Rıza Kıraç’ın ilk roman denemesi olan ‘’Cin Treni’’ de bir polisiye. Öyle “katil kim” tarzında değil ama; Amerikan filmlerini andıran mafyatik bir öyküsü var romanın. Karanlık iş adamı Cemal Mehdi, Mehdi’nin İtalyan eşinden olan kızı Cecille, müdür Piteruccio, sinsi muhasebeci Arif Bey, hayata yeni atılan temiz genç Muharrem, Muharrem’in medyada kaşarlanmış arkadaşı Nahit, Muharrem’in eski nişanlısı Ülkü, eski kayınpeder adayı Tahir, eski polis Taner ve emniyeti temsilen komiser Sedat’tan oluşuyor romandaki karakterler.
İzmir’li zengin iş adamı Tahir Bey’in kızı Ülkü ile evlenmenin arifesinde, kendi ayakları üzerinde durmayı tercih eden Muharrem İstanbul’a gelir ve uluslarası ticaret yapan bir şirketle ilk görüşmesinde müdür yardımcısı olarak işe alınır. Kısa zamanda, patronu Cemal Mehdi’nin kızı, arkadaşı Nahit’in ise eski sevgilisi olan Cecille tarafından baştan çıkarılır. Nahit hem televizyonlarda program yapan hem de gazetelerde köşesi olan tanınmış bir kişidir. Her şey onun Mehdi Bey’in evinde, cinayet üzerine yaptığı bir konuşma ile başlar. “Cinayet kültürümüz sıfır... Bütün bunlar kültür meselesi, bir işe başlarken nasıl aklımıza ilk geleni bir çırpıda yapıyorsak, cinayeti de öyle işliyoruz. Yaptığın işin tadına varacaksın, en ince ayrıntısına kadar kurgulayacaksın, polislerin kısa sürede ulaşabileceği delilleri mekana serpiştireceksin, her şey senin istediğin mecrada cereyan edecek...” diyen Nahit, oradakileri gerçek bir cinayet oyununa davet eder; “Tek kural birbirimiz öldürmeyeceğiz, bunun dışında her şey serbest ve kimse sapıkça davranmayacak, yani tasarladığı cinayetten esaslı bir çıkarı olacak, oyun bittiğinde, cinayete mantıklı bir açıklama getireemzse ona bir ceza vermeliyiz.
Sonuçta Muharrem’in itirazlarına rağmen “oyun” başlar. Cinayetler de tabii... İşler bir anda karışmış, olay medyaya aksetmiş, Nahit ve Muharrem polis tarafından aranır olmuşlardır. Ortaya karanlık bir tip olan Taner de çıkar. Tahir Bey ve kızı Ülkü ise İstanbul’a gelerek olaylara dahil olurlar. İşin ucu Mafya’ya uzanmakta ve adı geçen hemen herkes bu kirli ilişkilerden nasibini almış görünmektedir. Cinayet sayısı giderek artar ve tam sıra okuyucuya gelecekken roman biter...!
Görüldüğü gibi polisi ilgilendirecek bir konu ve çok sayıda suçlu var Rıza Kıraç’ın öyküsünde ama merak duygularımızı uyandırmaya yetecek, okuyucuyu işin içine katacak bir muamması yok. Bir süre sonra, bizim çok dışımızda olup biten, gazete sayfalarından biraz da tiksinerek izlediğimiz insani ve cinai ilişkilerden kolaylıkla sıkılabilir, “rüzgar eken fırtına biçer” deyip ilginizi yitirebilir ve inmek isteyebilirsiniz “Cin Treni”nden.
Yazarın Gözüyle
Romanı henüz yayınlanmadan bile romanı üzerine söyleşilerini okuduğumuz Rıza Kıraç, kendi metnini şu sözlerle yorumluyor; ‘’Polisiye okurunun mutlaka bir beklentisi vardır; ‘’Cin Treni’’ bu anlamda beklentilere cevap verir mi, bilmiyorum. Çünkü hemen hemen üç farklı polisiye tarzını karıştırarak dedektifi olmayan bir polisiye romanı yazdım. Çok fazla polisiye kitap okuduğum söyenemez. Ama çok fazla polisiye film seyrettim. Polisiye de bütün şablonlar oturmuş durumda… Polisiye hikayeler şablonlarla ilgili çünkü… O yüzden ucuz bir edebiyat olarak görülüyor... Bir merak öğesi olması gerekiyor. Ben polisiye kültürünü sinemadan aldım. Ama bazı klasik polisiye romanları da okudum. Polisiye tamamen kurmaca gerektiriyor. Okur, yazarın iç dünyası ile ilgilenmiyor. Okur, kurgudaki karakterleri görmek istiyor. Çünkü merak ediyor.
‘’Cin Treni’’nin bir dedektifi yok Çünkü Türkiye’de böyle bir durum yok. Bu daha çok Türkiye’nin yapısı ile ilgili bir şey… ‘’Cin Treni’’nde anlatmak istediğim hiç kimsenin cin olmadığıydı. Türkiye’de herkes kendini cin sandığı için karşısındakini çarpmaya çalışıyor. ‘’Cin Treni’’ espirisi de burada… Ama şu var; aslında hiç kimse cin değildir. Hepsi cin olmaya çalışan ölümlülerdir. Böyle bir ortamda da mutlaka büyük balık küçük balığı yutacaktır. Roman da böyle bir sonla bitiyor. “
Öncelikle belirtmeliyim ki, “Türkiye’de polisiye roman yazılmasının maddi koşulları yok” ya da “Türkiye’de polisiye roman yeni yazılıyor” tarzındaki tesbitlerin gerçekle uzaktan yakından hiç bir alakası yok. Eğer yazarlar ve konu ile ilgili görüş bildirenler yalnızca “Cumhuriyet Dönemi Türk Romanı Tarihi” ile biraz ilişki kurmuş olsaydılar, 1920’lerden 1960’lara kadar; başta Vala Nurettin, Peyami Safa ve Ümit Deniz olmak üzere pek çok yerli yazarın detektifli ya da detektifsiz pek çok polisiye romana imza attığını ve o yıllarda bu romanların çok sayıda okuyucuya ulaştığını bilebilirlerdi. Hatta Nazım Hikmet’in ilk romanı da bu tarzda yazılmış bir gazete tefrikasıydı.
Rıza Kıraç, Türkiye’de detektifli polisiye yazılamamasının nedeni gerçekliğe aykırılık olarak gösteriyor. Peki ama, iş adamlarının oynadığı ölüm oyununun televizyon bültenlerinde, gazete manşetlerinde birinci haber olarak verildiği kendi öyküsünün nasıl bir gerçekliği var acaba? Şöyle bir kıyaslama yaparsam, Celil Oker’in özel detektifi Remzi İnanç, onun izlediği iş dünyası ve o dünyada olup biten cinayetler, “Cin Treni”nde anlatılanlardan çok daha gerçeğe uygun diyebilirim. Gerçeğe uygunluk, birebir maddi hayatla olan uygunlukla ölçülseydi eğer, hiç bir bilim-kurgusal veya fantastik metin ciddiye alınmazdı. Sanıyorum metinlerin kendi iç gerçekliği sağlıyor o metnin inandırıcılığını, gerçeğe uygunluğunu.
Polisiye metinlerden çok polisiye sinemaya olan ilgisini gizlemeyen Kıraç’ın sık sık sinemacı yanı ağır basıyor ve mekanları -sanki kamera nasılsa gösterecekmiş gibi- yeterince işlemiyor. Gerçi zaman zaman mekan tarifleri var; mesela İzmir’e gelen Muharrem’in dolaştığı Pasaport ve Kıbrıs Şehitleri Bulvarı tasvirleri gerçekten güzel ve canlı ancak cinayet oyunu sürerken böylesine zengin sahneler bulamıyoruz.
Karakterlerin inandırıcılığı da tartışmalı. Ne cinayet işleyecek bir kültür eksikliğinden yakınan köşe yazarı -ODTÜ mezunu- Nahit, ne Mafyalığını gizleyen iş adamları ne de eski işkenceci polis Taner ikna etmedi beni. En çok da, yazar, onları siyasali toplumsal ve ekonomik konular üzerine uzun uzun konuştururken çıkıyor problem. Mesela, eskinin işkencecisi, yeninin tetikçisi Taner bile geri durmuyor büyük laflarla memleket tahlilleri yapmaktan; “Bu ülkede sermayenin gerçek sahibinin kim olduğunu kimse bilemez. Gazetelerde boy gösteren iş adamlarının çoğu vizyonu olan, bundan dolayı piyasaya sürülen insanlardır. Sizin anlayacağının paranın ardındaki asıl güç hiç bir zaman görülmez” deyiveriyor.
Son olarak, kadın cinselliğini kullandığı imgeler yazarın şairliğini hatırlmasından kaynaklanıyor herhalde ama hiç de yerini bulamıyorlar; “deniz, az sonra bekaretini vereck genç bir kız gibi süt liman, bir o kadar da tedirgindi” ya da “masanın kenarlarına verilen kavisler, mobilyaların o yuvarlak kadınsı çizgileriyle bütünleşiyor, bir kadının en çekici organıymış gibi odanın bütün mahremiyetini açığa vuruyordu” ifadelerini oldukça zorlama bulduğumu söylemeliyim. Polisiye metinlerin dayanılmaz çekiciliğinin o sade, basit ama kendisini ifade etmekte hiç zorlanmayan usluplarında olduğunu unutmamak gerekiyor.
Kategori: A. Ömer Türkeş Yazıları