menu

Müzehher Hanım Polisiyeleri

Yazan: Oğuz Eren
Yayın Tarihi: September 20, 2018 00:48

“Yine mi gangster kitapları. Müzehher hanım? Servetinizi bunlarla tüketiyorsunuz !”

Cem yayınevi’nin kurucusu Oğuz Akkan, böyle takılmış Müzehher hanım’a. “Nihal Karamağaralı” adıyla onbeşin üzerinde polisiye romanda imzası bulunan yazarımızın, kendi adıyla yayınladığı tek kitabı, Bir Dönemin Tanıklığı’nı, Akkan’ın ısrarına borçluyuz.

Müzehher hanım romancılığa, ikinci eşi Vâlâ Nureddin ile beraber, Akşam gazetesinde çalıştığı yıllarda başlamıştı. Vâlâ , gazete ile yaptığı sözleşme gereği , köşe yazılarından başka tefrika yayınından da sorumluydu. Tefrika edilecek yabancı romanlar buluyor; zaman zaman da eşi Müzehher hanım ile birlikte yazdıklarını yayınlatıyordu.

Müzehher hanım, eşinin “Vâ-Nû” şeklindeki imzası ile karıştırılmasın diye, müstear isim kullanmaya karar vermiş olmalı. Nihal Karamağaralı, annesinin adıydı.

Roman işi külfetliydi. Polisiye romanlara epey meraklı olan Nâzım Hikmet, Bursa cezaevinden de olsa destek oluyordu. Vâ-Nû’lerin yolladığı kitapları okuyup, çeviriye değecek olanları seçiyordu.

Nâzım, mektuplarında Vâlâ’nın yazdıklarından ziyade, Müzehher hanım’ın romanları üzerinde durur. Dediğine göre Müzehher’de kumaş mükemmeldir, ancak aşması gereken önyargılara sahiptir:

Sana bir şey daha söyleyeceğim. Benim okuyucularım, benim okuyucum şunu ister benden, bunu ister gibi bir meseleyi kafandan çıkar. Gazete meselesi, tiraj meselesi diye bir şeyler uydurup karşıma çıkma. Şu popüler roman, popüler roman diye br şey tutturmuşsun. Öyle şey yoktur. İyi roman, fena roman vardır.

Gelgelelim; gazetenin sahiplerinden Kâzım Dersan, Akşam’ın Tan gazetesi olmadığını, okuyucuların solculuk propagandası değil, hafif aşk hikayeleri beklediğini, yazarımıza kesin bir dille hatırlatmıştı.

Elbette, Tan gazetesinin, Sabiha Sertel’in bir yazısı üzerine Tanin’de çıkan “Kalkın Ey Ehl-i Vatan!” manşetiyle hedef gösterilmesinin, başıbozuk bir kitle tarafından basılıp yağmalanmasının üzerinden çok vakit geçmemişti.

Nâzım ise, aşk hikayelerini hiç de hafife almak taraflısı değildi :

Ve sakın bir daha da aşk romanları yazmanın komik bir iş olduğunu söyleme. Romanda da olsa, hattâ bu roman Akşam gazetesine tefrika için bile yazılsa, Hasan’la Ayşe’nin sevişmeleri güzel ve mübarek bir iştir.

 

Nedir, bu uyarı yazarımızın hikaye yazmaktan vazgeçmesine yol açmıştır. Popüler romanlarına ise devam eder.

Polisiyemizin bu gönülsüz kadın yazarı, yazdığı onca romana karşın, yazarlığını hafife almaktan hiç vazg

eçmemiştir. Anılarında, kendisini Dostoyevski ile aynı ayarda görmeye başlayan Kemal Tahir’e nasıl çıkıştığını anlatır :

  • Hani sende Raskolnikov ?

Kemal Tahir aşağıda kalmaz :

  • Benim tiplerimin hepsi birer Raskolnikov!

 

Bir keresinde de Halide Edip’i evinde ağırladığını anlatır, Bir Dönemin Tanıklığı’nda.  Halide hanım kütüphanede polisiyelerin karşısında durunca bahane uydurmaya girişmiş; Akşam gazetesine tefrika için okuyoruz, gibilerden. Meğer konuğu da severmiş polisiyeyi, o gün iki Poirot romanını ödünç almış Müzehher hanım’dan.

Bu isteksizliğe karşın, polisiye yazınımızda, çağdaşları arasında en üretken olan yazar Müzehher hanım’dır, diyebiliriz. Onbeşin üzerinde polisiye eser verdiğini yukarıda yazmıştım. Şimdi, bunların çoğuna kısa da olsa değinerek Nihal Karamağaralı polisiyesini tanıyalım.

Kim Zehirliyor Bunları ? (1944)

Vâlâ’nın 1933 tarihli dört kitaplık Yılmaz Ali külliyatına, 1944 yılında son bir macera olarak eklenen “Kim Zehirliyor Bunları?”, telif eser gibi yayınlanmış olsa da J.D. Carr’ın bir romanından uyarlanmıştır. Usta yazarın 1932 tarihli Poison in Jest romanının (Zehirli Şaka / Carter Dickson, Ceylan, 1963 ) tıpatıp aynısı olan bu roman, karmaşık öykünün fazlaca kısaltılmasından ötürü başarısızdır.

Bunu saymazsak, Karamağaralı külliyatını 1945-47 yılları arasında Akşam gazetesinde yayınlanan “Büyük Bir Aşk” ve “Ateşle Oyun” ile başlatmak gerekir.

Karanlık Yol (1948)

Karamağaralı’nın üçüncü romanı, Zeynep’in kâbusu ile açılıyor. Rüyasında kendisine talip olan Ali Hâzım’ı Anka kuşu gibi görür. Çocukluk arkadaşı Selim, elindeki kılıçla, ümitsizce Zeynep’i korumaktadır.

Herkesin çekindiği, zengin ve güçlü Ali Hâzım tiplemesi, Vâlâ’nın Tuzaktaki Kaplan’ındaki Namık’ı önceler. Başarısının sırrını “2-1 atıp düşeş oynamak” şeklinde açıklayan bu abimiz, başta reddedildiği halde Zeynep’le evlenmeyi de başarmıştır. Zeynep te, Vâlâ’nın romanındaki Gülseren ile aynı dertten muzdariptir. Mamadadısının ervahilerden korktuğu gibi kocasından korkar, korktuğu için de ona sokulur, kocası evdeyken bir an peşini bırakmaz. Kendisini bu şekilde telkin eder:

Korkmuyorum işte, korkulacak nesi var? Bak elini nasıl tutuyorum....

 

Zeynep kocasından korka dursun, Nâzım Hikmet de romanda en çok Zeynep’ten korkmuş. Kâbus sahnesini, bir de onun yorumundan aktaralım.

Zeynep’in kâbusuna (zaman zaman gayet acemice, melodramatikçe, bulvar romanıvari, fakat yine yer yer harikulade usta, acı rüyayla realite arasında ve korkunç bir şiirle verilen ve belki de birbirine bu kadar zıt iki unsuru dehşetli bir laubalilikle birleştirmesinden dolayı o kadar kuvvetle hissedilen kâbusuna) bir kaptırdım kendimi, teknik mülahazalar filan aklımdan çıktı. Kız, hani sen karım olsaydın ya boşardım derhal seni, yahut aynı odada yatmaktan korkardım. Vâlâ’ya söyle, senin bu romanı baştan okumaya kalkmasın. Şakayı bırak, faat hâlâ romanının kâbusu içindeyim. En korkunç tip Hâzım değil, Orhan değil, Zeynep !..

Çerçeve Dışı (1950)

Dördüncü romanın başında eski günlüklerini yakarken gördüğümüz Nazlı, ağabeyi Mazhar’ın arkadaşı Osman Ömerli’ye aşıktır, ancak Cemil ile evlenmiştir. Cemil de zaten, Nazlı ile evlenmiştir ama Mazhar’ın karısı Vedia’ya aşıktır. 

Osman Ömerli de Nazlı kızımıza karşı boş değildir; ama katı ahlak anlayışı, hislerini bastırmasına yol açar. Ömerli’den yüz bulamayan Nazlı da , Cemil aradan çekilince gider Vahdet ile evlenir.

Cemil’in aradan çekilmesi, Nazlı’nın kocasını Vedia ile yakalayıp vurması sonucudur. Cemil yaralanmış, ancak Nazlı’yı ele vermek istememiştir.

Romanın ilk yarısına hakim olan beyaz dizi atmosferi, Cemil’in  cinayete kurban gitmesi ile, çok şükür, yerini muamma kurgusuna bırakır.

Cinayet sahnesi, Müzehher hanım’ın polisiye kurgudaki yeteneğini kanıtlar. Nazlı kocasına ateş etmekte tecrübelidir aslında; ama niyeyse bayılır. Herkesle birlikte o da kendisini katil saymaktadır.

Bununla beraber, onu saklayan, ele vermeyen de, Nâzım Hikmet’in “elime geçse boğardım” dediği Doktor Osman Ömerli olmuştur. Ustaca kurgulanmış cinayet sahnesine karşın, cinayet soruşturması büyük oranda es geçildiği için, bu romanın verebileceği çok bir şey yok.

İki Ateş Arasında (1952)

Bir depremde tüm ailesini kaybeden taşralı Nazan, İstanbul’da hizmetçi olarak çalışmaya başlar. Başına gelecek felaketler serisinin ilki, Pendik’te tren tarafından neredeyse ezilecek olmasıdır. Son anda kurtarılır; ancak gece kalkıp da nasıl tren raylarına yattığını hatırlamamaktadır. Herkesle birlikte o da, buhran geçirip intihar etmeye çalıştığı zannındadır. Oysa kısa süre içinde, başına gelen benzer kazaların şans eseri olmadığının, birinin onu öldürmeye çalıştığının farkına varacaktır.

Bunun üzerine, şüphelilerin bir listesini yapıp, kimlerden neden şüphelendiğini yazar. Kendisini bu acemi hafiyelik zahmetinden Keramet Çelebi kurtaracaktır.

Keramet Çelebi, cin gibi zeki, samandıra gibi tembel, av köpeği gibi mütecessis bir hafiyemizdir ki, bu romanın polisiyemize hediye edebileceği en kıymetli şeydir.

Çelebi, piyangoda büyük ikramiyeyi kazanınca, boğazda bir yalı alıp yerleşmek üzere derhal polislikten istifa etmiştir.  Etmekle birlikte, hafiyeliğe ilgisini de yitirmemiş, ne zaman keşfedilmemiş bir cinayet işitse, kendine eğlence payı çıkarmaktadır.

Bu vakada ise, Nazan’ı öldürmek için sabote edilen asansörde Nazan’la birlikte o da kalınca, kapalı yerde kalma korkusu depreşip, buhran geçirirken, çok da eğlenememiş olmalı !

Elbette Çelebi, hareketli soruşturmaların adamı değildir. Kıvrak zekası ile muammanın aydınlatılmasında baş rolü oynar.

Karamağaralı’nın bu tipleme için başkaca roman yazmamış olması çok yazık...

Güler G. ve Anberbu Dadı Dörtlemesi

1.      Ummadık Taş Baş Yarar (1952)

Gelelim, Müzehher hanım’ın başyapıtları olarak düşündüğüm seriye. İlk roman, “Ummadık Taş Baş Yarar” olarak tefrika edilmiş. Nedendir bilinmez, International Institute of Social History (IISH) kayıtlarında “Bohem Palas” olarak geçiyor.

Üvey annesi ile anlaşamayan Güler, dadısı Anberbu ve kuzeni Sevim ile birlikte, tekinsiz olmakla meşhur bir evi tutar; kapıya da “Bohem Palas” tabelasını asarlar. Kısa sürede evi kalabalık bir arkadaş grubu dolduracaktır.

Anberbu dadı’nın, romanda mizah unsuru olarak yer aldığını, daha ilk sahneden , ev sahibi ile diyalogundan anlarız :

                “Şok iyi dolmalar doldururum. Misafir gelirsen sana da yuttururum”

Bir şeyden korktuğu zaman Afrika dilinde attığı “Ulak! Ulaaak!” şeklindeki meşhur narası için de çok beklememiz gerekmez. Dadının odasına biri idam ipi asmış, bohem palas’a doluşmuş gençlere gözdağı vermektedir.

Bu ilk uyarıdan sonra olaylar peşpeşe gelir. Kemal’in asılarak öldürülmesi üzerine ev halkı el birliğiyle cinayet soruşturmasına girişir. Bahçede dolaşan kafasız hayaletlerden, dolaba kapatılmış Mısır’lı bir tarihçiye kadar, kökşkte garip şeyler dönmeye devam eder. Bu şamatalı ortamda polisiye kurgu biraz güme gider ama, roman, Karamağaralı’nın mizah yönünden kuvvetli Güler G. / Anberbu dörtlemesine esaslı bir giriş niteliğindedir.

2.      Yedi Sigara (1953)

İlk romanda kuzeni Sevim ölünce Güler G., dadısı Anberbu ile yalnız kalmıştır. Adnan ile nişanlanmış, ancak Adnan’ın devrimci örgüt üyeliği, ilişkinin yürümesine engel olmuştur.

Adnan’ın çevresindeki devrimcilerden Ekrem de Güler’e yakınlık göstermektedir. Güler, bir süre Adnan ile Ekrem arasında bocalar.

Devrimcilerin arasında İsa’nın Yehuda’sı gibi, onları mahvedecek bir hainin varlığı kesin gibidir. Şüphelerin dile getirildiği bir toplantıda, üyelerden aktör Taceddin, arkadaşlarının gözü önünde can verir :

Odanın ortasına doğru iki adım attı. Parmağını uzatıp haykırdı : “Beni sen öldürdün !”

On kişinin arasında bir kişiyi itham etmiş, ancak adını açıklayamadan ölmüştür. Katil, örgüte sızmış olan casustan başkası değildir. İnfazı için yedi sigara yöntemi kullanılır. Beher üye, casusa bir sigara içirir. Yedi sigaradan sadece biri zehirlidir; hiç bir üye zehirli sigaranın hangisi olduğunu bilmez. Böylece, hangi üyenin infazı gerçekleştirdiği de belirsiz kalır.

Casus kardeşimiz de infazı metanetle karşılar. Son bir mektup yazıp can verir.

3.      Hacı Kurye (1955)

Bu maceranın daha başında, bizim Anberbu dadı’nın bir özelliğini keşfediyoruz. Sezgileri gayet kuvvetli olan dadı, ne zaman “Burnuma kokular şalınıyor. Bir şeyler olajak !” dese, dediği çıkar; Güler G. İle ikisinin başına olmadık maceralar gelir.

Nitekim eve gittikleri gibi, dadı verir alarmı : “Ulak! Ulaaak! Güler, yetiş! Evimizde jeset var!”

Hakikaten, Adnan’ın yatağında ufak tefek bir Hintli’nin cesedi vardır. Bir süre sonra tekrar baktıklarında hayret içerisinde , cesedin kaybolduğunu görürler. Cesedi bu sefer de, camın dışında uçar vaziyette gördüklerinde muamma içinden çıkılmaz hale gelir.

Yaradılıştan bir Pinkerton” olan Anberbu Dadı, Güler’in bütün yasaklamalarına karşın, polisiye romanlara düşkündür. Bu romanda salt bir mizahi tipleme olarak değil, gözü kara tarzıyla olayların seyrinde baskın rolü olduğunu görüyoruz.

Bu öyküdeki polis müfettişi Ali Poyraz’ı da es geçmemek lâzım. Gayet düzgün olan konuşması, heyecenlandığı zaman karadeniz şivesine kayıveren bu tiplemeyi de sevdik.

Önceki iki maceraya göre daha derli toplu, mizahi yanı ve ustaca kurgusu ile unutulmaz bir roman Hacı Kurye.

4.      Perçemli Adam (1956)

 

Adnan’dan ayrılan Güler, dadısı ile yine başbaşa kalmıştır. Başlarından geçen türlü maceraları, gazetecilik yapan Güler yazmış, bu sayede para ve şöhret kazanmışlardır. Gerçi Güler, artık daha sakin bir hayat arzu etmektedir; ama dadısı “Bırak şojuk, ne yapajaksın saman gibi hayatı? Şivi şiviyi söker. Seni anjak yeni majeralar tedavi eder. Oyalanır gideriz, ayol!” diyerek onu avutur.

Güler’den daha maceracı bir yapıdaki Anberbu dadı, erkek olsa polis hafiyesi olacağını düşünür; kadın olduğu için dadılıkla yetinmek zorunda kalmıştır. Güler ondaki bu hafiyelik merakı için kendini sorumlu tutar; zira geceleri dadısına detektif romanları okuyup, onun abuk subuk tefrikalara merak sarmasına kendisi yol açmıştır.

Serinin bu en sağlam romanı, Şam çarşısında açılış yaptıktan sonra, Hicaz yolundaki bir uçakta devam ediyor. Güler’le ilgilenen Cemil Eren, Emir İzzeddin, Güler ve dadısı ile birlikte uçağın yolcularıdır. Uçuş sırasında pilot öldürülünce, yolculardan mühendis Hartmann, uçağa zorunlu iniş yaptırır.

Maceranın arkası İsrail topraklarında devam ediyor. Pilotun ölümüne yol açan garip silahın da, ucu nazilere dokunuyor. Söz nazilerden açılınca, perçemli adamı tahmin etmek de zor olmasa gerek. Führer, öldü sanılmasından faydalanarak, kimsenin kendisini aramayacağı İsrail’de konuşlanmıştır !

Konsolosun Karısı (1954) ve Üçüncü Alev (1958)

Nihal Karamağaralı, Güler G. Ve dadısının dört macerasının yanısıra, ellili yıllarda iki nefis polisiyeyi daha, Cumhuriyet gazetesinde tefrika etti. Bunlardan ilki, Konsolosun Karısı, mazisi belirsiz hizmetçi kızımız Nilüfer’in öyküsünü anlatıyor. Kim olduğunu keşfedene kadar, sevgilisi Orhan Sadi ile evlenmeye yanaşmayan Nilüfer’in patronu Nizameddin bey, cinayete kurban gidince muamma derinleşir :

                Nizamettin bey, keyifle yanan şöminenin az ötesine serdiği namaz seccadesinde secdeye varmış, ve bir daha doğrulamamış. Siyah takkesi yere kaymış. Sarı saçlarının bakiyesini taşıyan dazlak başında derin çöküntü halinde bir yara ve kan var.

Katil aleti şöminenin küsküsü. Ayakları hizasına bırakılıvermiş.

 

50’lerin son sürprizi, Üçüncü Alev, polisiye tutkunlarını heyecanlandıracak bir giriş ile başlıyor :

Düşünüyor, düşünüyordu.

Yerleri kar kaplamıştır. Gece ayaz var. O, bahçe kapısından içeri giriyor. Kapıyı kapatıyor. Hiç çiğnenmemiş yumuşak karlara ayak izlerini resmederek yolun tam ortasından köşke doğru yürüyor. Dört basamak mermer merdiveni çıkıp geniş mermer sahanlığı geçiyor. Zile basıyor.

Zil sesine koşan üç kişi kapıyı açtıkları zaman, içeriden vuran ışıkta, onun karlı sahanlıkta yüzü koyun yattığını görüyorlar. O, ensesine indirilen bir darbe ile öldürülmüştür. Kimin öldürdüğü bir tarafa, nasıl öldürüldü bu? Cürüm aleti de ortada yok. Karlarda onunkinden başka ayak izi yok. Geçtiği yolun iki yanında ağaç yok, hendek yok. ... Nasıl öldürüldü bu? Ervahiler mi işe karıştı?

Nihal hanım, bu romanla birlikte, kocası Vâlâ Nureddin’in kapalı oda polisiyesi Öldüren Kim’ine nazire yaparcasına, polisiye yazınının en iddialı hali olan imkansız cinayet romanlarına bir selam çakmış ! Her ne kadar, Müzehher hanım, bir J.D. Carr olmasa da, çabasını takdir etmek gerekir.

Uğursuz Fotoğraf ve Esrarengiz Çorap (1962)

Vâ-Nü’lerin Akşam gazetesinde yayınladıkları telif ve tercüme romanlar, altmışlı yılların başında Ak Kitabevi polisiye serisi adı altında yayınlandılar. Seride, Vâlâ’nın Tuzaktaki Kaplan’ının yanısıra, gazetede yer almamış iki de Nihal Karamağaralı romanı var.

Yayın tarihleri 1962 olmakla birlikte, bu iki romanın daha önce yazılmış, ancak gazeteye verilmemiş olması da mümkündür.

Esrarengiz Çorap’ta fabrika sahibi Doktor İhsan’ın hem bir cinayeti, hem de karmaşık bir aşk ilişkisini çözme gayretlerini okuyoruz. Cinayete kurban giden, İhsan’ın baba dostu Osman bey’dir. Görünüşe göre Osman bey zehir içerek intihar etmiştir; ama ne İhsan, ne de babasının ölümünden kısa bir süre sonra yurtdışından dönen kızı Aslınur, buna inanmazlar.

Doktor İhsan’ın şüphelenmekte haklı gerekçeleri vardır: Osman bey ölümünden iki gün evvel İhsan’a, ortakları Haşmet ile Aydın’ın yolsuzluk yaptıkları şüphesini açmış, bunu ispat edeceğini de vadetmiştir. İhsan’ın evlenme hayalleri kurduğu Aslınur ise babasının intihar edecek yaradılışta olduğuna inanmaz. O da İhsan’a aşıktır, ancak İhsan’ın alkolik olması ve kendisinden uzak durması nedeniyle tutar Aydın’la evleniverir.

Enez’deki bir av partisi bütün amatör hafiye ve şüphelileri biraraya getirir, yeni cinayetlere gebe tehlikeli bir atmosferde bizlere keyifli bir polisiye sunar.

Uğursuz Fotoğraf’ta ise, Almanya’da her nasılsa yahudi diye mimlenip, toplama kampında esir edilen Halil, nam-ı diğer Torpil, memlekete nihayet döndüğünde nişanlısını evlenmiş, babasını nazi diye hapsedilmiş, kardeşini de cinayete kurban gitmiş olarak bulur. Tek tesellisi, eskiden beri kendisine yanık olan dansöz sevgilisi Neha ile yakın dostu Oktay’dır. Üç kafadar, Halil’in intikam planı doğrultusunda yasaları hafiften esnetip, ülkemizdeki beşinci kola karşı mücadeleye girişirler.

Müzehher Hanım, kitap olarak yayınlanan bu iki polisiyesinden sonra ne yazık ki türe veda etmiş, 1966 tarihli çocuk romanı “Korkusuz Murat” ve 1969 tarihli roman tefrikası “Kök Salmış Ağaçlar” ile iki kurgu eser daha verdikten sonra, yazarlığı da bırakmıştır.

Tekil örnekleri saymazsak, tür yazarı olarak ilk kadın polisiyecimizin Müzehher Hanım olduğunu kabul etmek gerekir. Kadın Dedektifler üzerine 221b’nin geçen seneki dosya yazılarına bakarsanız, kadın tiplemelerin hafiyeden ziyade suçlu olduklarını da göreceksiniz. Bu anlamda Güler G. Ve Anberbu Dadı’nın amatör hafiyelik maceraları da özel bir öneme sahiptir. Önümüzdeki dönemde yayıncıların ilgisini çekmesini umalım, Karamağaralı polisiyelerini artık kitaplığımıza da dizebilelim !..

 

Kategori: Makaleler

Yorum yaz
mode_edit