1989 yılında Bir Cinayet Romanı'nı yazdığında herhalde sonunu tam onyedi sene sonra getireceğini kendisi de tahmin etmemişti Pınar Kür. Rollerin bir yazar tarafından dağıtıldığı ve olayların üç karakterin bakış açısından aktarıldığı bu romanın ilginç bir kurgusu vardı. Polisiyelerin alışılageldik sonlarının aksine adalet yerini bulmuyor, ama hikayenin yazar kahramanı Akın Erkan ile detektifi -şişman matematikçi- Emin Köklü’nün hayatları mutlu bir şekilde kesişiyordu. Ne var ki roman kahramanlarının serüveninin tamamlanmadığı düşüncesiyle 1992’de Sonuncu Sonbahar'ı kaleme aldı Kür. Bu kez trajik bir son seçmişti onlar için. Akın Erkan ve Emin Köklü’nün denize uçtukları final sahnesinde, ölüp ölmediklerine dair yine de bir belirsizlik vardı. Üçlemeyi noktalayan Cinayet Fakültesi'nde ikilinin hayatta kaldıklarını anlıyoruz. .
Üçleme Tamamlandı mı?
İkinci maceranın on yıl sonrasında başlayan hikaye Emin Köklü’nün ağzından aktarılıyor. Ne onun ne karısı Akın Erkan’ın ortadan ansızın kaybolmaları dikkat çekmemiş, Emin Köklü de sahip olduğu gayri menkulleri paraya çevirip soluğu yurt dışında almıştır; Afrika, Uzak Doğu, Güney Amerika, ve hatta Avusturalya ve Yeni Zelanda, sonra haritalarda yer almayan bir sürü ada… Sonunda sakin bir Ege kasabasında karar kılacaktır. Akın Erkan’dan boşanıp boşanmadığından, onun hayatta olup olmadığından emin değilse bile, geçmişi arkasında bırakmış, huzura kavuşmuştur; ta ki eski dostu –emekli cinayet masası şefi- Haydar Bilir elinde gazetesiyle çıkıp gelene kadar!.. Gazetedeki haber İstanbul’daki özel üniveristelerden birinde ard arda işenen cinayerlerle ilgilidir. Önce, yoksul bir semtte kurulan okulda semt halkıyla kaynaşmak projesine katılan on altı yaşında bir genç ölü bulunmuştur. Ardından okulun temizlik görevlisi ve en nihayetinde de araştırma görevlisi genç bir kadın…
Emin Köklü, bir kez daha detektifçilik oynamak niyetinde değildir. Ancak öldürülen genç kadının kimliği ortaya çıkınca işler değişir. Melek, Emin Köklü’nün yüreğinde kıpırtılar yaratan Narin’in yeğenidir. Mecburen olaya el atacak, emekli cinayet masası şefi Haydar Bilir’le bir kez daha işbirliği yapacaktır. İlk bakışta uyuşturucu ticaretiyle ilgili gibi görünen cinayetler okulun ünlü hocalarından Ergin Gürkan’ın da öldürülmesiyle karmaşık bir hal alır. Çünkü yenilerde tesettüre girmiş çıplak ressam Banu Sayar’la evli olan Ergin Gürkan’ın Melek’in ayrıldığı sevgilisi olduğu, öldürülen gencin ise okula yüklü miktarda uyuşturucu soktuğu anlaşılmıştır.
Kurbanların aileleri ve üniversite çevresinde yürüttüğü soruşturmada Emin Köklü’nün elindeki en önemli ipucu Melek’in not defteri. Bir de ansızın izne ayrılan ve kendisinden bir daha haber alınamayan gizemli sekreter Sezen Hanım’ın bilgisayarında bulduğu silinmiş dosyalar var. Cinayetlerin başlamasından birkaç gün önce, hepsi de aynı tarihte, birkaç dakika arayla önce boşaltılmış sonra çöp sepetine atılmış ‘Kral ve Soytarı’, ‘Öteki’, ‘Üvey Evlat’, ‘Günün Sonu’ adlı bu dört dosyayı ihmal etmek şişman matematikçiye pahalıya mal olacaktır. Onlara bakmak aklına geldiğinde ise büyük bir süpriz beklemektedir kahramanımızı…
Emin Köklü’nün içine düştüğü şeytani komplonun sonuna geldiğimizde bir labirente düştüğümüzü, bir döngüde olduğumuzu fark ediyor ve romanın ilk sayfasına, ilk cümlelerine dönüyoruz: “Onu gerçekten öldürdüm mü, yoksa öldürdüğüm hayaline mi kapılıyorum? Oyunu bozdum mu? Yoksa hâlâ oyunun bir parçası mıyım? Oyun, başka bir denizin kıyısındaki o eski bahçede başlamış ve bitmiş olabilir mi? Ben mi onun hayaliydim, yoksa o mu benim hayalim? O ölmeden kendi gerçekliğime kavuşabilir miyim? Onu öldürmediysem, bundan böyle nasıl yaşayacağım? Öldürdüysem, bundan böyle yaşamaya hakkım var mı?” Bunlara bir soru da ben ekleyeceğim; üçleme gerçekten tamamlandı mı?
“PostModern” Polisiye
Polisiyelerin Türkiye’de henüz yeniden keşfedilmediği, “yüksek” edebiyattan sayılmadığı yıllarda yazılan Bir Cinayet Romanı ve Sonuncu Sonbahar, akranları sayılabilecek diğer polisiyelerle birlikte türün edebiyatımızdaki en önemli örneklerindendir. Kısaca hatırlayacak olursak; Erhan Bener’in Sisli Yaz (1984), Çetin Altan’ın Rıza Bey'in Polisiye Öyküleri (1985), Emre Kongar’ın Hocaefendi'nin Sandukası (1989), Fatih Özgüven’in Esrarengiz Bay Kartaloğlu (1990), Ümit Kivanç’ın Bekle Dedim Gölgeye (1991) ve Taner Ay’ın Marsyas'ın Cesetleri (1992) romanlarını sıralayabiliriz.
Farklı arayışları polisiye hikayelerle anlatarak polisiyeyi “yüksek” edebiyata bağlayan bu melez romanlar arasında Pınar Kür’ün Bir Cinayet Romanı'nın özel bir yeri var. Berna Moran’ın Türk edebiyatında postmodern arayışlar bahsinde örneklediği bu romanda yer alan anlatım öğeleri sonraki yıllarda pek çok yazar tarafından kullanıldı, hala da kullanılıyor. Peki neydi bu öğeler? Öncelikle kitabın gizemli yanına yapılan vurgu. Sonra roman içinde romanın mekanizmasını, yani okuma/yazma ve anlama/yorumlama pratiklerini incelemek. Kurmaca ile gerçeklik ilişkisini sorgulamak. Oyunlar, labirentler, tuzaklar kurmak. Başka metinlere göndermeler yapmak. Yazarı anlatıcı konumundan roman içinde bir kahramana dönüştürmek… Bir Cinayet Romanı'nda bütün bunları yerli yerinde kullanmış üstelik polisiyelere özgü merak ve gerilim duygusunu da elinden hiç bırakmamıştı Pınar Kür.
Sonuncu Sonbahar'da anlatım daha basit, polisiye yan daha ağırlıklıydı. Serinin sonuncu romanı olan Cinayet Fakültesi ise, ard arda işlenen cinayetleriyle, kimliği sona kadar belirsiz kalan katili, barındırdığı karmaşık ilişkileri ve hiç yitirmediği temposuyla polisiyeseverleri daha çok memnun eder nitelikte. İlk bakışta “kim yaptı, nasıl ve neden yaptı” sorularına odaklanmış klasik bir kurgusu var gibi görünüyor. Ancak serinin ilkinden miras kalan postmodern anlatıma özgü motifleri ihmal etmemeliyiz. Özellikle de Emin Köklü gibi bizim de kulağımıza çalınan son sesi “Bu sadece bir roman....sersem!” çığlığını.
Pınar Kür’le romandaki kahramanları arasında kimi benzerlikler hikayenin eğlencelik yanı. İsim verilmemekle birlikte Emin Köklü’nün yaşadığı Ege kasabasının Ayvalık olduğu çok açık. Yazar da kitabını Ayvalık’ta tamamladığını roman sonundaki notta vurgulamış. Pınar Kür’ün yazmaya verdiği on yıllık arayla kahramanlarının faaliyetlerine verdikleri on yıllık aranın ya da olayların geçtiği özel okulla Pınar Kür’ün ders verdiği okulun çakışması… örnekler çoğaltılabilir. Benzerliği romanın yazar kahramanı Akın Erkan’ın ağzından dinleyelim isterseniz; “Kaç yıldır birşey yazmamıştım. Unutulmuş....unutulmaya yüz tutmuştum. (…) Yeniden bir cinayet romanı yazmak istiyordum. İlkinin tadı damağımda kalmıştı. Ama daha güncel birşey olması gerektiğini düşündüm. Hani, günümüz gençliğini yakalayayım, yeni okurlar kazanayım....işin içine uyuşturucular falan katayım, dedim.”
Pınar Kür de, üçlemesinin tarihsel toplumsal geri planını güncellemiş. Bu güncelleşmiş dünya zenginlikle yoksulluk arasındaki sınırın netleştiği, sınırı geçmeye kalkışanların ağır bedeller ödediği, hayatın neredeyse tamamının kriminalleştiği bir dünya. Aslında yoksul bir semtin göbeğine konuşlanan özel üniversite, üniversite binalarıyla semtin yıkık döküklüğü arasındaki zıtlık, üniversitedekilerle semtliler arasındaki ilişkiler, birbirlerini algılama ve yorumlama biçimleri, ansızın temas ettikleri zenginlik dünyasının yoksul insanlarda yarattığı düşler, onlara ulaşmak için buldukları çareler, vb. başlıbaşına bir roman malzemesi olabilirdi. Ancak Pınar Kür polisiye örgüsünü dağıtmıyor, söz konusu malzemeyle derinlemesine ilgilenmiyor; daha çok zenginlerin yaşadığı mekanlarda dolaşmayı tercih etmiş o. Yazarın -karanlık aile tarihleri, atomize olmuş ilişkiler, uyuşturucu, kalabalıklar arasında tek başınalık, vb. gibi motiflerle sergilediği- bu kesimde de işler “tıkırında” yürümüyor elbette.
Pınar Kür’ün kadın meselesine dokunup geçtiği bölümler de dikkat çekici. Romanın yazar kahramanı Akın Erkan’ın her üç romanda da karşılaştığımız gençlik travmaları olayların tetikleyicisi olsa bile fazla öne çıkarılmıyor. Ancak tesettürlü eski çıplak model bahsi, yazara iki çift söz söyleme fırsatı vermiş. İlk akla gelenin aksine, Banu Sayar, günümüzün laik-islamcı, modern-gerici gibi yavan ve suni gerilimlerinin taşıyıcısı değil. Pınar Kür, beden metaforundan yola çıkarak örtünmenin ve açılmanın referansının erkek bakış açısı olduğunu vurguluyor. Nitekim Banu Sayar “Ayhan yüzünden soyundum” diyecektir Emin Köklü’ye; “Kendimi ona anlatmanın tek yoluydu bu. Kadınlar kendilerini ancak vücutlarıyla ifade edebiliyorlar, ne yazık ki. Bende açtığı yaraları ancak öyle gösterebilirdim ona. Kapanmamın sebebi ise.. Ergin. Onu ancak daha önce yaptığımın tam tersini yaparak etkileyebileceğimi hissettim. Artık beni görmüyordu. Beni her an görmesini başka türlü sağlayamazdım.”
Siyasal, ekonomik ve toplumsal hayatımızın romancıya özellikle polisiye türde yazanlara sağladığı zengin malzemeden ihtiyaç duyduğu kadar yararlanan Pınar Kür, rahat ve eğlenceli bir üslüpla kaleme almış Cinayet Fakültesi'ni. Aslında Emin Köklü karakterine ait olan bu üslup polisiye hikaye anlatmak için çok elverişli. Ancak kişi ve mekan tasvirlerini yaparken, Emin Köklü yerini usta bir yazara bırakıyor. Mesela Ergin Gürkan’ı tarif ederken: “Bakışları aynıydı. Yükte hafif, pahada ağır bir geçmişin izlerini rahat yansıtan tasasız bakışlar.. Evet, geçmişi çok dolu, çok parlak olan kişilerin, geçmişi unutmamış, ve hattâ keyifle, en azından herhangi bir pişmanlık duymadan hatırlayan insanların, hâlâ kendinden emin, hâlâ dünyaya yan bakan, feleğin çemberinden geçtikten sonra bile hâlâ çocuklar kadar geleceğe güvenli bakışları.. Ben buyum, bu benim, diyen, kendiyle barışık, kendini sorgulamayan bakışlar..”
Pınar Kür, ismini Yarın Yarın ya da Asılacak Kadın gibi, yazıldığı dönemlerde büyük ses getiren romanlarla duyurmuştu. Ama bana kalırsa, 1989 yılında başlayıp 2006’da tamamladığı üçlemesi, özellikle ilk kitabıyla onun yazarlık kariyerinin en parlak bölümünü oluşturuyor.
Kategori: A. Ömer Türkeş Yazıları