menu

İsmail Güzelsoy ile Cinairoman.com Buluşması / Metin Alparslan

Yazan: Metin Alparslan
Yayın Tarihi: April 01, 2010 20:08

15 Temmuz 2006 tarihinde öğleden sonra, kararlaştırdığımız gibi Taksim’de, İstiklal Caddesi civarındaki Cafe/Bar olan Palyaço’da, yazar İsmail Güzelsoy ile buluştuk. Bu yazara ait Rukas adlı kitabı, daha evvel forumumuzun Okuma Grubu’nda okunmuştu ve oldukça beğeni kazanmıştı. Şimdi yazar ile yüz yüze görüşmek ise, farklı bir duygu uyandırıyor. Karşınızda oturan kişinin bir parçası size de aittir çünkü. Bir parçasını onunla beraber yaşadınız, hem de onun haberi olmadan.

Cinairoman, forumda sorulması istenilen soruları ve daha fazlasını yazara sordu. İsmail Bey de bizi kırmadı, cevap verdi. Sitemizin amacı her şeyi sizinle paylaşmaktır. Bu nedenle size bir Cumartesi öğleden sonrası sohbetinin metnini sunmak istiyoruz.

Özgeçmişiniz sitemizde kayıtlı. Biz yine de başlangıç olarak yazarlık öykünüz ile başlamak istiyoruz. Hangi yaşta, nasıl yazmaya başladınız? Yayınevleriyle nasıl bağlantı kurdunuz? Ve bizi bundan sonra ne gibi sürprizler bekliyor?

Yazarlığa, hiç unutmam 6 Ekim … Böyle bir şey yok. Resmi bir tarih yok. O DNA ile ilgili bir şey. İlkokul beşe giderken kendimle ilgili bir şeyler yazdığım defterlerim vardı ama ne yazdığımı hatırlamıyorum. Şöyle bir şey vardı iki üç sayfa kendimle ilgili bir şeyler yazdıktan sonra sıkılırdım. Bu alanda çok şanslı olduğumu düşünüyorum. İlkokulda üç sayfadan sonra bir insan olarak hayatımın bir halt etmeyeceğini fark ettim. Editörüm Sırma Hanım’ın bu konuda çok güzel bir tanımı var. Her insanın hayatı üç aşağı beş yukarı aynıdır. Önemli olan o yavan hayatlardan bir macera çıkarabilmektir. Dünya üzerinde böyle Bruce Willis’in canlandırdığı karakterler yok. İnsanda bir merak var. Her şeyin özü meraktır. Bu işin amentüsü de budur. Bir insanın hayatı da bu merak sayesinde yaşanılır bir yolculuktur. Örneğin Rukas burada olsa, büyük bir ihtimalle saçmalayacak, burnunu kaşıyacak bir adamdır.

Bunu ne zaman fark ettin diye soruyorsanız, ben bunu ilkokul beşinci sınıfta fark ettim. Tabii tam bir tarih veremeyeceğim, 1 Temmuz 1972 diyemeyeceğim, ama o yıllarda gerçekten sıkıldım ve bir şeyler yazarak dahi kendi hayatımdan, bir halt çıkaramayacağımı anladım. Sanıyorum hayat ansiklopedilerinden birinde rastlamıştım, insan hayatı boyunca yaptığı şeylerin bir dökümü vardı orada. İnsan hayatı boyunca bir trenin bilmem kaç kompartımanını dolduracak kadar yemek yermiş, iki baraj dolusu su içermiş gibi grafiklerle anlatılan bir şeylerdi. Bunu incelediğim zaman ilk reaksiyonum: “o zaman bunları hemen yapalım bitsin” idi. Hayat boyu üç vagon salata yiyeceksek, yiyelim bitsin; bir daha da ömür boyu yemeyelim. Bir özkıyım güdüsü var bu işin içinde. Önümdeki hayatın bir halta yaramadığını fark etmişim demek ki. Erdem aslında hayatın bir halta yaramadığını fark etmektir. Hayatımın tek başına bir değeri olmadığını anladığımda, onu nasıl değerli hale getirebilirim düşüncesi burada başlıyor? Bir sonraki aşama da bunu üçüncü şahıslar nezdinde gerçekleştirme sevdasıdır. Edebiyatla uğraşan insanların egolarının bu kadar şişkin olmalarının nedeni budur. Marquez’in doksan yaşında roman yazmasının arkasında da bu var.

Kitaplarınızı nerelerde ve nasıl kurguluyorsunuz ve yazdıktan sonra onları değiştiriyor musunuz?

Şimdi nerde kurgularsın, nasıl kurgularsın diye bir şey yok. Kürşad Oğuz bir röportajda bana ‘kendine rakip olarak kimi görüyorsun’ diye sormuştu. Ben de, bir edebiyatçı başka bir edebiyatçının rakibi olamaz, böyle bir rekabet söz konusu olamaz dedim. Sonra düşündüm, böyle insiyaken söylenen sözler doğru olsa ne olurdu. Ruh Hastası adlı kitabım bunun üzerine kuruludur. Şu anda röportaj sırasında aklına bir şey gelebilir ya da üç sene bir şey gelmeyebilir. En doğrusu kendini izlemeye almaktır, konu sıkıntısı çektiğin anda kendini inceleyip bir şeyler yakalamaktır. Ama filmlerdeki gibi, daktilodan kağıt çıkartıp atan tiplerin olmadığını garanti edebilirim. Tavana bakarken çok şey gelebilir aklıma. İkinci olarak yazdıktan sonra çok düzeltirim her romanımı en az üç kere yazdım şimdiye kadar. İstanbul Sendromu diye bir romanım var, sözde bitmiş ama on birinci versiyonunu yazdım ve daha da çalışacağım galiba. Yazıyorum kaldırıyorum bir kenara koyuyorum. O versiyonunu saklıyorum ama, sonra bir daha yazıyorum. Rukas mesela, promosyon olarak yayınlanan versiyonun saymazsak, bu üçüncü yazılışı. Neden böyle bir şey yapıyorum, çünkü metin içinde alt metinler yaratmak hastalığım var benim. Çok katmanlı olmak. Kimisi Rukas’ın kaliteli muhabbetine, kimisi o romantik hikayesine takılı kalır. Onun altında ise başka bir katman var ve orada bir diğer okur ile buluşurum. Bir alt metin vardır, bir alt entrika vardır; bunu kurgulayabilmek için tekrar yazmak zorundasınızdır. Hikayeyi yazdıktan sonra büyük ihtimalle ilk versiyonunda yazılı olanlar daha çok para edecek şeylerdir onu saklarım ama araya bir şeyler harmanladığın zaman işin rengi değişiyor zor ve sıkıntılı metinler haline geliyor. Bu yüzden de geniş bir okur kitlesiyle tanışma gibi bir şansım olduğunu zannetmiyorum.

Kitap konularınızı nasıl seçiyorsunuz? İleride ele almak istediğiniz ne gibi konular var? Okuyucuya vermek istediğiniz bir mesaj var mı?

Kitabın kendisi mesajdır zaten. Onu geçin öyle bir şey yok. Kitap değil, bir yazarın kitaplarının tamamı bir mesajdır aslında. Yazarların, hele de iyi bir yazarsa, hayatında söylemek istediği bir cümle vardır. Hatta bir ara en yavanlaşmış konu olan, zengin oğlan fakir kız üzerine bir roman yazmayı hayal ederdim. Bunu Sincap’ta kullanacak gibi oldum ama sonra vazgeçtim. Okunabilir çok cesurane detayları olan bir öykü halinde anlatmayı düşündüm. Olabilir, konu çok önemli değil bence herhangi bir şey yazılabilir. Dünya üzerinde yazmaya değmeyecek hiç bir şey yok. Konu çok basit olabilir, önemli değil; önemli olan senin bu meseleyi karşındakinin dünyasını sarsacak, alt üst edebilecek şekilde sunup sunamayacağındır. Bir cümle üzerine kurulu olmak zorundadır hikaye. Bunun değişmez üç öğesi vardır; tip, hikaye ve ideolojik temel. Bunların hangisinin daha öncelikli olduğuna karar vermek gerekir. Örneğin bir Hollywood aksiyon filmde insanlar figüratif öğelerdir. Hikaye akışına rahatlıkla kurban edilirler. Bazen bir tip sürükler götürür her şeyi. Ben üçüncü öğenin temel olduğunu düşünüyorum. Rukas’ı sadece bir Rukas’ın vurulma sahnesi için yazmışımdır. Sadece kurşunun vücuda girmesini, vücudun parçalanmasını anlatmak için. Yani o dört beş sayfa için yazdım romanı. Geri kalan her şey bunu biraz daha okunabilir hale getirmek içindir. İşin ideolojik yanı ise, ölüme ne kadar yakın olduğunu tespit edebilme şansı vermek istedim kendime ve okura.

Rukas romanda şöyle der: "sözün gerçeği açık ettiğine değil, genelde onu sakladığına inanlardanım" . O halde bu sizin vermek istediğiniz mesaj için de mi geçerlidir?

Tabi ki sonuçta şöyle bir şey; karıncaların kendi aralarındaki iletişim, insanlarınkinden çok daha gelişmiş. Karıncalar bilmem kaç saniye içerisinde diğerine şurada bir ekmek var, şu kadar adam gönderdim, bir de sen git şu koordinata diyebiliyor. Bunu yapabilen iki tane insan göster. Söz bir şeyi açıklamak için değil, gizleyebilmek içindir. Başka bir örnek daha vereyim. Dişçi muayenehanesini düşün. Biri soruyor ‘çocuğun nesi var?’, Sana ne kadın, dişçiye geldik, bunun nesi mi olur? Apandisitini aldırmaya gelmedik elbette. Mesele o değil, bu konuşmada aslında şunu diyor ‘ben size düşman değilim’. İletişimin amacı orda söylenmiş cümleler değil. Bu cümlelerin sakladığı duygular var. Roman ya da söz ile kurulan tüm sanatlar bu durumu kullanmak zorundadır. Bazen kahramana bir şey söyletirken onun tersi de kastedebilecek şekilde yazarsın, ya da onun yan anlamlarının söyletilmesi gerekiyor, bu yüzden şiirsel bir doku oluşturmak zorundasındır.

Türkiye'de kitapsever oranı malumunuz düşük; peki okuyucunun ilgisinden memnun musunuz?

Yüzyıllardır kitap okuma alışkanlığından bahsedilir. Okumak bir alışkanlık değildir. Sigara bir alışkanlıktır, esrar bir alışkanlıktır, oysa okumak bilinçli bir tercihtir. Eğer insanlar okumuyorsa bunu soranlar kendilerine nerede hata yaptıklarını sormalıdır. Eğer bir yazar ben bir şeyler anlatacağım ama kimse okumasa da olur derse, eyvallah bunu yapsın. Zaman zaman benim de böyle triplerim oluyor. Hayata karşı yapılmış kaprislerdir bunlar. Ama gerçekte kimse bunu istemez. Bu okuru aşağılamak anlamına gelir. Okura niye bu kadar yükleniliyor ki. Başka gruplar da var, eleştirmenler, yazarlar ve yayıncılar mesela. Bunlardan çok mu memnunuz da okura yüklenmek ihtiyacı duyuyoruz. Bu nedenle okur oranı malum değildir bence. Okur iyi edebiyatı bulunca kaçırmıyor. İyi eserler ortaya çıkaran İhsan Oktar Anar, Hasan Ali Toptaş’ı okuyor insanlar. Her iki yazarın dili ağırdır. Teorik olarak insanların onları okumaması gerekir ama okuyorlar. Daha ne? Baba ve Piç çok güzel bir roman ve okunuyor. Ya iyi yazacaksın, ya da zavallı ağaçları gereksiz yere tüketmeyeceksin. Metal Fırtına için koca bir koruyu mahvettiler. Keşke internetten dağıtsaydılar.

Son dönemde pek çok yazarımızın eserleri yabancı dile çevrilip dünya kitapseverleri ile buluştu. Son olarak Murat Somer’in kitapları da İspanya’da yayınlandı. Sizi de yakında yurtdışında görebilecek miyiz?

Bence bu gibi şeylerin önemi yok. Türkiye’de bir eziklik var, sanki yabancı bir ülkede okunan bir kitabın değeri daha fazlaymış gibi. Diğer ülkelerin okuru daha mı kaliteli. Bir zamanlar en beğendiğim okurlara sahip olan İngilitere’de Dan Brown’un iki kitabı birden bestseller oldu. Bu durumda benim kitabım İngiltere’de okunsa ne olur, okunmasa ne olur?

Peki İsmail Güzelsoy neler okur? Beğendiğiniz polisiye ve polisiye dışı yazarlar kimlerdir?

Benim küçük bir polisiye kitaplığım vardır. Bu merak ise turist rehberliği yaptığım döneme denk gelir. O’Brian’in eşini gezdirmiştim. Bilirsiniz O’Brian “Kuşlar” filminin senaryo yazarıdır (IMDb’de bu isimler var: Daphne Du Maurier ve Evan Hunter/ yanlış söylüyorum burada: kuşlar filminin öyküsünü yazan kişidir O’brian). Burada polisiyenin ruhunu yakaladığımı düşünüyorum. O zamana kadar, adam öldü bana ne, Allah rahmet eylesin diye bakıyordum. Sonra bunun simgesel yanını görmeye başladım. Katil aslında katil değil. Katil diye aradığımız şey aslında tanrı. Yaratanı arıyoruz yani. Sonra Hammett’in İnce Adam’ını okudum ve baştan başlayım dedim, dolayısıyla Poe’nun Morg Sokağındaki Cinayeti’ni okudum. Polisiye dışı olarak son dönemde Hakan Günday‘ın Zargana’sını çok beğendim.

Bir süre İsveç’te yaşadınız, orada eğitim gördünüz ve kültürünü gözlemlediniz. Acaba Kuzey polisiyeleri hakkındaki görüşleriniz nelerdir? Beğendiğiniz yazarlar var mı?

Kuzey polisiyelerden ziyade August Strindberg’den oldukça etkilendiğimi söyleyebilirim. Bence o sadece bir tiyatro yazarı değildir. Şiiri çok sevmememe rağmen onun şiirleri tam bir zekâ ürünüdür. Onun dışında Selma Lagerlöf’ü çok severim.

Kısa özgeçmişinizde, Nazım Hikmet’in ölümünden bir hafta sonra doğduğunuz yazılıdır. Sincap adlı romanın hemen başında aynı şairin bir şiirinden de bir alıntı var. Ayrıca Sincap”taki baş karakter İskender Sof’un hayatı ise Nazım Hikmet’in hayatını anımsatıyor. Böyle bir bağlantı var mı ve Nazım Hikmet sizin için ne ifade ediyor?

Zaten Sof’un anlamı Yunanca’da “Hikmet”tir. İskender ismi de Ağrı Dağı’nda ölen dağcının isminden geliyor. Yani İskender Iğdır’a gizli bir ithaf söz konusudur. Sincap’taki İskender elbette Nazım Hikmet’tir. Ancak kitap biyografik bir roman değil. Örneğin İskender Batı’dan değil, Doğu’dan kaçıyor. Nazım Hikmet ise, bence edebiyatta bir çığır açmıştır. Çok değerli bir şairdir. Bence bir uygarlık abidesidir. Nazım’ın “Şeyh Badrettin Destanı” mesela, bugün bile Türkiye’de aşılamayan bir yapıttır. Destan yazan yazarımız var mı?

Cinairoman’cılar sizi “Rukas” adlı romanınız ile tanıdı. Sitemizin asıl konusu ‘polisiye’ olduğuna göre, öncelikle şunu sormak istiyorum. Rukas sizce bir polisiye roman mı?

Bu konuda Ömer Türkeş’in bir tespiti var. Kendisi benim romanda sakladıklarımı çok güzel bir şekilde yakalıyor zaten. Romanın teması polisiyedir, ama arkasında başka bir şey var. Öncelikle şunu söyleyeyim, bugün yazılan her şey polisiyedir. Polisiye simgeler üzerinde kurulu bir edebiyattır. Katil olmayabilir, dedektif olmayabilir ama yine de polisiyedir. Bütün çağdaş romanların içine polisiye bir virüs gibi girmiş durumdadır. İyi de bir virüstür. İnsan yazarken de sıkılmamış oluyor. Soy polisiye bence bugün okunmaz. Bu şu anda varoluşçu bir roman yazmak gibi olurdu, okuyucu ve yazar için sıkıcı olurdu. Bu kimin kazanacağı belli olan bir satranç oyununa benzer, niye oynayayım o zaman. Polisiye de aynı şekilde, katilin yakalanacağını zaten biliyoruz. O zaman niye okuyoruz? Hamleyi görmek için okuyoruz.

Okuma grubumuzda “Rukas” ‘masalsı’ olarak değerlendirildi. Grubumuz bu konuda sizce doğru bir değerlendirme mi yaptı?

Çok doğru bir tespit bu. Masaldan yararlanmayı severim. Yazarın inandırıcılığı önemli deniyor. Kişileri, coğrafi yapıları olduğu gibi yansıtmalı deniyor. Ben bunu biraz kırmaya çalışıyorum. Tipler yerçekimine aykırı hareket etmeli. Bu da herhalde genç yaştan itibaren Borges ve Marquez gibi yazarlarla haşır neşir olmamdan kaynaklanıyor. Masalsı lezzetler beni yazarken çok eğlendiren bir unsurdur. Ben bunu severek hazırlanan bir yemeğe benzetiyorum. Severek hazırladıysanız lezzetli olur, aynı şekilde eğlenerek yazdıysam, okur da eğlenecektir diye düşünüyorum. Ben biraz daha işin eğlenceli yanındayım galiba.

Rukas’ta bir Salih Sartuk karakteri vardır. Kendisi bir banknotun hikayesinin izini sürüyor, o paranın kimlerin elinden geçtiğini okuma, tespit etme yeteneğine sahiptir. Bu para okuma yeteneği nasıl aklınıza geldi?

İnanın para okuma işi nasıl aklıma geldiğini hatırlamıyorum. Ben böyle şeyleri çok fazla hesaplayarak ortaya koymam. Bir gün vapurla giderken bir şey aklıma gelir ve onu yazarım. Zaten insanların arasında en çok dolaşımı olan nesne paradır. Çocukluğumdan beri merak ederim zaten. Bu para kimlerin elinde geçmiştir. Bu paraya nasıl dokunmuşlardır, bu izlerin kaynağı nedir. Yani bu birden aklıma gelmiş olan bir şey değil. Ama romana nasıl konu oldu bilmiyorum.

Peki kitapta geçtiği gibi, 5 Liralık banknotun üzerindeki resim yüzünden, banknotların toplatılma hikayesi doğru mu?

O dönemde halkçı bir yaklaşımla, paralara kahramanları değil halkı resmetme yoluna giriliyor. Oradaki üç kadın bu nedenle modellik yapıyorlar. Kendileri dönemin bürokrat ailelerindendirler. Bu üç kadınların en sağında yer alan kişi, Fiskobirlik Genel Müdürü’nün nişanlı kızıdır. Ben Rukas’ta onu evli olarak yazmıştım. Ancak para üzerinde yer alınca kıyamet kopuyor ve nişan da bozuluyor zaten. Bu kızların o dönemde para gibi kirli sayılan ve herkesin elinden geçen bir metanın üzerinde yer alması olay oldu ve banknotlar sonunda toplatıldı. Çok ilginçtir bir gün beni TRT İzmir’den bir bey arıyor ve kadınlardan birinin oğlu olduğunu söyledi. Bu beni çok duygulandırdı mesela.

Rukas'ta “S” harfi ile başlayan pek çok isim var. Öncelikle Rukas'ın asıl adı Sinan. Sonra Sibel, Salih Sartuk, Salih'in babası Selim, müzedeki arkadaş Sedat Sonarkın, gazeteci Semih Seba. Bunun herhangi bir nedeni var mı?

Evet. S harfi Yunanca’da Sigma’dir (Σ) ve göğüs, kalp anlamına gelir. Rukas’ta Sinan’ın karısının kalbi ile bağdaştırdım. Bu sakladığım şeylerden biridir. Bir kez daha hayran oldum grubunuza. Önce bütün kahramanlarının isimleri “S” ile başlayacaktı, ancak o zaman çok ortada olacaktı her şey. Bu yüzden yarı yarıya yaptım. Rukas’ın ikinci epizodunda ise, yani üçlüyü bitirdikten sonra Rukas’ın devamı olacak olan epizodunda her şey ayna üzerinde kurulmuş olacak. Yani ters yansıtma söz konusu olacak. Aranmula Kunnadi denilen ve dünyanın en net yansıtan aynası var. Hindistan’da üretiliyor. Çok da pahalıdır. Bunun üzerine kurulacak roman.

Sincap’ta kesin bir tarih veriyorsunuz, 1966, yani Sovyetler’in Luna 9’un aya inişi ile. Ancak sanki Rukas’ta bundan kaçınıyorsunuz gibi. Rukas’ın geçtiği zamanı tespit etmek zorlanıyor. Bunu isteyerek mi yaptınız?

Evet isteyerek yaptım. Zamanı tespit etmek için okuyucuya birkaç kıtır verdim. Bir tanesi Türk Kalp Vakfı, kuruluş tarihi 1975’tir. Diğer kıtırlar Hürriyet ve Anayasa Bayramı’nın kutlanması ve kahvelerde asılı olan İnönü resmidir. Bunları bir araya getirmek normalde edebiyatta hatadır. Ancak Rukas’ın ikinci epizodunda Rukas bu hatalardan dolayı yazarı reddedecek. Ben başka bir yazarla çalışmak istiyorum diyecek. Bu romanda yazarla kahraman arasında ciddi bir çatışma olacak. Kötü adam, romanın kötü adamı değil, katil yazardır. Polisiye tarihinde yazar hiçbir zaman katil olmamıştır. Katil herkes olmuştur, ama asla yazar değildir. İkinci epizodun sonunu söylüyorum. Bu durumun oluşabilmesi için Rukas’ın yazarı reddetmesi gerekiyor. Sözü geçen ve daha bir çok hata bu nedenle bilerek konulmuş hatalardır. Yani beni fena yakaladınız. Bu ara Sincap’ta istemediğim bir hatayı Ömer Türkeş yakaladı. Sincap romanda çizgi roman çiziyor, oysa o dönemde Türkiye’de çizgi roman yoktu. Diğer yanda romanda radyo dinliyorlar. Bu isteyerek yaptığım bir hata, çünkü o dönemde radyo da yok. Ama burada sadece olayı anlamlı bir şekilde bağlamak için radyoyu koydum, yoksa Rukas’ta olduğu gibi bir amacı yok. Üçlemenin üçüncü kitabı olacak “Kronos Köprüsü”nde kanatlı köprüyü dubalı olarak tanımlamak zorundayım mesela. Bütün olay bunun üzerine kurulacak. Bu nedenle onu dubalı bir köprü haline getireceğim. Bu bile bile yapacağım bir hata, ama Rukas’ta hatalar bir sonraki romanın hazırlayıcısıdır.

Sincap’ta ve Rukas’ta geçen Salih Sartuk karakteri her iki romanda, isim aynı olmasına karşın farklı birer şahıs olarak karşımıza çıkar. Sincap’ta kendisi Merkez Bankası’nın Genel Müdürü, oysa Rukas’ta sadece veznedardır. Bunun amacı nedir ve üçüncü kitapta yine bir Salih karakteri ile karşılayacak mıyız?

Üçüncü kitapta da bir Salih karakteri olacak. Bu sefer Galata’da nümizmat Sartuk bir esnaftır. Bu benim kişisel bir oyunum. Bir paralel evren teorisine dayanıyor. Yani Salih başka bir evrende ne yapar düşüncesinden yola çıkar. Yine para ile ilişkilidir, ama farklı bir yerde. Birinde fırlama bir koleksiyoncu, birinde Tufan ile çatışmaya giren yiğit bir veznedar, bir diğerinde ise Merkez Bankası’nın Genel Müdür’ü. Bu benim kafamda gerçekleşmiş bir olaydır. Okur bunu anlar mı, anlamaz mı bu değil mesele. Eğer anlarsa benim kurduğum dünyaya daha kolay ortak olur.

Her iki romanınız bir mektup ile sona eriyor. Ancak hiçbir zaman yerine varmayan, hiçbir zaman okunmayan mektuplardır bunlar. İnsanlar hep böyle gecikirler mi böyle? Yoksa ayrılıklar mı hep erken oluyor?

Şimdi Rukas’taki mektubun okunmadığı konusu tartışmalıdır. Rukas okunduğunu düşünüyor. Bu bir ara nağmedir. Bir başka romanda bu konu da açıklanacaktır. Daha mistik bir öyküyle. Aslında bakarsanız şu anda 5 değişik hikâye hazır. Bir tanesinde Rukas Topkapı sarayına geliyor ve Sedat Sonarkın ile görüşüyor. Topkapı’da bir soygun oluyor. Sakal-ı Şerif çalınıyor ve bir gizli örgüt Hz. Muhammed’i klonlamaya çalışacak. Ama CHP’liler bu konuda benden daha hızlı davrandılar. Bu yüzden şu anda bu projemden vazgeçtim, çünkü bu denli popüler bir temanın içinde yer almak istemedim. Müze müdürünün boynunda patlamaya hazır bir bomba bağlı olacaktı ve müze müdürü bu nedenle istenilen her şey yapacaktı. Roman böyle başlayacaktı ama dediğim gibi şu anda vazgeçmiş durumdayım.

Çok teşekkür ederiz.

Kategori: Söyleşiler

Yorum yaz
mode_edit