Ezgi Ceren Kayırıcı'nın bu yazısı Radikal Kitap ekinde Ekim 2009'da yayınlanmıştı. Kendisine yazıyı siteye taşımamıza izin verdiği için teşekkür ederiz.
İlk kitabını 1964'te yayımlayıncaya kadar, ev işleriyle meşgul ve kendi halinde bir evhanımıdır Ruth Rendell, birbiri ardına yayımladığı kitapları onu 'gerilim kraliçesi' yapar. Rendell'in kitapları, gücünü şiddet ve vahşi cinayet sahnelerinden almaz. Onun yaptığı, bir şekilde yaşamak durumunda kaldığımız bu suç dünyasının, hastalıklı içeriğini göstererek bir duyarlılık, farkındalık yaratmak
EZGİ CEREN KAYIRICI
1930 yılında Londra’da doğan Ruth Rendell, İngiltere’ye Danimarka’dan gelen, Dan bir baba ve İsveç bir annenin kızıdır. Sorunlu bir aile yaşamı vardır ve üstelik yazar, genç yaşta annesini kaybeder. On beş yaşından beri yazan Rendell’in yazılarını yayımlama girişimleri reddedilir. Liseyi bitirdikten sonra gazeteciliğe başlar. 1950’de evlenir ve bir oğlu olur. Doğum sonrasında, ‘hayal gücü’nü bir haberde kullanınca işten atılır; katılmadığı bir kutlama hakkında haber yazmıştır. Bundan sonra ise, ilk kitabını (From Doon with Death) 1964’te yayımlayıncaya kadar, ev işleriyle meşgul ve bir de değişik edebi türler deneyen kendi halinde bir evhanımıdır. 1975 yılında boşanır ancak kısa süre sonra tekrar evlendiği Donald Rendell ile birliktelikleri ölünceye kadar devam eder.
Eserlerini ‘psikolojik gerilim polisiyeleri’ olarak nitelemek yanlış olmayacaktır. İlk romanı aslında ünlü ‘Başmüfettiş Wexford’ serisinin de başlangıcıdır. Daha bu romandan itibaren zekice kurulmuş olay örgüsü ve karakterlerin derin içeriği göze çarpar. Rendell sadece dedektiflik hikâyeleri yazmaz. Kendisinin de belirttiği gibi, suç halinde ve sonrasındaki insan durumu onu ilgilendirmektedir. İngiltere’de yer alan, hayali Kingsmarkham kasabasında geçen ‘Başmüfettiş Wexford’ serisinde de yazar, psikolojik sürekliliği gerektiği gibi sağlamaktadır. Başmüfettiş Wexford’la müfettiş Michael Burden arasındaki ilişki sayesinde, iki farklı karakterin nasıl birbiriyle etkileşime girdiğini görebiliriz. Wexford’dan yirmi yaş genç olan Burden’ın, seri ilerledikçe katı karakteri bu etkileşim sonucu duyarlılaşır. Yazar, kendisini Wexford’dan ayrı tuttuğunu belirterek, onun kendisinden ayrı bir karater olduğunu, yarattığında da onunla birlikte yaşamak zorunda kaldığını fark ettiğini söyler.
Ve politika devreye girer
Ruth Rendell’in öyle ya da böyle polisiye yazıyor olması, hele de şiddetten ve suçtan nefret eden birisi olduğu için bir ikilem gibi görünebilir. Ancak Rendell’in kitapları, gücünü şiddet ve vahşi cinayet sahnelerinden almaz. Onun yaptığı, bir şekilde yaşamak durumunda kaldığımız bu suç dünyasının, hastalıklı içeriğini göstererek bir duyarlılık, farkındalık yaratmak. Seri de giderek, 1980’lerden itibaren Rendell’in de politikayla daha haşır neşir olması sonucu, politik öğeler de kazanmıştır. Eserlerinde yer alan gotik unsurları, sözlerle doğrudan anlatılamayan hisleri yansıtabileceği bir alan olarak seçtiğini belirtir.
Rendell yetmiş dokuz yaşında ve iki yıl önce yapılan bir söyleşide kendisini hiçbir şeyin şaşırtmadığını belirtiyor. Bu ise hem deneyimlerinden hem de Freud ve Jung’a duyduğu ilgiyle de pekişen psikolojik okuma yeteneği olabilir. Ruhsal analizlerinin derinliği ve ‘ahlaksız’ karakterlerle kurduğu dünyaya da aslında Rendell’in ahlaki yargılarla insanlara yaklaşmadığının bir kanıtı. Etik olanla ilgilenen, dolayısıyla her tür istismara karşı çok duyarlı olan yazar, pedofili ve kadın istismarını kesinlikle kabul edilemez bir durum olduğunu belirtiyor. 1965’te yayımladığı ikinci romanıyla (To Fear a Painted Devil) birlikte, Wexford serisinden bağımsız eserlerinde daha çok ‘sapkın’ veya toplum dışına mahkum edilmiş karakterleri ele almaya yoğunlaşır. Örneğin, Timsahkuşu, korumacı annesinin gözetiminde başka çocuklarla oyun oynamamış, alışveriş yapmamış, hayatını kitaplarla örmüş Liza etrafında şekillenir. Annesi tutuklanınca, gizli sevgilisinin yanına kaçan Liza, sevgilisiyle birlikte öykülerle çevrili bir hayata başlar. Bu karakter, şu kısa açıklamadan da tahmin edebileceğiniz gibi, psikoanalitik okumalara açıktır. Rendell’in karakterlerinin ilhamı ve kaynakları, kendisinin seri katillerle ilgili yaptığı araştırmalar değil -bu konuda hiç araştırma yapmazmış-, psikolojik rehber olan oğluyla yaptığı kimi sohbetler ve okuduğu psikoloji kitaplarıdır. Bunu göz önüne aldığımızda, yazarın vahşi cinayet sahnelerini kullanmaması ve daha çok bir şekilde işlenen bir cinayetle ilişkilenmiş bireyleri ele alıyor olması tamamiyle anlaşılır bir durum.
Rendell’in Jung’a ilgi duyduğu dönemlerin bir ürünü olduğunu söylersek çok da yanlış olmayacak bir değişiklik yapar yazım hayatında. ‘Aile’yi ve ‘aile’ içinde saklı kalan sırlarlar etrafında gelişen, karanlık, psikolojik gerilim romanlarını Barbara Vine adı altında, yayımlar. Barbara Vine’ın kim olduğu bir sır değildir. Hem üslup hem de konular açısından farklılık gösterir bu eserleri.
Rendell, toplumsal duyarlılığı ile ünlü bir yazar, aynı zamanda Babergh Baronesi olarak, 1996’dan beri Lordlar Kamarasının bir üyesidir. Politik olarak, yakın arkadaşı ve önemli bir diğer polisiye yazarı olan Barones P.D. James’in aksine, İşçi Partisi’nin bir destekçisidir. Bu durumunun arkadaşlıklarını zedelenmediğinin kanıtının ise hala çok yakın arkadaş olmalarıdır. Kendisini ‘Hıristiyan sosyalist’ olarak tanımlayan yazar, sosyalizmin temelinin Hıristiyanlık olduğunu söyler ve Anglikan Kilisesi’nin şu anki halinden hoşnut olmadığını da bir söyleşinde belirtir. ‘Sınıf’ olgusunun halen, Lordlar Kamarasının kimi üyelerinde kendileri de farkında olmaksızın devam ettiğini gözlemleyen Rendell, yönetimin merkezinde böyle bir ayrım devam ediyorsa, toplumda da değişik düzeylerde bu ayrımın devam etmekte olduğuna inanır. Bir kasaba hayatında, orta ve üst-orta sınıfın, işçi sınıfına karşı yaklaşımının da buna örnek olduğunu işaret eder. Bu yaklaşım, ona göre, orta ve üst-orta sınıfın işçi sınıfını yok sayması ile kendini belli eder. Bu nedenle, eserlerinde bu bilinçaltı yaklaşımı açığa çıkaracak olaylar yaratır. Ayrıca, istismar, ayrımcılık dışında çevre konusunda da aktif görevlerde bulunmuş ve eserlerinde çevre sorunlarını tartışmaya açmıştır.
Ruth Rendell, eserleriyle okuyanlarını sadece suç dünyasına ve iyi adamların savaşına tanık etmiyor. O, insanın -Poe’nun da yaptığı gibi- bizleri zihnin, suçun ve sonrasının, ruhsal karmaşaların ve ‘diğer’in derin ve çarpıcı dünyasına çağırıyor. Çok sayıda hem Rendell hem de Vine kitaplarını Türkçede bulabildiğimiz ustanın, sürükleyici anlatısı, psikolojik incelemeleri ve politik yaklaşımı bizi her yönden içine çekiyor.
Şizofren anne ve iki kızı
Yetmişten fazla kitabı bulunan Ruth Rendell, yeni kitabı Su Çok Güzel’de, şizofren bir anne ve iki kızını konu alıyor. Günümüz Londra’sında geçen hikâyede, Ismay on beş yaşındayken annesiyle birlikte, banyoda üvey babasını ölü bulur. Kendisinden iki yaş küçük kız kardeşi Heather’ın da o esnada banyoda ve üstünün ıslak olmasından dolayı, Ismay kardeşinden şüphelenir ve sürekli Heather’ın tekrar birisini öldürmesinden korkar. Üstelik dokuz sene sonra işlenen bir cinayet, süphelerini güçlendirecektir. Ismay’in üvey babasına çok benzeyen ve Heather’dan hiç hoşlanmayan bir erkek arkadaşı vardır. Heather’ın erkek arkadaşının annesi ise, oğlunun Heather’la birlikte olmasını istemez. Karmaşık ilişkiler, kişisel çalkantılar ve tabi esrarengiz geçmişler... Ruth Rendell sevenlerinin beklentilerini yine karşılamış görünüyor. Tasvir ve karakterleriyle yine kendini kanıtlayan, bu kitabıyla da iyi eleştiriler alan yazarın, hem Rendell hem de Barbara olarak Polisiye Yazarlar Birliği tarafından pek çok defa ödüle layık görüldüğünü, ayrıca da Edgar Ödülü’ne de sahip olduğunu belirtmeden geçmeyelim.