“Yeşil Elmalar” adı ilk kez, Akşam gazetesinde 4 Nisan 1936 tarihli ilanla duyuldu. Tam on dört gün sürmüştü Nazım Hikmet’in “pek yakında neşriyatına başlanacak ilk romanı”nın ilanı. Hatta, dönemin ünlü karikatür ustası Cemal Nadir’in 17 Nisan tarihli “Bay Amca” köşesindeki çizgiler de “Yeşil Elmalar”ı konu almıştı. Tefrika, 18 Nisan 1936 tarihinde göründü Akşam’ın sayfalarında, 73 sayı sürdü ve 30 Haziran 1936’da sonlandı. Aynı yıl İnkilap Kitapevi’nin “Yerli Romanlar” serisinde kitaplaştırılan “Yeşil Elmalar”, farklı yayınevleri tarafından birkaç kez yayınlandı, ama ilgi bulduğu söylenemez. Hatta yazarın böyle bir roman yazdığını bilenlerin sayısı bile pek azdır Türkiye’de. Oysa, çok eğlenceli bir hikayesi var “Yeşil Elmalar”ın.
“Yeşil Elmalar”, Pınar yayınevince yapılan 1965 tarihli baskısının Ş.H. imzalı önsözünde şu cümlelerle tanıtılmıştı; “Olayları İstanbul’da ve Yeni Gine’de geçen bu cinayet ve macera romanının İstanbul’da geçen heyecanlı sahnelerinden sonra, romancı bizi sömürge memleketlerin egzotik hayatile yakından temasa getiriyor. Sonsuz bir servete kavuşmak hırsı içinde yanıp tutuşan altın arayıcılarının yerli sömürge halkına karşı giriştikleri ölüm kalım mücadelelerile, Göksel’in kişiliğinde canlandırılan o günün iş adamı, hiç bir ahlak kuralını tanımayan, daha doğrusu ahlak anlayışı menfaat münasebetlerinin dar çerçevesi içine sıkıştırılan iş adamı arasında içten ve gizli bir bağ vardır. Bu özellikleri anlatan sayfalar insana Rönesans devri Avrupasında altın aramak için memleket fethine çıkan maceracı ilk İspanyol “conquistador”larını hatırlatıyor. Türkiye’de –küçük çapta da olsa- kapitalizmin gelişmeğe başladığı yıllarda ortaya çıkan iş adamı tipinin ilk taslağını çizen bu roman çeşidi, ne yazık ki, Nazım Hikmet’ten sonra devam etmemiştir.”
Romanın muhteviyatını kısaca özetleyen bu cümlelerde yanlış bir şey yok, ancak anlaşıldığı kadarıyla, Nazım’ın kişiliği, şiirleri ve siyasi fikirleri, onun basit bir macera romanı yazdığını söylemeyi engelliyor ve romanın alt temalarından birine, ahlaksız iş adamı tipine dikkat çekiliyor. Elbette Nazım bir çok yerde ideolojisine uygun ifadeler kullanıyor, hikayenin mekanına uygun biçimde sömürü ve sömürülenler hakkında cümleler sıkıştırıyor araya. Ancak yazarken kendisinin de çok eğlendiği hemen farkedilen “Yeşil Elmalar”a siyasi bir kılıf geçirmek zor doğrusu.
II.Meşrutiyet öncesinde başlıyor hikaye. Tesadüfler, talihsizlikler, insani zaaflar birbirini kovalıyor, Göksel, Hüseyin ve Muhtar Güyan’da kürek cezasına çarptırılmış buluyorlar kendilerini. Güyan cehennemini şöyle canlandırmış Nazım; “Güneşi göremezsiniz. Ağaçların tepesinden gök görünmez ki, güneş görünsün. Orman ebedi, korkunç bir alacakaranlık içindedir. Güyan ormanlarında çimen bitmez. İz yoktur”.... Ve o cehennemde yaşayanlar, yani mahkumlar; “her dokunuşlarında çıplak vücutlarını yakan ateş kamışlarına ve kırmızı karıncaların hücumlarına rağmen yaşıyorlardı hala. Elbiseleri parça parça oldu. Nihayyet çıplak kaldılar. Barındıkları yere yakın iki limon ağacı vardı. Fakat dallarda limonlar tükenince, bataklığın suyunu içer oldular. Artık sıtma girmişti kanlarına. Sıtma, o akrepten, yılandan, kırmızı karınca ve ateş kamışlarından daha korkunç düşman almıştı onları ellerine. Nöbetleri sıklaştı, sıklaştı ve bir sabah Messabro, küreğin en kuvvetli vücudu, dişlerini birbirine çarparak ve toprağın üstünde çırılçıplak debelenerek can verdi.”
Hikayenin heyecan ve gerilimi, mahkumların Güyan’dan kaçıp altın aramak amacıyla Yeni Gine’ye yerleşmeleri ile tırmanıyor. Üç arkadaş zangin bir altın madenine rastlıyor, büyük bir servet yapıyor, ancak geriye dönerken Göksel ve Hüseyin hastalanan Muhtar’ı kaderine terkediyorlar. Göksel, Istanbul’a dönünce Muhtar’ın –olup bitenlerden habersiz- kızı Ayşe ile evlenecek, ne var ki kısa sürede birbirinden öldüresiye nefret eder hale gelecekler, Ayşe’yi Halit Cemil adlı dürüst bir genç kurtaracaktır Göksel’in işkencelerinden.
Romanın bundan sonraki bölümleri Ayşe ve Halit Cemil’in, Ayşe’nin babası Muhtar’ı bulmak için Yeni Gineye yaptıkları seyehate ve Gine’nin egzotik atmosferinde geçen macera dolu günlere ayrılmış. Büyüler, kabileler, kabile şefleri, yabani hayvanlar, balta girmemiş ormanlar, erkeklerin çok eşliliği, gizli cemiyetler, kısaca o dönem okuyucusunun bir macera romanında görmek istediği her şey var “Yeşil Elmalar”da. Özellikle oryantalizmin fethedilecek o uzak diyarlarda varlığını vaadettiği “huri”leri çok çarpıcı cümlelerle canlandırmış Nazım Hikmet. Hikayesine cahil, çocuksu, her an kandırılmaya hazır, birbirlerinin etini yemekten hoşlanan insanlar olarak kattığı yerli halkı sık sık da “vahşi” ya da “yamyam” sözükleri ile niteleyerek bizi şaşırtan Nazım, tam bu emperyal söyleme kapılıp gittiğini sandığımız bir anda sözü “medeniyet”e getirip siyasi mesajlarını –dolaylı yoldan- yolluyor okucusuna; “insan eti yemenin kötülüğünü nasıl, hangi bakımdan anlatalım! İnsan eti yemenin kötü bir şey olduğunu anlatmadan önce, insan öldürmenin kötülüğünü söylemek lazım. Bunu hangi beyaz insan söyleyebilir! Biz beyazlar birbirimizi vahşilerden çok öldürmüyor muyuz?”
Ayşe ve Halit Cemil, bu tarz anlatılardaki “ritüellerin” hemen hepsini eksiksiz yerine getirdikten sonra, bir kabilede büyücülük yapıp o kabilenin reisliğine kadar yükselen Muhtar’ı buluyorlar. Romanın sonunda sıkıldığı anlaşılan Nazım, bu karşılaşmanın akabinde olayları hızlı bir akış içerisinde özetliyor ve yaban ellerdeki üç Türk sağsalim Istanbul’a dönüyorlar...
“Yeşil elmaları”, o dönemde yaygınlaşan seyehat kitapları ve bu kitaplara duyulan ilgiyle birlikte ele almak gerekir. Siyah beyaz Holywood filmlerindeki egzotik doğu yolculuklarıın ya da Tarzan filmlerinin yarattığı şaşkınlığın rolünü de azımsamıyorum elbette... Zaten Nazım da romanın bir yerinde Holywood’a bir gönderme yapıyor. Doğu’ya, Uzak Doğu’ya, Afrika’ya gitmenin çok zor olduğu bir devrin düşgücüne hitap ediyordu bu anlatılar. Gidilmesi imkansız topraklarda kendilerinin yaşamalarının mümkün olmayan maceraları kovalamak isteğiyle edebiyata başvurulduğu, uzak diyarların egzotik atmosferinin romanlar ve filmler aracılığıyla teneffüs edildiği, dünyanın keşfedilmemiş bir karış yer kalmayacak kadar küçülmediği ve bu nedenle insanların hala hayal kurabildiği belki çocuksu ama bugüne göre kuşkusuz çok daha heyecan ve umut dolu günlerde yazılmıştı Yeşil Elmalar.
Çekici hikayesine dalıp gidince biçimsel arayışları farkedemeyebilirsiniz. İlk romanını –hem de tefrika formatında- yazıyor olmasına rağmen, Nazım romanın geleneksel anlatı kalıplarını kırmaya çalışıyor. Şimdi şaşırtıcı gelmeyebilir belki. Ancak Sosyalist Gerçekçilik’in -biçimsel anlamda- 19.yüzyıl romanını fetişleştirdiği bir dönemde, sosyalizme sıkı sıkıya bağlı bir yazar için bu türden arayışlar küçümsenemez. Nazım Hikmet, “bakış açısı” ve “zaman”dan kaynaklanan anlatım sorunlarıyla boğuştuğunu görüyoruz. Halit Cemil’in hatıra defterinden okuduğumuz sayfalarla –birinci tekil şahıs ağzından- başlıyor roman. İkinci kısmda anlatıcı giriyor devreye ve anlatı zamanı di’li geçmişe dönüyor. Ancak bu zamana takılıp kalmamış Nazım ve kimi zaman gelişen olayları bir tiyatro oyunu gibi sergilemeye çalışmış. Mesela Ayşe’nin intihar sahnesine; “Kendine Geldi. Akıntıburnu’nun demir parmaklıklı rıhtımından denize baktığını farketti” cümleleri ile başlıyor, sahneyi daha canlı ve etkileyici bir biçimde tasvir etmek için bir anda değiştiriyor zaman kipini ve “Boğaz’ın suları kıvrılarak, büyük bir balığın sırtı gibi pul pul, rengarenk akıyor. Ayşe’nin önü denizdir. Bir akşam denizi. Üstünden otomobiller geçiyor. Daha uzaklarda bir gazino. Üstünden otomobiller geçiyor. Gazinoda bir ince saz: ‘İndim yarin bahçesine, gülden geçilmez’ türküsünü bayıltıcı bir gül kokusu gibi havalara dağıtıyor” cümleleriyle tamamlıyor sahneyi. Hatıra defterleri, doğrusal zaman akışını kırmak ve geçmişi şimdiki zamanda anlatabilmek için de yardımcı olmuş Nazım’a.
“Yeşil Elmalar”ın bir başka dikkat çekici özelliği, mekan ve eşya tasvirlerine verdiği önem. Ayşe ile Halit Cemil’in ilk karşılaşma anında Ayşe Halit Cemil’in merceğinde şöyle yansımış; “Karşımda, Avrupa’dan gelen moda mecmualarının resimlerinden biri gibi hareketsiz duruyordu. Elleri, koyu kahverengi meşin spor ceketinin ceplerinde. Koyu kahverengi ceket fenerin altında ışıldıyor. Yakası açık, daha doğrusu ceketin düğmeleri iliklenmemiş, altından koyu renkli ipek bir elbisenin parçası görünüyor. Elbise spor elbisesi değil. Göğsüne yakın bir yerde küçük, minimini, kırmızı bir fil var. Evet, neden yapıldığını kestiremediğim, fil biçiminde bir iğne...”
Kategori: A. Ömer Türkeş Yazıları