Roman üç farklı koldan ilerliyor. Birincisi, 1790 yılında yaşamış ve cinayetler işlemiş, iki ruhlu Teodore Renoir’in günümüzde yaşayan torunu Elizabeth’in yaşamı, ikincisi, Elizabeth’in yaşamını sinemada canlandıran Selma’nın öyküsü ve son olarak hem Elizabeth hem de Selma ile tanışma bahtsızlığına uğrayan psikolog Naz’ın karabasanları, birbirleriyle ilişki içerisinde anlatılıyor.
Şişman ve çirkin bir İngiliz kadınıdır Elizabeth. Evleneceği Türk genci tarafından aldatılınca, dedesinin ruhunun yol göstermesi ile girişir cinayetlerine. Bu cinayetlerini anlattığı doktoru Naz, Elizabeth’i ele verir. Selma da, Elizabeth kadar çirkindir. Zaten filmde başrolu bu “özelliği” nedeniyle kapmış, film ilerledikçe giderek Elizabeth’in kimliğine bürünmüştür. Artık tek bir hedefi vardır; kendisini –yani Elizabeth’i- ele veren Naz’dan intikam almak. Arzusunu yerine getirmek için, önce Naz’ın muayenehanesine hasta olarak gider, sekreterini ve sekreterin annesini öldürür, sonra Naz’ın oğlu Can’ı kaçırır okul kapısından.
Roman ilerledikçe, Selma ve Elizabeth kimlikleri giderek ayrılmaz hale gelir. Onlara Teodore Renoir de eşlik eder. Öte yandan Can’ın oğlunu bulmak için titiz bir araştırma başlamıştır...
Son yıllarda izlediğimiz Amerikan sineması örneklerini hatırlatmakla birlikte, öyküsünü anlatmayı, çekici kılmayı ve türün olmazsa olmaz koşulu olan beklenti duygusunu yaratmayı bilmiş, hiç sıkılmadan bir solukta okunacak bir roman çıkarmış Karakaş. Selma’nın, öldürmek amacıyla girdiği sekreter kızın evinde geçen saatler, öykünün en gerilimli bölümünü oluşturuyor. Öykünün akıcılığının yanı sıra, farklı kolda yürüyen üç hayatı hem paralellikler, hem de kesişmelerle anlatırken, romanın bütünselliğini de koruyabiliyor. Yani, “Lanetli Genler”in olay örgüsü karmaşık ama iyi dokunmuş.
Metni zayıflatan iki unsur göze çarpıyor. Elif Şafak, dili çok tekdüze bir biçimde kullanmış. Bilinmeyen bir anlatıcının bakış açısından aktarılan olaylarda sürekli aynı zaman kipini, di-li geçmişi seçmiş ve basit kurulan bu cümlelerin bir süre sonra okuyucunun kulaklarını tırmalamasına neden olmuş. Eleştirilmesi gereken diğer yanı ise mekanları yeterince kullanamaması. Öykü İstanbul’da geçiyor, ama İstanbul’un ürkütücü olabilecek atmosferi öyküde yer almıyor. Mesela Tanseli Polikar’ın “Deccal” adlı öykü kitabındaki gibi gotik bir İstanbul tasarımı yok. Oysa, korku edebiyatının –türe adını verecek kadar- önemli bileşenidir mekanlar. Uzun gölgeli surlar, dar sokaklar, loş mahalleler, camiler, kiliseler, yatırlar, türbeler, neredeyse korku edebiyatına hizmet için yaratılmıştır ve İstanbul bu mekanları kullanmak isteyenleri için yeterince olanak sağlayabilir.
Polisiyelere olan ilgi giderek arttığı halde, Türk edebiyatında korku ve gerilim türünde romanlara pek rastlanmıyor. İlginç olan, korku-gerilim türünde son yıllarda yazılanların hemen hepsinin kadın yazarların kaleminden çıkması. Elif Karakaş, kendi kariyerindeki bu ilk denemesinde, ufak tefek kusurlarına rağmen başarılı sayılabilir.
Kategori: A. Ömer Türkeş Yazıları