1956 yılında İspanya’da doğan, sanat tarihi öğrenimi gören, daha ilk romanı "Beatus Ille"(1987) ile ünlenen, çok sayıda edebiyat ödülüne değer görülen, İspanyol Dili Kraliyet Akademisi üyeliğine seçilen, son romanı "Dolunay"la(1997), ilk kez dilimize çevrilen Antonio Munoz Molina, ülkesinin suça bulaşmış tarihini anlatmak için polisiye kurguya başvuruyor. Meraklıları için bir not düşelim; "Dolunay" 2000 yılında Imanol Uribe tarafından sinemaya da aktarılmış.
Genel hatları ile özetlersek çok tanıdık, bildik, hatta sıradan bir konusunu var romanın; küçük bir kız çocuğu sapık bir katil tarafından cinsel tacize uğramış ve boğularak öldürülmüş olarak bulunur. Kente yeni atanan yalnız bir polis müfettişinin takıntılı bir biçimde peşine düştüğü bu iç bulandırıcı cinayet halkın merak, nefret ve korku duygularını körükler, pek çok farklı karakteri biraraya getirirken müfettişle kızın öğretmeni arasında bir aşkın tohumlarını da atar…
Bir sapığın peşinde
Kitapevlerinin "best-seller" raflarına bir göz attığınızda yukarıdaki özetle birebir örtüşen pek çok romanla karşılaştığınızı, TV kanallarında gösterilen polisiye dizilerde buna benzer sapık katil hikayelerini sıklıkla izlediğinizi hatırlamışsınızdır. Holywood sinemasının da hiç vazgeçemediği kadim bir temadır bu. Ne var ki, gerilim öğesini özellkle küçük çocuklara yönelik şiddetin izleyicide/okuyucuda yaratacağı tepki üzerine kuran bu türden polisiyelerle birkaç cümlelik özeti dışında hiçbir ilişkisi yok "Dolunay"ın; İspanya’nın toplumsal hayatını tarihsel boyutu içerisinde polisiyelere özgü bir kurguda anlatan Molina, taşranın bunaltıcı atmosferini, yoksulluğu yansıtan mekanlarını, mutsuz ve huzursuz insan tiplerinin bu mekanlarla örtüşen psikolojilerini sergileyen tasvirleriyle farklı bir kulvarda yürüdüğünü hemen belli ediyor.
Her ne kadar Müfettiş tipinin hikayede kapladığı ağırlıklı yer ve katili bulmak için yürütülen soruşturmayla polisiyelere özgü kalıplara yer verilse de, "Dolunay"da ne müfettiş her şeyi bilen süper detektiflere benziyor, ne yaradılıştan kötü katil ya da profesyonel suçlu tipleri var. "Birini öldürmek aslında çok kolaydır, kayda değer bir yanı, çekici bir tarafı yoktur, heyecan bile vermez" diyen Müfettiş, suçun sıradanlığının da, bayağılılığın da farkındadı; suçu cazibeli hale getiren sinemadan bu nedenle tiksinir. Aslında sinemanın yaptığı duyarsızlıktan, acımasızlıktan, baştan savmacılıktan başka bir şey değildir ona göre; teröristler ve uyuşturucu kaçakçılarının tetikçileri dışında kimsenin bir şey planlamadığını, insanları korkutmanın kolaylığını, kurbanın boyun eğmesi için bir bağırışın, bir jestin kafi geleceğini bilerek, ne silahına ne de rasyonel aklın huzur verici çözümlemelerine bel bağlamaksızın yürütür soruşturmasını. Nitekim "bir suç işleyip cezasını çekmemek oldukça kolay" diyecektir sevgilisine; "hele açık bir amaç yoksa, fail suç dünyasına ait değilse… Bilimsel gelişmeleri unut. Bir suçu çözerken en sık kullandığımız yol, en ilkel yoldur aslında: İhbar"..!
Cinayetin çözümü kadar, cinayet anının, kurbanın ve katilin neler hissettiklerinin izini de sürer Müfettiş; zihni, "katil, kızı boğarken neler görmüştü; şimdi nereye giderse gitsin içinde, hatta belki rüyalarında, nasıl bir hatıra taşıyordu, kız son anda neler hissetmişti?" soruları ile umutsuzca çalkalanırken bunu kimsenin hiçbir zaman bilemeyeceğinin, "birkaç saniye ya da dakikalık hızlı solumanın ardından varlığı son bulan o kızdan, Fatima’dan başka kimsenin, çekilen acının, korkunun, acımasızlığın büyüklüğünü, derinliğini anlayamayacak" oluşunun çaresizliği ile o ana tanıklık eden son kişinin, yani katilin gözlerini arar her yerde. Ancak ikinci bir saldırının ardından katille göz göze geldiğinde, o kızın gözlerini gören gözlerde aradığı izleri bulamayacaktır.
Polisiyeyi edebiyat yapan
"Dolunay"da kapalı bir anlatım tarzı seçmiş yazar; tarihsel akış, siyasal ve toplumsal olaylar açık bir biçimde dile getirilmemekle birlikte roman kişilerinin hayatlarını belirlemişlikleri ile her an önümüzdeler. Müfettişin, ruh sağlığını yitiren karısının, öğretmen Susana Grey’in, adli tabip Ferreras’ın, Peder Orduna’nın, Fatima ve ailesinin bir cinayet etrafında kesişen kaderlerini belirleyen etken İspanya’nın kaderini de belirleyendir.
İki aylık soruşturma süresinde zamansal sıçramalarla Franco iktidarına kadar uzanan hikayede kişilerin şimdiki zamandaki duygu ve düşüncelerinin ardalanı da sergileniyor. Böylelikle Müfettiş’in kendisini neden hep bir suçlu gibi hissettiğini, Susana Grey’in yalnızlığını, Peder Orduna’nın bir din adamından umulmayacak siyasi tavırlarını anlayabiliyor, katilin yakalanıp yakalanamayacağı kadar Bask hareketi tarafından adım adım izlenen Müfettişin akıbeti hakkında da meraklanıyoruz.
Hikayesi, olay örgüsü, karakterleri ve karakterlerinin psikolojisine yer vermesiyle okuyucuyu hemen içine çeken "Dolunay"ın asıl başarısı anlatım özelliklerinde: Geçen ay yayımlanan Tim Parks’ın "Kader" romanındaki gibi, bir ölümün trajedisinden yola çıkan Molina, ölümün insan zihninde tetiklediği duygu ve düşüncelerin o karmaşık haritasını dilin karmaşıklığı eşliğinde çıkarıyor. Zirvesine 19.yüzyılda tırmanan roman sanatının başlangıcında bir roman karakterinin tarifi için, o karakterin dış görünüşünün yüzeysel bir çizimi, yaptıkları ve yaşadıklarının aktarımı yeterliydi. Çevrenin, mekanın, eşyanın –mesela bir yeleğin, ütülü bir pantolonun, kolalı bir gömleğin- insanların bireyselliğini simgelediği 19.yüzyılda, basit bir tarif yetersizdi artık; bir evin kirli duvarlarının, mutfaktan gelen yemek kokularının, paranın sağladığı olanakların tasviri de gerekliydi. 20. yüzyılda bu saydıklarıma insan bilincinin tasviri de eklendi. Molina da, mekanların, eşyaların ve bilinçte olup bitenlerin güçlü tasvirleriyle, hayal ve gerçekleri, duygu ve düşünceleri roman kahramanlarının bilinçlerinde dolaşarak, bilinçlerindeki çatlak ve yarılmaları sergileyen tasvirlerle yansıtmış.
Yer yer imgelerle yüklü uzun tasvirler, kimi zaman gündelik konuşmanın doğallığını taşıyan kısa cümlelerle kurgulanan "Dolunay"ın 172.sayfasında başlayıp 173’te noktalanan tek bir cümle var ki, yazarın tasvire dayalı uslubunun bütün özelliklerini barındırıyor. "Elleri temiz, elleri surekli ıslanmaktan buruş buruş, elleri çalışmaktan ve soğuktan kızarmış; ellerin parrnakları kalın, tırnakları çentikli, uçları pürüzlü, kıymıklı, tırnakların altı sabuna, sıcak suya, kızarık ellerin altında ovulduğu kaynar ya da buz gibi suya rağmen hep siyah; eller çiğ et gibi nemli, hasta eli gibi solgun; bu solgunluk ne ellerin boyutuyla ne de sıkmaya, koparmaya, içorganlarını bir kerede çıkarmak için pullu karınlara çengel gibi batmaya alışık demir gibi kuvvetli parmaklarla bağdaşıyor: eller hızlı, usta, etkili ve acımasız, nemden, yağdan ve balık pisliğinden kayganlaşmış kolileri kaldıran, hiçbir şey yapmadığında pis bir önlüğün altında gizlice birbirine kenetlenen, sinirli, şekilsiz, çok çalışmaktan, kaba yüzeylerle, ıslak, soğuk ve kılçıklı şeylerle temas etmekten yaşlanmış, dondurucuların soğuğundan sertleşmiş eller, daha genç ve daha zayıf görünümlü bir bedene dikilmiş gibi, yüze nazaran çok daha yaşlı ve çatlak, her gün çalışmanın yol açtığı yıpranmayı gizleyemiyorlar, kokuyu da;…."
Kategori: A. Ömer Türkeş Yazıları