Modernizmin siyaset algısında düzenin korunması adına ‘meşruiyet alanını genişleten’ unsurlar olduğu göz önüne alınırsa politika ile suç arasında derinlerde kurulmuş bağın varlığını da kabul etmek gerekir. Siyaset ve ‘yine uluslararası politikaya karşılık gelen’ diplomasi, ilk bakışta göze çarpmayan ‘politika-suç’ ilişkisini gözlerden uzak tutabilecek dinamiklere sahip. Ama özellikle Ortadoğu gibi karışık bölgelerde ‘derin politika’ ya da ‘derin devlet’ olgusunu gözlemek ve ‘gizli devlet’in tarzını, duruşunu kavramak kolaylaşıyor. Yalnızca Türkiye’de değil, Ortadoğu’nun pek çok bölgesinde yabancı gizli servislerin faaliyetlerinin kısmen de olsa gözlemlenebilmesi bunun bir kanıtı.
Rönesans’tan beri diplomasi ile eşdeğer sayılan casusluk, ülkeler arasındaki gerilimde ’suç olgusu’nu kullanmaktan çekinmiyor. Bu, suçu sanata dönüştürmek ya da öyle sunmaya çalışmak gibi meşruiyet arayışına dönük refleksler yaratıyor devletler açısından.
Siyaset’in ’suç edebiyatı’na girmesinin temelinde de bağımsız ‘ya da ne yazık ki kimi zaman bağımlı’ hayal gücünün politikayı gözlemeye başlaması yatıyor. İki büyük savaştan sonra yeşeren politik ruh, Soğuk Savaş döneminde ABD ile Rusya’nın konumunu belirledi. Ve iki kutuplu dünyanın ‘diplomatik gerilim’i, ABD gibi açık toplumlarda medyaya, kimi zaman da edebiyata yaslanarak savaştan galip çıkma pratikleri üretti.
İstihbaratın diplomasi ile, diplomasinin de siyasetle olan bağı hesaba katılırsa ‘casusluk edebiyatı’ şeklinde isimlendirilebilecek türün 1950′li yıllardan itibaren ‘literatürü’ neden önemli ölçüde etkilemeye başladığı anlaşılabilir. Yalnız buna girmeden önce özellikle ABD ve İngiltere gibi ülkelerin reflekslerinin yarattığı devlet merkezli siyasi polisiyenin karşısına Kıta Avrupa’sında yeşeren görece sivil, muhalif siyasi polisiyeyi koymak ve bu ikisini kesin çizgilerle birbirinden ayırmak gerekiyor. Bu ayrım doğrultusunda ’siyasi polisiyenin ilk temsilcisi’ gibi ‘kurucu adlar’ aramak yerine, türün ortaya çıkmasına dolaylı ya da direkt etkide bulunan farklı mystery (gizem) yazarlarını inceleme zorunluluğu ortaya çıkıyor. Polisiyenin önemli adı Raymond Chandler’ın henüz XX. yüzyılın ilk yarısında yarattığı özel detektif Marlowe karakteri ‘her ne kadar politik işlere bulaşmasa da’ profesyonelliği, kendine olan güveni ve ketumiyetiyle tam da Frederick Forsyth’ın, Le Carré’nin ve Jean Patrick Manchette’in romanlarına kahraman olabilecek bir kişilik gibi görünüyor. Chandler’ın ve giderek Dashiell Hammett’ın, casusluk romanlarının ilk popüler örneklerini veren James Bond’un yaratıcısı İngiliz Ian Fleming’i esinlemiş olması da anlamlı.
Siyasi polisiye türünü, başta yaptığımız ayrıma göre devlet penceresinden bakarak besleyen yazarların öncülerinden biri İngiliz Le Carré’dir. 1965′te üçüncü kitabı The Spy Who Came in from the Cold (Soğuktan Gelen Casus) adlı romanıyla dünya çapında öne kavuşan Le Carré’nin ilginç bir özelliği MI6′te (İngiliz Dış İstihbarat Servisi) beş yıldan fazla bir süre çalışmış olmasıdır. Le Carré’nin bu romanda yarattığı Alec Leamas karakteri, Soğuk Savaş’ın gerilimli yıllarında Doğu ve Batı Almanya’da yaşanan bir olayın kurgusu etrafında ’son derece’ başarılı ‘espiyonaj’ (istihbarat) faaliyetleri yürütüyor ve rakiplerini alt ediyor. İngiliz suç edebiyatında, İngiliz dış politikalarının hedeflediği finallerden hoşlanan başka yazarlar da var. Bunlardan biri The Day of The Jackal‘ın (Çakal adıyla Türkçeye çevrildi) yazarı Frederick Forsyth. İki kez filmi yapılan eser tıpkı Sherlock Holmes’un Arthur Conan Doyle’dan ya da Operadaki Hayalet‘in Gaston Leroux’dan daha ünlü olması gibi Forsyth’ın kendisinden daha ünlü. Çakal yayınlandıktan bir yıl sonra, 1972′de gizem edebiyatının ilk büyük ustası Edgar Allan Poe’nun anısına verilen Edgar Ödülü’nü de almıştı.
Casusluk yazarlığını klasik polisiye edebiyatı ve ‘deyim yerindeyse’ muhalif siyasi polisiye edebiyatından ayıran en önemli unsur, casusluk edebiyatının giderek kendi kahramanlarını yok etmesidir. Karakterler, bu tür romanların içine yalnızca devasa bir zincirin (istihbarat dünyası) küçük halkaları olarak dahil olabiliyor ve görünürde ne kadar büyük iş yaparlarsa yapsınlar aslında sönük birer nokta olarak kalıyorlar tarih içinde. Le Carré’nin Alec Leamas karakteri bile bu gruba giriyor. Olay örgüsü içinde kaybolan bu kahramanlar klasik edebiyatın iyi tanınan, sevilen güçlü kahramanlarının yanında sönük duruyorlar.
İşte sivil, muhalif siyasi polisiyenin karakterlere verdiği form, devletle temaslı siyasi polisiyenin yaşadığı bu açmaza dramatik bir karşı koyuşu simgeliyor aynı zamanda. Kıta Avrupa’sının siyasi polisiye karakterlerinin, ABD-İngiliz ekolününkilere oranla daha güçlü olmasının ardında yatan neden budur.
Çakal‘da, aynı lakabı taşıyan İngiliz kiralık katilin Fransız devlet adamı Charles de Gaulle’a düzenleyeceği bir suikastin soluk kesici öyküsü anlatılır. Romanın ana karakteri Çakal’ın, Fransız polisiyesinin üstadlarından Jean Patrick Manchette’in Keskin Nişancı adlı romanındaki Martin Terrier karakteriyle büyük benzerlikler gösterdiğini kabul edebiliriz. Evet, her ikisi de gizli servislerle, ‘derin devlet’le sıcak temasları olan profesyonel birer suikastçidir. Ama Manchette, Forsyth’tan farklı olarak Terrier’in bireysel trajedisini, company’ye (derin devlete) karşı koyuşunu başarıyla resimliyor ve böylece okuyucu ‘her ne kadar bir kiralık katil olsa da’ Terrier’le, Çakal ya da onun peşinde koşan karakterlerle kurduğundan çok daha güçlü bir bağ kurabiliyor. A. Ömer Türkeş editörlüğünde Everest Yayınları’nın Siyasi Polisiye dizisinden çıkan Keskin Nişancı, Fransız neo-gizem yazarlarının en önemlisi Manchette’in başyapıtlarından biridir. 1942 yılında doğan Manchette, Fransız toplumunun ruhunu da iyi çözümlemiş bir sosyo-politik gizem yazarıdır. Bu yönüyle Fransız gizem edebiyatını restore eden kişi olarak anılmaktadır. Manchette’in 1995′te ölümü edebiyat dünyasında erken bir kayıp olarak görüldü.
Fleming, Le Carré ve Forsyth’ın öncülüğünü yaptığı devlet eksenli siyasi polisiye türü, ABD’deki ardılları Robert Ludlum ve Tom Clancy gibi ‘en kaba eleştiriyle’ işi CIA-FBI edebiyatına döken yazarların tarzıyla ciddi bir kırılma yaşadı. Bu tarz edebiyat, yerleşik siyasi otoriteyle öylesine sıkı bir bağ kurdu ki furya Soğuk Savaş’ın bitiminden sonra da devam etti ve ABD’nin uluslararası politika konseptine uyacak şekilde Kuzey Kore, Irak gibi yeni düşmanlar romanlarda yerlerini aldı.
Türün eski temsilcisi Forsyth’ın bile The Fist of God (Tanrının Yumruğu) adlı romanında Körfez Savaşı’nın kaderini değiştiren bir kahraman yaratması bunun kanıtı. Forsyth ile 2001′in Mart ayında Londra’da bir röportaj yapmıştım. Röportajdan sonraki kısa sohbet esnasında ona, ‘casusluk edebiyatı’nın ne kadar politik olduğunu sormuş ve kendisini hangi ölçüde politik polisiye yazarı olarak gördüğünü anlamaya çalışmıştım. Forsyth, politik bir polisiye yazarı olduğunu doğrulamış, ancak ‘İngiliz gizli servisi ile kurduğu temasın onlar adına çalışmak anlamına gelmediğini’ söylemişti. Le Carré gibi organik olarak istihbarat bağlantısı olmasa bile Forsyth’ın, Dördüncü Protokol’dan İkon‘a kadar hemen tüm romanlarının finallerinde İngiliz kahramanların galip geldiği görülüyor.
ABD ve İngiliz ekolü böyle bir kırılma yaşarken türün Kıta Avrupa’sındaki temsilcileri (özellikle İtalya ve İspanya) daha sivil ve özgün kurgular yarattılar. Bu türün en önemli temsilcilerinden biri İspanyol Manuel Vasquez Montalban. Yeni kuşak İspanyol polisiye yazarlarının babası olarak bilinen Montalban, yemeklere ve kadınlara pek düşkün Pepe Carvalho karakteriyle siyasi polisiye türünde ününe yaraşır bir yer edindi. Montalban 1981 yılında Fransız polisiye yazarları ödülünü aldı. Türün Kıta Avrupa’sındaki bir başka ünlü temsilcisi de İtalyan Leonardo Sciascia. Tıpkı ‘kısa bir süre sonra kendisine yakın tarzda yazacak olan’ Andrea Camilleri gibi Sicilya’daki Agrigento yakınlarında doğan Sciascia, romanlarındaki siyasi tavır dışında aktif politikada da yer aldı. Palermo Kent Konseyi’nde Komünist Parti üyeliği yaptı. Radikal Parti’de İtalyan ve Avrupa Parlamentosu üyeliğine seçildi. Sicilya’nın hikâyesini olumlu ve olumsuz yönleriyle vermeye çalışan Sciascia’nın 1961 yılında yayınlanan kitabı Baykuşun Günü, yazarın ilk siyasi polisiyesi olarak kabul ediliyor. 1970′lerde gerçek olaylardan esinlenerek yazmaya başlayan Sciascia, Raymond Roussel’ın ölümü ve Aldo Moro’nun kaçırılması gibi olaylara dayanarak özgün plot’lar (olay örgüleri) türetti. Yazar 1989 yılında Palermo’da öldü.
Sciascia gibi İtalyan siyasi polisiye edebiyatının önemli isimlerinden olan Andrea Camilleri’nin iki kitabı Everest Yayınları tarafından Türkiye’de basıldı. Tindari Gezisi’nde Camilleri’nin ‘politik suçla organize yapı arasındaki bağı çözmekte ustalaşmış’ karakteri müfettiş Montalbano yine suç örgütlerinin peşine düşüyor. Eleştirmen Michele Parisi, ilk olarak Suyun Biçimi adlı kitabıyla Montalbano karakterini polisiyeye kazandıran Camilleri’yi Sciascia ile mukayese ediyor ve onu ‘Cilalanmamış Sicilya hayatını gözler önüne seren muhteşem İtalyan’ olarak nitelendiriyor.
Camilleri, ‘tıpkı Sciascia gibi Avrupa’da faşizm rüzgârının estiği bir dönemde ortaya çıkmış muhalif bir entelektüel’ Parisi’ye göre. Siyasi polisiyenin daha erken dönem üyelerinden Giorgio Scerbanenco’nun Milanolular Cumartesi Cinayet İşler adlı romanı da aynı serinin yeni kitabı. İtalyan edebiyatına 1960′larda getirdiği katkılardan ötürü adına polisiye edebiyat ödülü verilen Scerbanenco’nun bu romanında, detektif Duca Lamberti kaybolan bir kızın peşine düşerken Milano’nun öteki yüzünün içinde buluyor kendini.
Everest’in serisinin bir diğer kitabı İspanyol Paco Ignacio Taibo II’nin Mutlu Son Yoktur adlı romanı. Roman, Meksika’da bir cinayetin esrarını çözmeye çalışırken derin siyasi yapıyı gözlemleyen bir hafiyenin, az gelişmiş ülkelerin ortak kaderi olan ‘derin devlet’ olgusuna ilişkin çözümleyici bakışını yansıtıyor. Meksika’nın yazgısı, kitabın ortaya koyduğu ana fikre göre Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelerin yazgısıyla birleşiyor bu noktada. İşte suçla temas eden politikanın içe dönük katı görüntüsü, az gelişmiş ülkelerin aynasından böyle yansıyor. Ve bu tür ülkelerin siyasetinin karanlık yüzü giderek kendi toplumunu sindiren bir güce dönüşüyor. Türkiye’de Susurluk kazasında, İtalya’da Gladio vakasında görüldüğü gibi… Küçük balık akranlarını, dostlarını, kendini yiyor ve bu tanıdık hikâye edebiyata da yansıyor.
Ya küresel yayılmacılığın öncü güçleri? Onların siyasi polisiye edebiyatı da ‘tıpkı politikaları gibi’ dışa dönük. ABD ve İngiltere’nin dünya coğrafyası üzerindeki seyahatleri, suç edebiyatındaki güçlü ABD ve İngiliz kliğinin temsilcilerinin hayal gücünü de besliyor. Çakal öldü. Yaşadıkları yüzünden neredeyse akli dengesini yitiren Terrier’in trajedisi ise devam ediyor.
* Virgül dergisinin Haziran 2003 sayısında yayınlanmıştır.
Kategori: Makaleler