I- Kör Fahişe Bıçağı Cinayetleri
Çağan Dikeneli’nin ilk romanı mizahi ikincisi gerilimliydi. Yeni romanı polisiye türde; kapakta “Bir Melek Teyze Polisiyesi” olarak takdim edilen “Kör Fahişe Bıçağı Cinayetleri” ile bir seriye başlıyor Dikeneli. Serinin ikinci kitabı ise hazırlanıyormuş; “Yüreksöken Cinayetleri”.Kitap isimleri sert, ama serinin kahramanı yaşını başını almış dul bir kadın; Melek Ardalı. Mahallenin, karakolun, hatta hayat kadınlarının Melek Teyzesi o. İki oğlu var. Biri polis memuru; “Beyoğlu Emniyet Amirliği’nde idari bürosunda gün boyu vizite kağıtlarıyla, dosyalarla uğraşarak nirvanaya ulaşmasına az bir süre kalan hödük Tuğrul”. Diğeri ise annesinin kıymetlisi genç irisi Oğul. Bir de bunamanın eşiğine gelmiş kayınpederi Nedim dede var onlarla birlikte yaşayan.
Mahalle esnafının sevip saydığı, komşu kadınların şerrinden korktuğu Melek hanım, geleneksel hayat tarzlarının çözülmediği her mahallede rastlayacağımız meraklı, dedikoducu, hazır cevap, altın günlerini kaçırmayan, kimi zaman hassas kimi zaman taş kalpli kadın tiplerinden. Ama diğerlerinden önemli bir farkı var; Melek teyze, Beyoğlu Emniyeti’nin başı sıkıştıkça yardım istediği amatör bir detektif. Yani Agahta Christie’nin Mis Marple’ına benziyor Melek Teyze. İki kadın arasındaki en önemli fark sınıfsal ve sosyal konumları. Mis Marple, İngiliz kırsalında pastoral bir hayat sürdürürken, Melek Teyze, yorgunluktan şişmiş ayaklarıyla Beyoğlu’nun karanlık ve yırtıcı sokaklarını arşınlıyor. Birisi zenginlerin malikanelerinde “five o’clock tea”lerde araştırıyor cinayetleri, diğeri pezevenk ve hırsızların takıldığı kıraathanelerde. Eh bu “küçücük” fark dillerine de yansıyor elbette. Anlayacağınız Melek Teyze’mizin hem ağzı biraz bozuk hem dili fazlasıyla masküler.
Belki de ne zamandır hiçbir olaya karışmadığı, adalete bir katilcik bile teslim edemediği için stres yaparken tanışıyoruz Melek teyzeyle. İhtiyar kadınların kolunu kesen balici genci bulduğundan bu yana da neredeyse üç ay geçmiş. Sıkıntıdan patlayacakmış gibi geçen, yaşlı kadını mahallenin ufak sorunlarıyla haşır neşir eden bunaltıcı üç ay... Sonunda bir sabah gazeteyi açtığında istekle beklediği cinayet önündeki sayfada pırıl pırıl parıldıyor. Aslında gçen ay deniz kıyısında bıçakla boğazı kesilen ve cinsel organı deşilen fahişeyi gördüğünde, bunun bir seri cinayet başlangıcı olduğunu anlamış teyzemiz. Ve şimdi bir kurban daha bulununca tezi doğrulanmış oluyor; evinin banyosunda saldırıya uğrayan kadın da bir fahişe.
Neyse ki genç yaşında, yani kırkbeşinde karısından boşanan Asayiş Büro Amiri Cevahir komiserle ona kız bulmak için elinden geleni ardına koymayan Melek teyze arasından su sızmıyor… Cevahir’den hem olayların ayrıntılarını hem de her yere girip çıkabilmesini sağlayan resmi izin belgesini koparan Melek teyzenin kocaman çantası ve azman oğlu ile sokaklara fırlama zamanı gelmiştir. “O çantada neler yok ki. Bir izci çakısı, bir elektroşok tabancası, matbaacı Ekrem’in hazırladığı sahte kimlikler, Çilingir Osman’ın hediyesi bir maymuncuk, zehirli köpek maması, ses alma aleti, gizli yaka merceğine sahip bir dijital görüntüleme aleti ve elektronikçi Polat’ın Melek Teyze için hazırladığı bir sürü akla hayale gelmez buluş... Çoğu hediye, kalanı da emekli maaşın(lan biriktirip aldığı şeyler. Dışarıdan aksi, pinpon bir ihtiyar olarak görünen Melek Teyze araştırma bürosu açan birçok detektiften çok daha donanımlı geziyor sonuçta.”
Doğrusunu söylemek gerekirse çantadaki araç gereçten çok Oğul’un acı kuvvetinden ve her yaşlı bir kadına her kapıyı açan halk kültüründen yararlanıyor Melek teyze. Zaman zaman yüksek sesle güldürecek kadar mizahi bir uslupla sürüp giden kovalamaca sonunda cinayetler çözülüyor elbette. Ama biz de bir şerh düşmek zorunda kalıyoruz; mizahın ağırlığı o kadar öne çıkıyor ki işin polisiye yanı gölgede kalıyor. Dağarcığında birkaç sözcük ve birkaç davranış tarzından fazlası bulunmayan Oğul’un romanın her anında göz önünde bulunması anlatımı yeknesaklaştırmış. Ancak vaatkar bir “detektif” tipi yakalamış Dikeneli; ilk romanındaki mizahtansa ikinci romanındaki gerilim atmosferine ağırlık vermesini önereceğim.
II- Yüreksöken Cinayetleri
Çağan Dikeneli’nin “Melek Teyze Polisiyeleri”nin ilkinin yayımlanmasının üzerinden çok geçmeden serinin ikinci kitabı da hazırlanmış; “Yüreksöken Cinayetleri”…
Detektif tiplemesi farklı ve sevimliydi. Ama Dikenelli hem bu sevimliliğe fazla prim verip mizah öğesini abartmış hem de dağarcığında birkaç sözcükten, birkaç davranış tarzından fazlası bulunmayan Oğul’un fiziksel gücünü çok öne çıkarmıştı. Bunun serinin sonraki maceraları için ciddi tehlikeler barındırdığını vurgulamıştım. Ne yazık ki yazar “Yüreksöken Cinayetleri”nde ilkindeki anlatı kalıplarını yinelemiş ve potansiyel tehlikeler faaliyete geçmiş. “Yüreksöken Cinayetleri” bir cinayet romanı olmaktan çok Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın eski İstanbul gündelik hayatından kesitler aktardığı hikayelerine benziyor. Ama Hüseyin Rahmi’nin tatlı, yumuşak ve mizahi bir uslubu vardı. Melek teyzenin bu macerasında şiddet ve o şiddeti taşıyan kaba ifadler hikayenin her bir yanına sinmiş. Şiddet kriminal olaylardan kaynaklanmıyor. Hatta neredeyse son yüz sayfasına kadar cinayetlerin sadece bilgisiyle yetiniyoruz. Şiddetin kaynağı bizzat Melek teyze ve oğlu Oğul. Kendisine iyi davranmayan mahalle esnafına türlü kumpasla dünyayı zindan eden, yaptığı şantaj planlarıyla büyük oğlunun sevdiği genç kızın ölümüne neden olan, Oğul’a ikide bir adam dövdüren Melek teyze, bu macerada bütün sevimliğini yitirip habis bir kişiliğe bürünüyor. Küfürden, tacizden, darptan dayaktan geçilmeyen hikayede, parçalanmış insan uzuvlarına bakarken ‘Valla, bu resimler de çörekle pek güzel gidiyor ayol, tavsiye ederim çocuklar” diyen bir roman kahramanını hiç de sevimli bulamıyoruz.
Bulunan parçalanmış, başları gövdelerinden ayrılıp iç organları çıkarılmış iki cesetle başlıyor hikayenin polisiye kısmı. Melek teyze işe el atıyor. Yaşlı kadının şiddetle yoğrulmuş ruh halini de yansıtan kısa bir alıntıyla aktaracağım cinayetlerin mahiyetini: “Başlar yalnızca gözdağıydı. Başka bir anlamı olduğunu sanmıyordu. Hımm. Ya iç organlar? İşkembeyi oyalarken gözlerini kısıp dudaklarını şaplattı. Bu rahatsızlık veren hissin kaynağını bir türlü bulamıyordu. Allah Allaah! Tahtanın üstüne yerleştirdiği işkembeyi küçük küp parçalara keserken Meki ile Kurtuluş’un özelliklerini karşılaştırdı bir silme. Başka başka alanlarda da olsa ikisi de suça bulaşmış adi tiplerdi. Mutlaka katille bir noktada çatışnıış olmalıydılar. Ama çatıştıysalar bile o piskopat niçin iç organlarını da çıkarsın? Kümesteki tavuklara yedirmek için mi? Yoksa bu adam bir kedi sever mi? Yamyam mı yoksa? O zaman beyni niye kaçırsın, en lezzetli yeri niye çöpe atsın? Yanaklar falan da mis gibi olur haşlandığı zaman. Kasap? Hadi canım. İç organları ne yaptı bıı herif? Ne yaptı? Bunu bulmalıyım…”
Her ne kadar işe koyulsa bile etrafındaki insanlara zarar vermekten cinayetleri kovalamaya bir türlü vakit bulamıyor Melek teyze. Nitekim Çağan Dikenelli de polisiye kurgunun işlemediğinin farkına varmış olacak ki, birkaç yerde kahramanına “bir türlü şu cinayetlerle ilgilenemedim” dedirtmiş. Yukarıda da belirttiğim gibi, işin polisiye kısmına son yüz sayfada sıra gelecek, teyzemizin yolu organ ticareti yapan kötü ve karanlık insanlarla çakışacak ve olay biraz Oğul’un bilek gücü biraz da mahalledeki çocukların yardımlarıyla sonlanacaktır. Anlatılan onca gereksiz ayrıntıdan sonra sabrınız kaldıysa elbette…
Gerek polisiye kurgusu gerek içerdiği şiddet ve gerekse de kaba saba diliyle “Yüreksöken Cinayetleri” sıkıcı ve başarısız. Umarım Melek teyze polisiyelerinin sonuncusudur.
Kategori: A. Ömer Türkeş Yazıları