ITÜ Makina Fakültesi’nde öğretim üyeliği görevinde bulunan ve doktora tezini “İzleme-Yakalama Sistemlerinin Kontrolü” üzerine yapan Mustafa Resa, doktorasıyla aynı zamanda tamamladığı romanını da bir iz sürme hikayesi üzerine kurgulamış.
Basit bir kaçırılma hadisesi gibi başlıyor hikayemiz. Kaybolan üniversite öğrencisi Tuğçe’nin annesinin ısrarlı telefonları üzerine işi özel detektif YK üstleniyor. Kitabın ilerleyen sayfalarında asıl adının Furkan Güvenç Tiryakioğlu olduğunu öğreneceğimiz YK, aslında orta karar bir elektrik mühendisi; öğrencilik yıllarında yanında çalıştığı bir büyüğünün devrettiği eski bir Beyoğlu hanının en üst katındaki bürosunda yürütüyor mühendislik faaliyetlerini. Pek fazla işi yok, parası yok ama ikinci bir hayatı var; kendisine müthiş heyecan veren ve giderek öne çıkan gizli hafiyeliği sanki çok eskilerde kaybettiği kişiliğine karşılık gelerek bir tür özgürleşme duygusu yaratmış YK’da. Şimdiye dek hep -mesela paralı kıskanç eşlerden gelen- basit işlerle uğraşan kahramanımız bu kayıp kız hikayesini kariyerinde önemli bir kilometre taşı olarak görüyor ve Tuğçe’nin peşine düşüyor.
YK, bir yandan Bağdat Caddesi’nden Karagümrük’e, Etiler’den Beyoğlu’na kadar geniş bir İstanbul haritası çizerek gençlerin takıldığı mekanları kolaçan ederken diğer yandan zamane gençliğinin çokça zaman geçirdiği sanal mekanları da boşlamıyor. Her iki alem 70’lerin hemen başında parlayan rock şarkıcısı Mary Popkins’te kesişecektir (yeri gelmişken “Those Were The Days” parçasını sevgiyle yad edelim). Son olarak, adını Mary Hopkins’in ünlü şarkısından alan gece kulübü Alone Again’de görülmüştür Tuğçe. Bilgisayarındaki günlüğü ise Mary Hopkins kod adını kullanan birisinin yirmi yıl önce yazdığı günlükle neredeyse bütünüyle örtüşmektedir. YK, Alone Again’in adlarını 70’lerin resimlerinden, şarkılarından, filmlerinden alan herbiri üçgen formunda içiçe labirent biçimindeki salonlarının ve Tuğçe’nin bilgisayarındaki yazıların gizlediği şifreleri çözmek zorundadır.
Neyse ki yalnız değil kahramanımız. Genç sevgilisi Aslı ve polis komiseri arkadaşı PO, YK’ya ellerinden geldiğince yardımcılar. Ancak her bölümde Tuğçe’nin yeni bir arkadaşı ya da onunla bir yerlerden tanışıklığı olan yeni yeni insan tipleri çıkıyor ortaya ve her çıkan kişi muammayı biraz daha karmaşık hale getiriyor. Öyle ki, artık yüzler, sesler, kimlikler, üçgenler, matematik denklemler, diyaloglar birbirine karışmış, YK kendi evinde bile yoğun bir güvensizlik duygusu hissetmeye, Aslı’dan bile şüphelenmeye başlamıştır…
Düğümün çözüldüğü son üçbölümde ortaya çıkan parçalanmış kişilikler üzerinde yorum yapmak bütün kurguyu ele vereceğinden ilk onaltı bölümünün özetiyle yetinmek zorundayız. Yine de bir ipucu verelim ve sona gelindiğinde bütün olup bitenlerin yeniden gözden geçirilmesi gerektiğini söyleyelim.
Çözmeye Uğraşmayın!..
Kapalı mekanlarda geçen klasik polisiyelerinin “Kim Yaptı?”, “Neden Yaptı?” sorularıyla “Private Eyes”ın sokaklarda suçlu kovalayan detektifini yanyana getiren “Kayıp Kızlar Üçgeni”, ilk onaltı bölümde hiç aksamadan, merak duygumuzu sürekli dinamik tutacak süprizler eşliğinde çok hızlı bir tempoda akıyor. Mustafa Resa, mekanları, özellikle Alone Again’in üçgen salonlarını da iyi kullanmış, yeterince canlandırmasını bilmiş. Ancak bu mekanlar ve müdavimleri toplumsal bir çeşitlilik arz etmiyorlar. Kurgudaki arayışını mekan ve insanlara taşımamış Resa. Sıklıkla tekrarlıyorum, yazarlar vazgeçmediği sürece tekrarlamayı da sürdüreceğim; “Yerli edebiyatı izleyenler, romanların hangi türde yazılırlarsa yazılsınlar belli bir mekana ve insan tipine teslim olduğunu, dünyaya İstanbul/Beyoğlu merceğinden bakan bir okuma/yazma pratiğinin edebi alanı işgal ettiğini göreceklerdir. Bu mekan elbette yoksul ya da dar gelirli insanlara ait değil. Kentsel yarılma romana da yansımış, yoksullar romandan dışlanmış, üretim ilişkileri ve sınıfsal farklılıklar görünmez hale gelmiş ya da önemsizleşmiş, romanlar maddi hayatın içinde sanal bir hayat sürdüren hayali cemaatlerin yeni meskeni haline gelmiş, sanki ırksal özellikler bile değişmiştir; Türk romanına son yıllarda egemen olan eğilim gereği, “esas oğlanlarla” “asıl kızlara” bahşedilen fiziksel görünümün ortak paydası kusursuzluktur.”
Oysa kitabın arka kapak yazısındaki “rock, sinema, edebiyatla biçimlenen 1970’ler gençlik kültürüyle her şeyi internet üzerinden yaşayan 2000’ler gençliğinin kimlik karşılaşması” ifadesi ne kadar vaatkar. Gelgelelim, bir günlükle Tuğçe’ye geçmişe doğru bir derinlik kazandırmak, böylece onun yetersiz bulduğu duyarlılık mekanizmasını geliştirerek daha rahat iletişim kurabileceği bir kadın yaratmak düşüncesindeki takıntılı iş adamı ile Tuğçe -ve arkadaşları- arasında nesil farklılığı birkaç resimden birkaç isimden öteye gitmiyor. Üstelik 70’ler gençliğinin kültürünü biçimlendirenin rock, sinema ya da edebiyattan çok siyaset ve başkaldırı olduğunu düşünüyorum. 2000’ler gençliğinin Internet merakı üzerinde anlaşabiliriz, ama yüksek yaşam standartlarıyla Tuğçe ve arkadaşlarının bu gençliği temsil edebildiklerinden şüphe etmekteyim.
Yeniden polisiyenin alanına çekilelim: Tuğçenin annesi Pınar, Pınar’ı YK’ya gönderen SM, kayıp kız Tuğçe, sevgilisi Barlas, okul arkadaşı Lara, kızların üniversitedeki hocaları İlkan Türksev, gizemli adam Çelik Metal Ertekin, güzel şair Melissa Cihan, parapsikolojiyle uğraşan Begüm komiser PO, Rakım Yeşilırmak, pavyon işletmecisi Köşeli Necmi, Vampir Tevfik, Psikiyatris Akansel Özduran gibi çok sayıda ismin geçtiği hikaye ilk 112 sayfada YK’nın bakış açısından birinci tekil şahıs ağzından aktarılıyor. Romanın 112.sayfasında -XIV.Bölüm’de- anlatıcı rolü bir defaya mahsus olmak üzere polis komiseri PO’ya verilmiş. Sonraki iki bölümde yeniden YK’nın bakış açısına dönüyoruz. Düğümün çözüldüğü son üç bölümü ise bilinmeyen üçüncü tekil şahıs anlatıyor. Bakış açısındaki değişimler hikayenin kurgusuyla doğrudan ilişkili. Ancak zorunluk nedeniyle üçüncü şahıs anlatımına dönen “Kayıp Kızlar Üçgeni”nin kurgusu polisiye açıdan hiç de tatmin edici değil. Yazar, o ana kadar çok iyi sürüklediği muammayı çözüme bağlamak için -polisiyelerin yazarla okuyucu arasında imzalanmamış mutabakatini ve centilmenlik kurallarını hiçe sayarak- meseleyi psikolojinin alanına havale etmiş, sanki “şapkadan tavşan çıkarıyor” Mustafa Resa.
Gerçekten de alışık olmadığımız türden bir muamma var romanda. Okuyucunun katılma şansıysa hiç yok. Cinayet romanlarında suçluyu, suçun nasıl ve neden gerçekleştiğini çözeceğini iddia edenler, yazarın içinden çıkılmaz bir hale getirdiği labirentlerde kaybolabilirler. Bu nedenle çözüme kafa yormayın, izleyin sadece. Son bir not düşerek bitireyim; muammaya dayalı polisiyeler ruhsal patolojiler, hipnozlar, hokus pokuslar, suçlu polisler üzerine inşa edilen hikayelere en az tahammüllü roman türüdür. Ne kadar zorlarsanız denge o kadar bozulur.