“Geçmişin Ayak Sesleri” ile dilimize ilk kez çevriliyor Didier Daeninckx. Ancak polisiyeseverler onun senaryo ya da romanlarından uyarlanan TV dizilerinin TRT kanallarındaki gösterimlerini mutlaka izlemişlerdir. 1949’da doğan ve hayatının on beş yılını matbaa işçiliği ile geçiren Daeninckx, siyasi ve toplumsal olaylar etrafında kurguladığı polisiyeleri ile tanınıyor. Türkçedeki bu ilk Daeninckx romanı da kusursuz bir siyasi polisiye örneği. Konusunu devlet tarafından ört bas edilen bir sokak gösterisinden alan “Geçmişin Ayak Sesleri”(1984), aldığı ödüller ve televizyona yapılan uyarlamasıyla büyük etki yaratmış ve Daeninckx’e dünya çapında bir ün getirmişti. O günden bu yana “kara”ların gerilim ve entrikasını siyasi ve toplumsal olaylarla buluşturan çok sayıda roman yazdı Daeninckx; romanları Avrupa’nın hemen her ülkesinde yayımlandı.
Devletin şiddeti
1961 yılının 17 Ekim’inde başlıyor hikaye. Paris’in varoşlarından merkeze doğru akan Cezayir asıllı Fransız vatandaşları, hem kendilerinden esirgenen haklarını alabilmek hem de De Gaulle hükümetinin Cezayir’de yürüttüğü kirli savaşı protesto etmek amacıyla büyük bir kitle gösterisi düzenlemek niyetindeler. Ne var ki, onların bu demokratik eylemleri kimileri için devletin güvenliğine yönelik bir tehdit, bölücü ya da yıkıcı faaliyet anlamına gelmekte, bu nedenle Fransız derin devletinin özel timleri, yani “Cumhuriyetçi Güvenlik Birlikleri” sokak başlarında pusuda beklemektedir. İlk yirmi sekiz sayfada adım adım yaklaşıyoruz o trajik saldırı anına. Sayıları sekiz bine yaklaşan Cezayirli asıllı göstericiler resmi açıklamalara göre altmış ölü, yüzlerce yaralıyla püskürtülüyorlar Paris sokaklarından. Yıllar sonra bu sayının dörtyüzü bulduğu söylenecektir…
Hikayedeki entrikayı gerçekten yaşanmış bu acı siyasi olayın ardına yerleştirmiş Daeninckx; sokakların kan gölüne döndüğü, özel timcilerin kadın erkek demeden önlerine geleni copladığı saatlerde Roger Thiraud adlı bir tarih öğretmeni kendisini adım adım izleyen bir tetikçi tarafından başından vurularak öldürülüyor. Bu cinayetten tam yirmi yıl sonra, Roger Thiraud’un oğlu da benzer bir cinayete kurban gidecektir. Tam bu noktada anlatıcının konumunu değiştiriyor yazar ve hikayenin geri kalan kısmını cinayeti soruşturan polis müfettişi Cadin’in bakış açısından anlatmaya başlıyor; baba ve oğulun yirmi yıl arayla öldürülmelerinin tesadüf olmadığını düşünecektir Cadin. Böylece 1961 yılı 17 Ekim’ine geri dönecek, derin devletin o kanlı katliamının sorumlularını araştıracak, bulduğu izler onu Fransa tarihinin bir başka kirli anına, II.Dünya savaşında Nazi içbirlikçisi Fransız yetkililerin Yahudi toplama kamplarında işlediği suçlara kadar götürecektir…
“Cezayir savaşına karşı gösteri yapan yüzlerce işçinin 17 Ekim 1961’de Paris’te polis tarafından katlini hatırlatmayı” önüne koyan Daeninckx, bir cinayet vakası etrafında -Ernest Mandel’in ifadesiyle- “tarihin mağluplarını su yüzüne çıkarma arzusunda”. Yani bizlerin hiç de yabancı olmadığımız, 20.yüzyılın bütün bir son çeyreği boyunca hemen her gün tanıklık etmek zorunda kaldığımız “faili meçhul” vakaları var hikayesinin merkezinde. Benzerlikler şaşırtmakla kalmıyor, irkiltiyor, sonrasında öfkelendiriyor da…
Klasik polisiyelerin aksine dış mekanların, somut tarihin, etnik ve sınıf farklılıklarının önemli yer tuttuğu “Geçmişin Ayak Sesleri”ndeki kent, sokak ve kişi adlarını değiştirdiğinizde, karşınızda Türkiye'yi, Susurluk’ta teşhir olan tetikçi-siyasetçi-emniyetçi üçlüsünü, en çok da Güneydoğu'da yaşananları bulacaksınız.
İşte bu bizim hikayemiz…
Bizler 1971 darbesinin ardından duymaya başladık “kontr-gerilla” adını. Ziverbey Köşkü’ndeki işkencelerin, sokak ortasındaki yargısız infazların, “Kara Pazar”ların sorumlusu olarak hep aynı teşkilattan söz ediliyordu. Birkaç yıl sonra Ecevit’e suikast teşebbüsü ile bir kez daha çalındı kulaklarımıza. Bu kanlı suç örgütü 70’li yılların ikinci yarısındaki her türden kanlı eylemin planlayıcısıydı; 77 1 Mayıs’ında kalabalığa ateş açanlar onlardı, M.Ali Ağca’nın hapisten kaçırılışını, İstanbul Üniversitesi’ne atılan bombayı, Kahramanmaraş olaylarını ve daha nicelerini hep aynı örgüt, kimilerince “Özel Harp Dairesi” olarak anılan “kontr-gerilla” tezgahlamıştı. Darbelerin şiddetine maruz kalan, o işkenceli sorgu odalarından geçen aydınların ve solcu gençlerin tanıklıklarına rağmen varlığı resmi makamlarca hiçbir zaman kabullenilmedi, üzerine gidilmedi; sorumluları da yargı önünde hesap vermediler.
80’lerden sonra yeni bir isimle bir kez daha karşımıza çıktı kontr-gerilla; artık “Derin Devlet” diyorduk bu daha iyi organize olmuş yasa dışı teşkilata. Yine işkenceler, yine yargısız infazlar, yine fail-i meçhuller, yine kaçak silahlar, yine örtülü ödeneğin hesabı sorulmayan paraları ve yine kabul edilmeyen varlığı ile Susurluk’taki o otomobil kazasına kadar siyasi tarihimizin en karanlık aktörüydü o. Aslında apaçık ortadaydı da, görmezden, işitmezden geliniyor, üzerine konuşulmuyordu. Edebiyata da gerçek yüzü ile hemen hiç yansımadı. Bu karanlık örgütlenme ve failleri hala gün ışığına çıkarılmayı bekliyorlar.
Didier Daeninckx’in “Geçmişin Ayak Sesleri”ni okuyunca bir kez daha hatırlayacaksınız yakın tarihimizin karanlıkta bırakılan, unutturulmak istenen sahnelerini. Çünkü kendi ülkesinin, Fransa’nın derin devlet operasyonlarını bizde yaşananlara çok benzer olaylar çevresinde dile getiriyor Daeninckx. Üstelik sadece devletin şiddetini değil, Fransız halkının bu şiddet karşısındaki suskunluğunu ve işbirlikçiliğini de sözünü hiç sakınmadan teşhir ediyor. Bir yazarın kendi toplumu ile edebiyat üzerinden ve estetik kaygıları ihmal etmeksizin giriştiği bu yakıcı hesaplaşmayı heyecan ve kıskançlıkla okuduğumu söylemeliyim. Fransız aydınlarının Zola ile başlayıp Sartre’la süren ve günümüze aktarılan bu onurlu, bağımsız ve muhalif duruşları devletlerinin ayıbını temizlemiyor belki, Fransa tarihini aklamaya, temizlemeye elbette yetmiyor; ama hiç değilse bu olayların bir kez daha yaşanmayacağına dair bir umut doğuruyor.
Paco Ignacio Taibo üzerine yazdığı eleştiri yazısında “polisiye okumak eğlencelidir, bir oyun gibi: ipuçlarını yakalamaya çalışırsınız, tahminler yürütürsünüz, sürprizlerle karşılaşırsınız” diye girmişti söze Aksu Bora ve Taibo’nun farkını şöyle vurgulamıştı; “bu adamın kitapları farklı. Pek oyuna benzemiyor. Aslında hiç benzemiyor. Çok tanıdık, çok can yakan anılarımızı çağıran kitaplar. Belki de bu yüzden, alt türün de alt türü: siyasi polisiye. Suç, bir kişinin ya da çetenin işi değil. Bütün bir sistem, suç ve suç ortaklığı üzerine kurulmuş. Bu yüzden de ipuçlarının peşinde koşmanın anlamı yok, her yer suçun işaretleriyle dolu zaten. “Suçlu kim?” sorusu, polisiye olmaktan çok siyasi, hatta bazen felsefi bir soruya dönüşüyor”.
Siyasi polisiyeleri işte bu nedenle önemsiyor ve öneriyorum. “Mutlu Son Yoktur” romanında Meksika’daki bir kitle gösterisini kana bulayan yarı resmi örgütlerin işlediği cinayetleri anlatan Paco Ignacio Taibo’yu, ya da “Keskin Nişancı” romanında bir tetikçiyle "derin devlet" arasındaki sıcak ilişkileri çarpıcı bir uslupla gözler önüne seren Jean-Patrick Manchette’yi de okuyun mutlaka. Ve ardından şu soruyu sorun kendinize; üçüncü dünya ülkelerini ortak kaderlerini yansıtan bu olayların belki de çok daha çıplak halleriyle yaşandığı Türkiye’de edebiyat aynı refleksi neden göstermedi, neden hala gösteremiyor?
Siyasi polisiyeleri tanıtan ve öneren bu yazı, demokratik kitle gösterilerinin silahla bastırıldığı, işkencenin alenileştiği, çetelerin, cinayetlerin ve şiddetin estetize edildiği, racon kesmenin hayranlık yarattığı, bütün o sahte kahramanların, karanlık ilişkilerin ve derin bağlantıların vatan millet aşkına yüceltildiği bu ülkede “siyasi” olana sırt çevirerek küçük burjuvaların kimlik sorunlarına kapanan edebiyatımıza bir eleştiri olarak da okunmalıdır.
Kategori: A. Ömer Türkeş Yazıları