikaye kitabı, 21 polisiye oyun bırakmıştı. Ayrıca Mary Westmancott müstear adıyla yazdığı altı aşk romanı da bulunuyor.
Hayatından Yazdıklarına
Bir yazarın otobiyografisini okurken hayatıyla yazdıkları arasında bağlar kurmak, neden polisiye yazdığının cevabını aramak, karakterlerinin hayatındaki karşılığını aramak kaçınılmazdır. Agatha Christie’nin otobiyografisi bu konuda büyük bir hazine sunuyor meraklısına. Mesela mekanlar; Ashville’deki ev, İngiliz kırsalının sakin atmosferi, sonra uzak diyarlar Avustralya, Şark Ekspresi’nin geçtiği topraklar, Irak, Mısır izlenimleri okuyucuları için çok tanıdık gelecek. Özellikle hayatının her anında dilinden düşmeyen Ashville’deki ev. Christie polisiyelerinin büyük çoğunluğunun İngiliz kırsalında geçmesinin nedensiz olmadığını hatırlatıyor. Soylu, ya da zengin sınıfa mensup insanların evleridir anlattığı. Bu evleri, bu insanları içeriden yazdığı hemen anlaşılıyor. Anlaşılan bir diğer husus romanlarında toplumsal eleştiriye yer vermeyişi. 600 sayfalık anılarda İngilterenin sosyal ve iktisadi yapısına hiç değinmediği gibi gezdiği yerlerdeki halkın ekonomik durumunu da gözlememiş, daha doğrusu anıları içine almaya gerek görmemiş.
Polisiye roman yazma kararını verdiği günlerde askeri hastahanenin eczahanesine çalıştığını söylemiştim. Gerçekten de zehirler hakkında okuyucusunu bile fikir sahibi yapacak düzeyde bilgilidir. Arsenik ve siyanür gibi herkesin bilebileceği zehirler değil, adını ilk kez onun sayesinde duyacağınız organik ve sentetik egzotik zehir çeşitleri ile tanışabilirsiniz Christie polisiyelerinde. Bu zehir bilgisi sayesinde daha ilk romanlarında cesaret verecek eleştiriler aldığını eklemiş anılarına.
Edebiyat açısından daha da önemlisi ona ilham veren ya da yol gösteren yazarları ve kitapları, iki ünlü detektifini –Hercule Poirot ve Mis Marple’ı- yaratma süreçlerini ve yayıncılarla olan ilişkilerini yani kitaplarının yayımlanış hikayelerini uzun uzun anlatmış olması. Biraz uzun ama önemli ayrıntılar içeren bir alıntı yapmak istiyorum:
“Sanırım kitabın adı “The Mystery of the Yellow Room” idi. (Sarı Odanın Esrarı) Kitap daha yeni satışa çıkmıştı, Gaston Le Roux adında yeni bir yazarın imzasını taşıyordu; romanda genç ve güzel bir gazeteci detektif vardı, adı Rouletabille'di. Bu özellikle insanı şaşırtan romanlardan biriydi; iyi kurgulanmıştı, bazılarının haksızlık bazılarının ise haksızlık sayılabilir diye tanımlayacaklan türdendi. İnsan, ipuçlarının romanın içine dikkatle gizlendiğini görebiliyordu…. Ablamla bu roman üzerinde uzun uzun konuştuk, birbirimize görüşlerimizi anlattık ve romanın en iyilerden biri olduğuna karar verdik. Detektif hikâyeleri ablamla ikimizin uzmanlık alanımızdı. Madge, daha küçükken beni Sherlock Holmes ile tanıştırmıştı ve sonra da ben hep onun izinden gitmiştim. Ablamı izlemeye sekiz yaşındayken Madge'in bana okuduğu ve bayıldığım “The Levenworth Case” ile başlamıştım. Daha sonra sıraya Arsene Lupin girdi, fakat ben onun maceralarını çok heyecanlı ve eğlenceli olmalarına rağmen gerçek detektif hikâyesi saymadım. Bir de çok beğenilen Paul Beck hikâyeleri vardı. The Cronicle of Mark Hewitt'"' ve şimdi de “The Mystery of the Yellow Room” vardı. Bu kitaplardan ilham alıp bir detektif hikâyesi yazmayı deneyeceğimi söyledim.”
Poirot’un neden Belçikalı olduğundan tutun da Hercule ismine layık görülmesine, Miss Marple’ın yaratılış nedenine, roman kişilerinin fiziksel görünüşleriyle isimleri arasındaki uyuma, romanlarındaki İngiliz sömürgelerinden dönen ordu mensubu ve muflis aristokratların kimlerden esinlenerek yaratıldığına, polisiye roman için uygun bulduğu karakter sayısına kadar pek çok yazarlık sırrını ifşa eden Christie, suç ve ceza, katil ve kurban hakkındaki düşüncelerini de belirtmiş. Aslında cinayeti kötü ve mutlaka cezalandırılması gereken bir eylem olarak gören detektiflerinin romanlarda sarf ettiği sözleri hatırlatıyor;
“Öldüren kişileri hemen yargılamam, fakat onlar toplum için zararlıdırlar; nefretten başka bir şey getirmezler ve ondan mümkün olduğu kadar çok şey almaya bakarlar. Ben onların böyle yaratıldıklarına inanmayı isterim, onlar bir yeteneksiz olarak doğmuşlardır, belki bu yüzden onlara acımak gerekir, fakat öyle olsa da onları başkalarından ayıramayız. Çünkü ortaçağlarda salgın hastalık olan bir köyden kaçmayı başaran adamın yakındaki başka bir köyde suçsuz ve sağlıklı çocukların arasına kanşmasına da ayrıcalık tanıyamayız. Suçsuzlar korunmalı, komşularıyla barış içinde ve yardımlaşarak yaşamalılar.”
Bu açıdan bakıldığında, yazarın romanları protestan inancını taşıyan teolojik metinlerdir. Bütün Agatha Christie metinleri arasıda suçun cezasız kaldığı tek istisna, "Şark Ekspresinde Cinayet"tir. Ama, insaf edelim biraz; oradaki katil de gerçekten büyük bir kötülük yapmış, küçük bir çocuğu fidye için kaçırdıktan sonra öldürüp ailenin mahvına neden olmuştu...
Genç yazarları cesaretlendirecek bir yazarlık serüveni okuyoruz “Hayatım”da. Bugün birer Christie –hatta polisiye- klasiği sayılan ilk romanlarının birkaç yayınevi tarafından reddedilmesi, yayımlamaya karar verenlerin ise yazara neredeyse hiç denilecek kadar az bir telif ödemeleri anıların edebiyatseverler için en renkli bölümleri.
20.yüzyılda yaşamasına rağmen doğduğu 19.yüzyılın İngiliz hanımefendisi karakteristiğini yansıtan Agatha Christie’nin anılarını okuduktan sonra kanlı ve kaba öldürme sahnelerine neden hiç rağbet etmediği sorusu da siliniyor aklımızdan. Yazmaktan çok yaşamayı seven bir kadın için “Ölüm Düşesi” lakabı şimdi hiç sevimli gelmiyor…
Kategori: A. Ömer Türkeş Yazıları