“Haliç’te Cinayet”, Oğlak yayınlarının “Türkiye Polisiyeleri” dizisi çerçevesinde başlattığı Çetin İkmen polisiyelerinin dördüncüsü… Hikayelerin arkasındaki İstanbul manzaralarının, insan tiplerinin ve kimi olayların sahiciliğini yirmi yıldır yaptığı Türkiye ziyaretleri ile sağlayan Barbara Nadel, diziyi yazmaya devem ediyor.
Barbara Nadel’in komiseri de bu toprakların insanı olduğu hususunda ikna edici. Orta halli bir devlet memuru olarak canlandırılan Çetin İlkmen, davranış ve düşünüş biçimleriyle kimi zaman yerli yazarların kaleminden çıkan polis tiplemelerinden daha sahici. Bir yandan karısı Fatma’nın kaprisleri, ihtiyar babasının huysuzlukları ve geçim dertleri ile bunalan, öte yandan amirlerinin baskılarına akılcı manevralarla direnmeye çalışan, güç bela kontrol altına alınmış bir ülsere sahip, sigara tiryakisi, stresli bir adam o. Üstelik tam dokuz çocuk sahibi!... Ama bu umarsız ya da tevekkel erkeklik hali komiserimizin ateist ve aydınlanmacı kimliğine hiç uygun düşmemiş. Kısacası, Çetin İkmen tiplemesinin yegane kusuru, Türklerin çok çocuklu bir millet özelliğini de üstlenmesinde. Sanıyorum Nadel, kahramanı üzerinden doğu-batı sentezine varmak, daha doğrusu Batı okuyucusunun ilgisini -bu tarzdan hayali sentezlerle- çekmek istemiş. Yardımcısı Süleyman da –üstesinden gelmek zorunda olduğu gündelik dertleriyle- tanıdık biri.
Çetin İkmen, Hüseyin Rahmi’nin “Kesik Baş”ta canlandırdığı polis komiserine çok benziyor. "Kesik baş cinayetinin tahkikına memur edilen, bu gibi esrarengiz vakaları tedkik ve araştırmadaki tecrübe, ihtisas ve muvafakiyetlerile maruf” Remzi ve Seyid efendiler polisiye edebiyatın klasik ikilisinin özgün bir adaptasyonuydular. Barbara Nadel polisiyeleri gibi “Kesik Baş”ta da olaylar Beyoğlu, Şişli, Kuledibi, Eyüb gibi semtlerde, İstanbul'un gizemli atmosferinde, metruk mekanlarında, yazarın mümkün olduğunca geniş tutmaya çalıştığı İstanbul coğrafyasında cereyan ediyordu. Üstelik insan tiplemeleri de çok zengindi; yahudiler, ermeni ve rumlar, levantenler, arabacılar, bıçkınlar, randevu evi sahibi madamalar, zanlıları takip etmek için taksi kiralayan polisler, küçük memurlar, zengin tüccarlar, mirasyediler, kısaca İstanbul ahalisinin tekmil-i birden, kendilerini çok iyi yansıtan lehçeleriyle boy göstermişlerdi.
Pek çok polisiye dizide olduğu gibi Barbara Nadel polisiyelerinde de birtakım kalıplar göze çarpıyor. Bunlardan en önemlisi muammanın pek çok farklı etnik kökenli insan tipi etrafında kurgulanması. Öyle ki, etnik kültürlerin –aslında neredeyse unutulmuş- ritüelleri zaman zaman polisiye kurguyu perdeliyor. “Baltazzar’ın Kızı”nda Ekim devriminden kaçıp gelen Ruslar, “Arabesk”te Yezidiler vardı. Bu kez sıra Arnavutlara gelmiş. Arnavutlara, büyülerine ve kan davalarına…
1990’ların başında Arnavutluk’tan İstanbul’a göçen Berisha ailesinin oğlu Rıfat’ın boğazı kesilmiş bir halde bulunması üzerine şüpheler Vlora ailesinin oğullarına toplanmıştır. Ancak otopside çok sağlıklı görünen Rıfat’ın bir böbreğinin alındığı, Rıfat’ın yakın bir tarihte İngiltere’ye gittiği ve lüks bir otomobil satın aldığı anlaşıldığında, böbrek bağışı yaptığı Evren ailesi de sorgulanacaktır. Üstelik çok çirkin olduğu halde kendisini çok güzel sanan Felicity Evren, Rıfat’ı tutkuyla sevmekte, büyük bir servetin sahibi baba İlhan Evren, karanlık ilişkiler çevirmekte, küçük kardeş Ali(David) ise psikolojik tedavi görmektedir.
Arnavutluktan yeni geldikleri için geleneklerini muhafaza eden Beria ve Vlora aileleri arasındaki gerilimle uğraşan Çetin İkmen, kendisini doğrudan ilgilendiren sırlarla da yüzleşmek zorunda. Kahramanımız, küçük yaşta kaybettiği annesinin bir cinayete, Arnavutların “gjakmario” dedikleri kan davasına kurban gittiğini öğrenecek ve iki cinayeti bir arada çözmeye çalışacaktır.
Barbara Nadel, polislerle şüpheliler arasında kurduğu kişisel ilişkiler sayesinde olaylara dramatik bir boyut kazandırırken iki koldan akan hikayesini çok sayıda insan tipi ve çözülmesi gereken çok sayıda problemle renklendirmiş. Mesela Beriaların ve Vloraların cesetleri bulunamayan kayıp çocukları, Ali’nin ablası Felicity’nin yüzünün aynada görünmediği iddiası, Çetin İkmen’in annesinin ölümünün ardındaki sırlar sürekli meşgul ediyor zihnimizi. Nadel, her zamanki gibi cinselliği de sokmuş işin içine. Eh, elbette sona geldiğinde tempo hızlanıyor ve Ayasofya’nın karanlık dehlizlerinde geçen birkaç saatlik gerilimle hikaye bir çözüme bağlanıyor.
Suçluları bulmak için İstanbul sokaklarını arşınlayan Çetin İkmen ve arkadaşlarının okuyucuyu kandıracak hilelere yer vermeksizin yürüttükleri soruşturmalar, okuyucuyla paylaşarak topladıkları suç delilleri ve akılcı çözümler, Barbara Nadel polisiyelerinin olumlu yanları. Hikayelerin yaşandığı zamanın toplumsal, ekonomik ve siyasal olaylarının gözler önüne serilmesini de önemli buluyorum. Mesela Kocaeli depreminin insan hayatlarında açtığı yaralar ve yarattığı korkular, ekonomik kriz, F-tipi cezaevlerinin ürkütücülüğü, güneydoğudaki savaşın travmatik etkileri, yerli romanlarda göremediğimiz bir netlikle vurgulanmış.
Barbara Nadel polisiyelerinin “zayıf karnı”na, seçtiği okuyucunun isteklerini karşılamak için hikayeye kattığı motiflerle dokunabiliriz: Çetin İkmen’in dokuz çocuğuna ve Arnavut kökenine değinmiştim. Romanda karşımıza çıkan insan tiplerinin hemen hepsi sanki toplumsal mozaik yaratmak için bir araya getirilmişler. Felicity ve Ali’nin annesi İngiliz, Psikiyatrist Birgül Halman’ın annesi İrlandalı, adli tıp doktoru Arto Sarkisyan Yahudi, ürkütücü sorgu memuru İsak Çöktin Kürt, depremde belden aşağısı kesilen polis memuru Baltazar Kohen Rum, İkmen’in yardımcısı Mehmet Süleyman Osmanlı aristokrasisine mensup bir ailenin evladı….
Hikayesini İstanbul’un polisiye atmosfer yaratmaya elverişli semt, sokak ve evleri, kökleri Osmanlıya kadar uzanan tarihi ve zengin kültürel çeşitliliği ile renklendirmek için, Barbara Nadel de bütün oryantalistler gibi gözünü kültürel farklılıklara, garip görünen törenselliklere, anlaşılmaz davranışlar sergileyen insanlara çeviriyor. Diğerleri kurtulmuş, ama Arnavutlarla ilgili yargılar aşağılayıcı. Birkaç örnek verelim; “Arnavutluk acımasız bir yerdir… Orası cadılar, ifritler, diktatörler, gangsterler ve yalancılar üretir”, “erken ölen annesi ve bir kaçığın abuklamasına benzediğini söylediği dili küçümseyen babası arasında, Çetin çok az Arnavutça öğrenmişti”, “merhum babası, annesinin Arnavutluk’ta bir hukuk sistemi fikri karşısında bile kahkahalarla güldüğünü anlatmıştı. Annesi, hukukla Arnavutluk’un bağdaşmayacağını söylemişti”, “Arnavutlar’ı düşün ve buna annemi de dahil ediyorum, kesinlikle cehalet içinde yaşıyorlar”... Neyse ki sonunda Aryan için “O iyi bir adam, Arnavutlar’ın bu dünyada gerçekten bir gelecekleri olduğuna inanmamı sağladı” diyen Çetin İkmen, baştan beri söylenenleri biraz olsun dengeliyor.
“Tam aşağıda Boğaz’ın köpüren suları ve bunun ötesinde gizemli, yasak Çin’e kadar uzanan Asya”, “Rıfat, Orta Asya Bozkırlarından gelen sert, yakıcı rüzgara kapıyı açtı” gibi bilinçli kullanılan uygunsuz coğrafik imgeler, “ilerlemeliyiz, eğitmeliyiz, öğretmeliyiz. En azından çocuklarımıza nefret etmemeyi öğretmeliyiz” tarzında Batıdan Doğuya verildiği aşikar olan mesajlar da pek sevimsiz. Ancak polisiye metinlerin barındırdıkları ideolojileri didiklemek kolaycılık olur. Bir polisiyesever için önemli olan muammanın nasıl kurulduğudur; Barbara Nadel, bu konuda işinin hakkını veriyor.
Kategori: A. Ömer Türkeş Yazıları