Flamanların Evinde, Türkçe'de okuma şansı bulabildiğimiz Maigret romanları içerisinde en iyilerden biri. Maigret'yi Maigret yapan özellikleri bu romanda bulmak mümkün. Dolayısıyla okuma grubu için de doğru bir seçim olduğu kanısındayım.
Bu, erken dönem Maigret'lerden biri. Yani, Simenon'un 1. Dünya Savaşından evvel yazdığı 19 Maigret romanından biri. Bu 19 Maigret, savaştan sonra, özellikle de Simenon'un Amerika'da Castle Rock çiftliğinde ününün doruğunda iken yazdığı Maigret'lerden biraz farklı bir kimlik taşıyor. Belki biraz da birbirlerine benzedikleri söylenebilir.
Bu 19 savaş-öncesi Maigret'den 6'sı çevrilmiş dilimize. Üç Dul Kavşağı (31, Nisan 96), Sarı Köpek (31, Metis 90), Hollanda'da bir Cinayet (31, Nisan 95), Ormandaki Deli (32, Dost 63, Nisan 95), Cinayetler Limanı (32, Altın 71), Flamanların Evinde (32, Nisan 92)
(Parantezlerin içindeki ilk rakam orijinal basım tarihi. Ardından Türkçe'de basan yayınevi ve basım tarihi geliyor.)
Bunlar genel itibarıyla Paris değil, Taşra romanlarıdır. Ve Simenon, taşra insanını, küçük kasabaların küçük insanını, ve yine küçük kasabalardaki kaymak tabakasını çok iyi anlatma yetisine sahiptir.
Simenon, bu romandan 2 yıl evvel Detective dergisi için yazmış olduğu "Flamanlar" adlı öyküde de, Flaman halkını konu etmiş. Bu öykü, "Sim" takma adıyla yayınlanmıştı; zira o zamana değin Simenon kendi adını kullanmazdı. Öyküde, Maigret'ye kaynaklık ettiği söylenen Sorgu yargıcı Mösyö Froget, bir Flamanı sorgulayarak, bir cinayeti ortaya çıkarır.
Öykü, Aydabir Polis Romanları serisinde çıkan "Gece Gelen Adam" başlıklı öykü derlemesinde yer alıyor. (Aydabir, 1955)
Ancak bu öyküden ziyade, elimizdeki roman, Altın yayınevi tarafından basılan "Cinayetler Limanı" ile daha çok benzerlik taşıyor. Orada da Maigret, bir kanal limanı kasabasında, benzer şekilde şüphelerin bir gemi üzerinde yoğunlaştığı bir soruşturma yürütmektedir.
Cinayetler Limanı'nı, Simenon'un bu romanla aynı yılda (1932) yazdığını da belirtelim.
Flamanların Evinde'yi, Cinayetler Limanı'ndan iki gömlek üstte kılan şey, bence Anna Peeters karakteridir. Maigret'nin Anna'yı derinlemesine incelediğini görüyoruz. Soruşturmanın gerektirdiğinden biraz fazlaca bir ilgi bu. Ailenin erkek evladı için kendi duygularından tamamıyle feragat etmiş, üstelik de bunu sorgulamayan, çok tabii gören Anna... Bu aşırı ilgiye mazhar olan, ancak ne kadar kaldırabildiği, veya ne ölçüde hakettiği şüpheli olan Joseph. Anna'yı şimdiki durumuna mahkum eden feodal koşulları anlayan, ancak sindiremediği için giderek gerginleşen Maigret.
Son derece başarıyla resmedilmiş. Kısacık bir roman, ancak bir cinayet soruşturmasından ibaret olmayan, zengin bir roman bu. Nitekim, katilin tespiti ile bitmiyor; Maigret'nin Anna ile son karşılaşmasına kadar uzatılmış bir finale sahip. Bu da, Simenon'un, öyküye temel olarak cinayeti değil, Anna'nın öyküsünü aldığının bir kanıtıdır.
9/10
Maigret'nin en beğendiğim maceralarından biri. Bir değil, birkaç kez okunmayı hak ettiğini düşündüğüm bir hikaye. Simenon, küçük bir taşra kasabasını, o kasabanın yabancılarını ve onlara yönelik hisleri ustaca anlatmış. Anna Peeters, Joseph Peeters ve baba ve oğul Piedboeuf karakterlerinin yaşamları ve iç dünyaları incelikle hikaye ediliyor. Yeniden okuduğum bu kitabın kurgusu, bana bu kez Maigret'nin bir başka macerası olan Polis Müfettişi Kadavra'yı hatırlattı.