İlk romanı Hayat Askıda’da (2004) bir dizi cinayete sahne olan ama muamma çözümüne de dayanmayan heyecanlı polisiye ile çıkmıştı karşımıza Necati Göksel. Hikayesine biraz çeşni katmak istediği anlarda abartıya kaçıp anlatısının akışını yer yer zedelemekle birlikte, alttan alta ekonomik kriz ve batık bankerler gibi somut toplumsal meselelere de yer vermesiyle, yolculuk ve takip motiflerini iyi kullanmasıyla, sıradan ve sevimli roman kahramanlarıyla bir ilk roman için övgüye değerdi. İşte bu nedenle yazarın yeni romanını merakla beklemiştim. Ne var ki, ilk romandaki mütevazi ve sevimli kahramanın yerini şiddetin felsefesini dillendiren Rambo’ların aldığı, yapılan felsefenin hakkını verecek kadar kanın aktığı, dökülen kanla birlikte hikayenin inandırıcılığının da akıp gittiği Kara Kadife tam bir düş kırıklığı oldu benim için.
“Kara Kadife” TV dizileriyle Holywood aksiyonlarının etkilerini taşıyor. Mesela Necati Göksel Amerikan macera filmlerinn pek sevilen taşıtı helikopteri katmış hikayesine; romanın süper kahramanlarından kendine Nergal müstearını uygun göreni, elinde yayı, sırtında sadağıyla tam bir yerli Rambo karikatürü olurken, kendilerini takip eden helikopteri bir ok atımıyla düşürüveriyor. Doğrusu bu sahnenin hikayeye hangi filmden alınıp monte edildiğini düşünmek, kahramanlarımızın akibeti için kaygılanmaktan daha heyecan verici.
Romanın “Uzak Zamanlar” bölümlerinde okumak için Anadoludan İstanbul’a gelen iki yoksul kuzenin, Nihat ve Cengiz’in ev sahipleri yaşlı Levanten hanımla kurdukları dostlukla değişen hayatları, işin içine bir de Çin Lokantası işleten Han adlı gizemli bir adamın karışmasıyla bambaşka bir seyir izliyor. Orta ve uzak zamanlar bölümlerinde kendilerini “iyi”leri korumaya adamış iki korkusuz kahramandır şimdi onlar; Nergal ve Zenit…
Kıyamet bu “metomorphoz”dan sonra kopuyor. Nergal, Çatalhöyük yakınlarındaki bir kazı sırasında öldürülen arkadaşının izini sürerken karşılaşıyor yörenin güçlü adamı Abbas Ağa ile. Ne oluyor dememize kalmadan, beyin oğlunun düğününden gelini kaçırıveriyor onca silahlı adamın arasından. Helikopter düşürmeli takip sahnesi işte bu sırada cereyan ediyor. Gelin de pek güzel, pek kültürlü. İçinde bulundukları ölümcül duruma aldırmadan, daha ilk kilometrede kanları kaynayacaktır birbirine. Aynı sıralarda İstanbul’da Zenit de iş başında; bir mafya babasını kendi mekanında, yalısında infaz etmekle meşgul. Kuzenlerin eylemleri Abbas Ağa ile mafya babasının uyuşturucu işinde ortaklıkları nedeniyle kesişecek, hayatları peşlerindeki mafya tetikçileri nedeniyle tehdite uğrayacak, ama sıra elbette Abbas’a da gelecektir.
Doğrusal zaman akışıyla çok kısa özetlediğim hikayeyi parçalanmış bir zaman kurgusuyla anlatmış Göksel. Ancak bu biçimin içerikle bağlantısını kuramıyoruz. Belki merak duygusunu tırmandırmak niyeti olabilir, ama merak edilecek pek bir şey yok. Gerek fiziksel gerekse de zihinsel anlamda “tamamlanmış”, “olmuş” şahsiyetlerin başlarına bir şey gelmesini zaten beklemiyoruz.
Bir polisiye, macera ya da gerilim romanı olarak Kırmızı Kadife’yi beğenmedim, dahası barındırdığı şiddet nedeniyle hiç sevmedim. Ne var ki, içinde yaşadığımız dönemin ruh halini, zihniyet dünyasını dolaysızca dışa vurması nedeniyle sosyolojik açıdan dikkate değer. Aslında bütün dünyada ama ağırlık biçimde bizim üzerinde yaşadığımız coğrafyada bir asırdır süren savaşların, zorunlu göçlerin, askeri darbelerin, sıradanlaşan işkencelerin, faili meçhul ya da malum cinayetlerin, sokak ortasındaki mafya hesaplaşmalarının, hayvan katliamlarının ve bütün bunları yapanlardan hesap sorulmamasının birey ve toplum belleğinde yarattığı tahribat, 2005 yılına şimdiden damgasını vuracak kadar çok sayıda romanda tekrarlanarak edebiyata da yansıyor. Edebiyatın bu tarz meselelere duyarsız kalamayacağı açık; ama kendisini köşeye sıkıştırılmış hisseden insanların isyanları, adaletle bireysel şiddeti nasıl ilişkilendirdikleri, böylelikle mazlumdan yargıça, yargıçtan cellata nasıl dönüştükleri anlatılırken şiddet güzellemesine kaçılması, sanki şiddetin bir felsefesi varmış gibi yapılması ve şiddet sahnelerinin pornogrofik tasvirlerle aktarılmaları, şiddete tapınmaktan başka bir şey değil.
Kategori: A. Ömer Türkeş Yazıları