Gerard Oberle’nin “Pera Palas”ını elime aldığımda hem İstanbul şehrinin ve Pera Palas otelinin çağdaş bir polisiye yazarının zihnine nasıl yansıdığını merak ettim hem de oryantalizmin güncel motiflerini görmek istedim. Kitabın kapağını henüz çevirmeden başlayan bu beklentilerimi ön yargılı bulanlar çıkabilir. Ne var ki arka kapak yazısında roman kahramanına Yunanlı İrene, Kürt Ali, Katalan Federico Fernandez’in eşlik ettiği, hikayenin Orient Express döneminin oteli Pera Palas’ta çok özel bir hamamda, cezaevinde, İstanbul’un az bilinen diğer egzotik mekanlarında ve Konya’da geçtiği yazılması yeterince açıklayıcıydı. Son sözü baştan söyleyebilirim; kitabın daha ilk bölümlerinde “Pera Palas”, oryantalizmin bütün renklerini en canlı halleriyle yansıtan bir polisiye roman.
Kahramanımız Claude Chassignet, Fransa kırsalının pastoral atmosferinde mutlu bir hayat süren 55 yaşında bir kitap koleksiyoncusu. Gönlüce yaşayan yalnız bir adam; hayatı, zevkleri, inançları, çelişkilerinin keyfine göre sürekli dalgalanma halinde. İster edebi, ister cinsel ya da iyi yemek konusunda olsun, kelimenin tam anlamıyla ona merakları yol gösteriyor. Chassignet’in İstanbul yolculuğunun nedeni ise biraz seyehat biraz da kitap tutkusundan; zengin bir koleksiyoncunun ricasını kırmayarak onun İstanbul’da ortaya çıkan çalınmış bir kitabını teslim almayı üstleniyor.
Kitap, çok zengin bir adamın(Boris Kerasoff’un) elindedir ve adam bu değerli kitabı hiç zorluk çıkarmadan teslim eder Chassignet’e. Ancak Boris Kerasoff, aynı gece öldürülecek, Chassignet ise cinayetin baş zanlısı durumuna düşecektir. Neyse ki hem Fransa’daki dostları hem Pera Palas otelinde tanıştığı İrene ve Ali ellerinden gelen yardımı esirgemezler. Şimdi sıra katili yakalamaya ve kitabın sırrını çözmeye gelmiştir. Hep birlikte Konya’ya uzanırlar…
Yazar polisiye kurgudan ziyade egzotizme ağırlık verince ortaya heyecanlı bir hikaye çıkmamış. Özellikle 50’li 60’lı yıllarda yaygınlaşan “heyecan” ve “casusluk” romanlarına benziyor; hani baş rolde resmi bir detektif ya da istihbarat ajanının yer almadığı, sıradan bir orta sınıf üyesinin kendisini ansızın ölümcül bir kovalamacanın içinde buluverdiği polisiyelere. Yani Mandel’in gelişen kapitalizmin yarattığı yalnızlık ve yabancılaşma duygularına, ışıksız, soğuk ve hatta macera umudu bile olmayan bir yaşam biçimine bağladığı anlatılara. Türün ilk ustası Eric Ambler’di. Sinema meraklıları ise söz konusu temayı –“Çok Şey Bilen Adam”, “North By North West” gibi- Hitchcock filmlerinden hatırlayacaklardır. Gerard Oberle, temanın çağdaş yorumunda hiç de başarılı sayılmaz, Ama oryantalizmin rehberlik ettiği Türkiye izlenimleri ilgi çekici. İşte bu nedenle biz de metin içerisinde iz süreceğiz; oryantalizmin izini…
Oryantalist metinlerin ayırt edici özellilerinden ilki, bu metinlerin önceki metinlerden esinlenmişliğidir. Doğuya herkesten önce gidip oraların gerçeklerini herkesten önce keşfeden ilk yazarlar kendilerinden sonrakilere neyin önemli neyin önemsiz olduğunu, farklılıkları işaretlemişlerdi. Altı en kalın çizilenler mekanlar, inanç biçimleri ve cinsellikti. Nitekim Chassignet de daha uçakta başlıyor bu külliyatı elden geçirmeye; “Theophile Gautier’nin 1853 yılında yayımlanan Constantinople’ünün birinci baskısını açtı. Chassignet, XIX. yüzyıl yazarlarıyla birlikte seyahat etmekten hoşlanırdı. (…) Chassignet, Gautier’nin attıklarından, İstanbul’u gezmek için kendini yeterince deneyimli buldu”. Dikkat edilirse kahramanımızın referans aldığı kitap neredeyse 150 yıl önce yazılmış. Ama ne gam; bir oryantalist için Doğu zaten değişmez değil midir?
İstanbul’a indiğinde, edindiği “deneyimle”, kenti keşfe çıkar Chassignet. Söylemeye bile gerek yok; o da –başka seyyahlar yararlansın diye- gördüğü bütün farklılıkları teker teker kayıt edecektir. “Taksim Meydanı’ndan Galata Kulesi’ne doğru yuvarlanırcasına indi. Burası Beyoğlu tepesinde eski bir Yahudi gettosuydu, sonra eski ahşap evlerin ayakta kaldığı dar sokakların labirentlerinde yolunu kaybetti.(…) Chassignet, Thophile Gautier ile birlikte Galata Köprüsü’nün karşısında yer alan Mısır Çarşısı’na gitti. Birbirine karışmış sandal, kına, küçük hindistancevizi, amber ve aselbent kokularından sarhoş oldu. 1853 yılların seyyahı havalarda uçuran afyon ve haşhaş artık serbest değildi. Çığırtkanların tedirgin ettiği, geçenlerin birine hafifçe sürtündüğü, kuyumcuların, halıcıların, kaftan ve Arap gömleği tacirlerinin, nargile, bakır tepsi, yatağan ve gümüş kama satıcılarının her adımda cazip geldiği Kapalıçarşı’dan geçti. Bütün bu elden düşme aksesuvarlar, oyma, mozaikli, gömme biblolar, gezgin şövalyelere benzeyen turistler için parıltılı, kötü birer işporta malıydı”.
Oryantalist metinlerin önemli bileşenleri arasında inanç biçimlerini saymıştım. Chassignet, aylak aylak gezerken rastlayacaktır Batılı gibi olamayanlarla; Voyvoda Caddesi’nde yeşile boyanmış küçük bir caminin yanındaki bir binanın yanında bir an durdu. O gün cumaydı. Gözlüklü, sakallı, cüppeli ve sarıklı bir gençler ordusu kaldırımda çene çalıyordu. Bu korkunç sahte sofular, geçen başı açık kadınlara kanınızı donduracak bakışlar fırlatıyorlardı. Muhammed’in dininin sahte alçakgönüllülük, acımasız ve ikiyüzlülükle karışık bir yorumundaki yalancı sofuluk “beklemekten hiçbir şey kaybetmezsiniz!” der gibiydi”. (…)Kahramanımızın bu gözlemleri, Tophanede nargile ve kahve içerken sohbet ettiği yaşlı bir Türk’ün ağzından doğrulanır; “Fundamentalistler Türkiye’yi tehdit ediyorlar. Ben, Müslüman doğdum ama “ateist”im. Burada geç saatlere kadar kalırsanız, müşterilere sövüp saymak için gelen cüppeli ve sarıklı sakallılar görürsünüz.(…) Bu tehlike geliyor. Ne yazık ki, insanların çoğu pusu kurmuş olan bu tehlikeyi göz ardı ediyor. Bu zehirli yılanlar önce kadınlara saldırıyorlar, sonra varoş okullarındaki çocuklara kendi inançlarını aşılıyorlar.”
Ve son olarak cinsellikle bitirelim ve Chassignet’in Thophile Gautier’in 150 yıl önceki tavsiyeleri uyarınca gittiği Türk hamamının atmosferini aktaralım. Bu sahne “ilkel”lerin hem cinselliklerini hem ritüellerini barındırıyor. “Tepesinde, gün ışığının küçük merceklerden süzüldüğü bir kubbenin yer aldığı yuvarlak, geniş bir mekan olan birinci salona girdiğinde” başlıyor kahramanımızın hamam sefası: “Mekanın ortasındaki geniş mermer zeminin üzerinde, ışık saçan genç erkekler, biraz da kasap dükkanındaki etler gibi kendilerini sunuyorlardı. Mekana yerleştirilmiş bir düzine küçük hücrede, Chassignet, Satyricon’da Encolpius, Ascyltus ve Giton’un babalarının yere serilmesinin çok iyi bilindiği sahnelerinin ancak modern bir yorumuna tanık olabiliyordu. Bütün bu yıkananlar, bir tür örgü eldiveni köpürterek, var güçleriyle birbirlerini yıkıyorlardı. Sonra daha pürtüklü bir eldivenle birbirlerini ovuyorlar, her bir hücreyi süsleyen çeşmelerden su almaya yarayan tasların yardımıyla birbirlerini duruluyorlar, en sonunda da çıplak ellerle birbirlerinin bedenine uzun süre masaj yapıyorlardı. Panayır güreşçileri, başından ayağına kadar önü ve arkası kıllı devler tüyü çıkmamış ya da tüylerini yolmuş atletler, sarışınlar, kızıllar, kumrallar, siyahlar, Heraklesler ve Apollonlar, birkaç kadınsı yaratık, cılız ama verimli güzel yaşlılar, çam yarmaları, güzel delikanlılar gibi otuz kadar açık saçık gelişkin insanla çalkalanıyordu burası. Bu, yüzyıllardan beri birçok halkın ve uygarlığın birbiriyle karıştığı bu bölgedeki erkek nüfusun örneğini gösteren tam bir envanterdi. Asya steplerinden gelen göçebe Moğolların torunları, Hitit, Lydia, Pers, Sard, Romalı, Gürcü, Arap ve diğer soylardan çobanların ve savaşçıların oğulları Hıristiyan Haçlıları, Sefarad Yahudileri, Kürtler, Yunanlılar, Ermeniler ve bu geniş toprakları tohumlarıyla sulayan diğer birçoklarıyla karışmışlardı.”
Sanıyorum bu kadarı yeter; ama hepsi bu kadarcık mı diyenlere Chassignet ve Yunanlı kadının Atatürk’ün Pera Palas’taki odasındaki törensel sevişme sahnelerini, emniyete düştüğünde aklına Geceyarısı Ekspresi ve Arabistan’lı Lawrence’in gelmesini, parmaklarının arasında Lusitanias purosu tutan İstanbul cinayet masası şefini, Mevlana’ya hacı olmaya giden müminleri de ekleyebilirim. Bütün bunlar o kadar az sayfaya sığdırılmış ki görmemek, oryantalizmin bu grotesk gösterisinden rahatsızlık duymamak mümkün değil. Aynı rahatsızlığı romanın çevirisi de veriyor ve “Pera Palas” bir gerilim romanına dönüşüyor. Okumakta fayda var!..
Kategori: A. Ömer Türkeş Yazıları