Yazar ve eleştirmen tanıdıklara, ilk okudukları polisiyeyi sorduk. Kimi kısa, kimi daha uzun, yanıtlar aldık; şimdi bu soruşturmamıza gelen yazıları geliş sırasına göre yayınlıyoruz. İsmail Güzelsoy, özellikle "para üçlemesi" ile, forum sakinlerimizin en sevdiği yazarlardan biri.
POLLY-SİYE
İsmail Güzelsoy
Gençlik çağlarında iyi bir polisiye okuru olduğumu söyleyemem. Üç sanat dalı benim için ucuz, sakil alanlardı. Bunlar; sinema, caz müziği ve polisiye edebiyatıydı. Sinema ve caz ile tanışıp yanılgımı anlamam çok kolay oldu. Özellikle Sinema beğenim, Yılmaz Güney ve Fellini sayesinde büsbütün değişmişti. O aralar sınıf arkadaşlarımdan birinin okuduğu, caz tarihini anlatan bir kitapla bu müzik türüne bakışımın ne kadar yanlış olduğunu anladım ve aslında hissettiğim ergen hüznüne çok uyarlı bir müzik türünü sırf züppelikten reddettiğimi fark etmiş oldum. Polisiye edebiyatla barışmam çok daha geç bir dönemde gerçekleşti.
On yedi yaşımda Marquez, Kafka ve Orwell’ı okuduğumda iki şeyi çok iyi anladım: 1. Yalnızca edebiyat okuyarak edebiyat öğrenilmiyordu; 2. Yalnızca klasikleri okuyarak ilerlemek mümkün değildi. Böylece felsefe ve klasik psikoloji metinleriyle didişmeye başladım. Freud, Lacan, Jung okudum. Althusser ve Frankfurt Okulu’nun “babaları” da kitaplığıma girmeye başladı. Bu metinlerle haşır neşir oldukça edebiyatın bir hikâye anlatma yordamı olmadığını da kavramaktaydım. Her anlatı aslında yaşantımızda en az bir şeyi yeniden sorgulamaya zorlar bizi. Dayanılmaz bir içgüdüyle bazı eserleri yeniden okuduğumda on dokuz yaşına varmıştım. Suç ve Ceza’nın bir anlatıdan ziyade etik bir sorunsalın metni olduğunu, Kafka’nın dünyayla hesaplaşmaya çalıştığını, Orwell’ın özgürleşmeyi sorguladığını anlıyordum. Marquez’i, Stendal’ı, Balzac’ı yanlış okuduğumu fark ettim. Bu yönelimimi tetikleyen şey, Althusser’in, “masum okuma yoktur,” önermesi olmuştu. Okumanın aynı yazmak kadar bir manipülasyon, hatta bir suiistimal olduğunu düşünmeye zorlanıyordum. Sınıf arkadaşlarımdan biri Hoş Cinayet diye bir kitap okuyordu. Sırf kitabın ismine kapılarak onu ödünç istemiştim. Delikanlı, “Benim baş ucu kitabım, geri vereceksen veririm,” demişti. Baş ucu kitaplarına karşı dayanılmaz bir ilgim vardı çünkü bunlar okurun mahrem alanlarıydı. Zaten Camus’yu da öyle keşfetmiştim.
Ernest Mandel’in Hoş Cinayet romanını on dokuz yaşında okuduğumda polisiyenin zannettiğimden çok farklı bir evren olduğunu fark edecektim. Her şeyden önce, polisiye edebiyatın tarihi baş döndürücü, karmaşık bir maceraydı. Şu önermeler çok çarpıcıydı benim için: 1. Polisiye edebiyat sanayi devriminin ideolojik enstürmanıydı. Pozitivist yöntemin bir pratiğiydi o. Dedektif delilleri toplayarak tümevarımsal bir yol izleyerek katili yakalamayı başarmak zorundaydı. Mandel, satır aralarında iki şeyi ima ediyordu: 1a. Katil katil değildi; varılması gereken bir sırrın taşıyıcısıydı; 2a. Dedektif bir dedektif değildi, o bir sırrı ifşa etmesi gereken bir bilim tanrısıydı. İşte bu simgesel düzen beni çok etkilemişti. 2. Temel fikir de çok ilginçti Mandel’de: Polisiye edebiyat, insanlığın, özellikle Avrupa’nın en büyük yıkımlarını deneyimlediği dünya savaşlarından sonra yükselmeye, gelişmeye başlamıştı. Bir yanda milyonlarca insan katledilirken bir yanda polisiye altın çağını yaşamaktaydı. Burjuva kültürü vatandaşlarına şunu söylemekteydi: Evet bir savaşta milyonlarca insanı katledebiliriz ama öte yandan sizin yaşama hakkınız bizler için çok önemlidir. Bir tek insanın cinayet sonucu ölüm için çok zarif yöntemler kullanıp faili cezalandırma zahmetine de gireriz. Güvendesiniz!
Böylece polisiye kültürün de zannettiğimin aksine, güncel ideolojinin bir ürünü olduğunu, onun da farklı katmanları olabileceğini anlamış oldum. İlk olarak işe en başından başlamam gerekiyordu. Tabii ki Poe. Morgue Sokağı Cinayeti başımı döndürmüştü. İdeolojik arka planındaki karmaşık doku feci çarpıcıydı. Cinayetin faili bir hayvandı. Cinayet işlemek şuursuz bir hayvanın korkudan kaynaklanan hezeyanının bir sonucudur; akil biri cinayet işleyemez. Korkan ilkel akıl öldürür.
Bu kısa öykü üzerine çok kafa yormuş ve çıkaramalarımı öykünün on katından uzun bir makale olarak yazmıştım. Annemin üzerinde tavuk ayıkladığı “eser”lerimden biri olarak yok olup gitti. Onca yazdığım yazılardan, öykülerden en acıdığım şeylerdendir. Her neyse, ikinci olarak Doyle ile tanıştığımda bir kez daha şaşkınlığa düşmüştüm. Olacak iş değildi, yeni tanıştığım bu evren bütün önyargılarımı darman duman etmişti. Böylece her teorik metinden sonra bir polisiye okuma alışkanlığı edindim. Simenon, Christie, Highsmith, O’brain ile yoluma devam ettim bir süre. Yirmili yaşlarımın başında yeniden özlediğim yazarlara döndüğümde bir fikir çok netleşmişti: Çağdaş edebiyat polisiye kültürünü izliyordu. Evet, ortada bir dedektif yoktu, evet ortada bir cinayet ve fail yoktu ama polisiyenin pratagonisti ve antagonisti çağdaş anlatıya sızmıştı. Suskind’e ve Eco’ya uzanan bu eğilimi kim inkâr edebilir ki? Artık hepimizin türediği maymunla yüzleşmiştim. Polisiye edebiyat, soy edebiyatın türediği imkânları kullandığı için onu besleyebilecek bir olgunluk sergiliyordu ve bazı cesur yazarlar bu geleneği yeniden yorumlamaktan kaçınmıyordu. Ben de heves ettim buna. Rukas böyle doğdu. Şimdi elime geçtikçe polisiye eserler okuyorum. Vakit öldürmek, kafa dağıtmak için değil, kurgu tezgâhlarıyla tanışmak için. Okuduğum dedektif romanlarından dolayı hiçbir zaman pişmanlık duymadım. Şiddetle tavsiye ederim. Hatta içinde şiddet barındıranları bile...
Kategori: İlk Okudukları Polisiye