Üç Silahşörler’in gerçekte dördüncü şövalyenin öyküsü olduğu açıktır diyor Umberto Eco, Alfabeta dergisinin Haziran 1983 tarihli sayısında yayınlanan “Sonrası” adlı yazısında.
... Ve ilk olarak 1980’de İtalyanca yayınlanan, 1983’de İngilizce baskısı çıkan, 1986’da Sean Connery ve Christian Slater ile Hollywood’a taşınan, Türkçe yayınlanması ise nedense filme çekilmesiyle aynı seneye denk gelen fenomenal romanının isminin neden “Gülün Adı” olduğunu açıklıyor:
Sen ki ey gül, çayırda kızarıp
Kurumlanıyorsun
Kıpkırmızı, bürünmüş allara
Kır şen ve hoş
Ama mutsuz olacaksın
Nice güzel olsan da
Juana Ines de la Cruz
... Bernardo, ele alınan konuya (bir zamanlar büyük olan seyler, ünlü kentler, güzel prensesler, her şey hiçe dönüşür), yitip giden bütün nesnelerden elimizde yalnızca adların kaldığı düşüncesini ekliyor...
Sekiz (yoksa dokuz mu) kere okuduğum bu romanı her bitirişimde muhteşem bir yitip gidişin hikâyesi olduğunu daha şiddetle hissediyorum.
Ben polisiye okurum. Gülün Adı’nı ilk elime alışım da “polisiye” olduğu zannıyla gerçekleşti. Peki, Gülün Adı gerçekten bir polisiye miydi? Bu sorunun cevabını sekizinci okuyuştan sonra dahi verebilecek yetkinlikte olmadığımı size beyan edeyim ki; yazının geri kalanını okuyup okumama kararını yanlış varsayımlar altında vermeyin.
... Romanımın başka bir başlığı vardı, diyor Eco, “Suç Manastırı”. Bunu bir yana bıraktım, çünkü okuyucunun dikkatini yalnızca polisiye konuya çekiyordu ve baştanbaşa eylemden oluşan öyküler peşindeki bahtsız alıcıları onları kandıracak bir kitabın üstüne atılmaya sürükleyebilirdi...
Ansiklopedik kaynaklar, Gülün Adı’nın “1327 senesinde bir İtalyan Manastırında geçen tarihi bir polisiye” olduğunu açıklıyor.
... Bizi ürperten biricik şeyin, yani metafizik ürpertinin hoş bir şey gibi alınmasını istediğim için de (kurgu örnekleri arasında) en metafizik ve felsefi olanı, polisiye romanı seçmekten başka bir şey kalmıyordu bana...
Gülün Adı, seksenine varmış bir Benedikten rahibi olan Melk’li Adso’nun yeni yetmeliğinde başından geçen olaylar üzerine yazdığı bir Ortaçağ kroniği. Adso, Katolik mezhebinin tarikatları arasında ciddi politik çekişmelerin yaşandığı 1327 senesinin Kasım ayında Baskerville’li William ismindeki Fransisken rahibin çömezi olarak Kuzey İtalya’nın dağlarına konuşlanmış bir Benedikten Manastırına varır. Fransisken tarikatının “kıdemli” düşünürlerinden William, aynı hafta içerisinde Papa’nın temsilcileri ile tarikatının diğer ileri gelenleri arasında gerçekleşecek olan tarihi toplantıyı organize etmek ve görüşmelerde İmparator Ludwig’in görüşlerini dile getirmek üzere Manastıra heyetlerden önce ulaşmıştır. Tüm bu ağır siyasal görevlerin yanı sıra; Manastırın Başrahibi ricacı olunca, eski bir sorgucu olan William, kendisi gelmeden bir gün önce vuku bulan tatsız bir olayın çözümünü de üstlenecektir: Genç bir rahip ölü bulunmuştur...
... Bir roman yazdım, çünkü canım bir roman yazmak istiyordu... 1978 Mart’ında bir çekirdek düşünceden yola çıkarak yazmaya başladım. Bir rahip zehirlemek istiyordum...
William ile Adso yedi gün boyunca hikâyenin gotik dekorunda devam eden cinayetleri soruştururlarken; Eco, uzmanı olduğu Ortaçağ’ın mezhepler arası çekişmelerini de karakterler arasındaki tanrıbilimsel tartışmalar aracılığıyla ortaya koyuyor.
... Sözün kısası, sana Latince, az kadın, bol bol tanrıbilim, Grand Guignol’deki gibi litrelerce kan sunacağım, öyle ki, “ama yanlış bu, ben yokum bu işte!” diyeceksin...
Edebiyat dünyasının Gülün Adı’nın yayımı ile elde ettiği kazanımları saymak gibi nafile bir çabaya girişmeyecek bu yazı. Bu kazanımlar arasından tek bir tanesini cımbızla seçecek, polisiye dünyasındaki en anlatmaya değer dedektif karakterlerinden birini, Baskerville’li William Birader’i anacağız.
“Ama William’ı bir kez olsun betimlemek isterim;” diyor Adso ve bedensel tasvirler yapmadan önce, bir babaya duyulan hayranlıkla benzeşen hislerinin temizliğine dair teminat vererek devam ediyor:
“Boyu normal bir adamın boyundan uzundu; öyle inceydi ki, daha da uzun görünüyordu. Gözleri keskin ve içe işleyiciydi; ince ve hafif gagamsı burnu yüzüne tetikte bir adam anlatımı veriyordu (ileride sözünü edeceğim durgunluk anları dışında). Çenesi güçlü bir isteği açığa vuruyordu; Hibernia ve Northumbria arasında doğmuş olanlarda sık sık gördüğüm türden çillerle kaplı uzun yüzü ara sıra kararsızlık ve şaşkınlık anlamı taşısa da.”
Hikâyenin girişinden yapılan bu alıntının polisiye-severlere yapacağı çağrışımları netleştirmek için tam bir asır geriye gidelim ve 1887 senesinden bir alıntı daha yapalım:
“Boyu bir sekseni geçiyordu ve o kadar zayıftı ki, olduğundan da uzun görünüyordu. Yukarıda sözünü ettiğim uyuşukluk dönemleri dışında, bakışları keskin ve deliciydi; şahin gagasına benzeyen ince burnu, genel ifadesine bir tetikte oluş havası veriyordu. Kare şeklindeki çenesi de kararlı bir adamı ifade eden belirginliğe sahipti.”
1887 tarihli “Kızıl Dosya – A Study in Scarlet” polisiye dünyasının marka dedektifi Sherlock Holmes’ün edebiyat sahnesine ilk adımı attığı macera olup; Holmes’ün yoldaşı Dr. Watson’ın ağzından aktarılan yukarıdaki Holmes betimlemesini içeriyor.
Gerçekten de Eco, William karakterini Holmes kalıbından modelliyor:
... bir sorgucuya gereksinimim vardı, olasılıkla, büyük bir gözlem duygusu, belirtileri yorumlamakta özel bir duyarlığı olan bir İngiliz’e (metinlerarası alıntı)...
Dolayısıyla Holmes’ün William’daki yansımaları fiziksel çerçeveyle sınırlı kalmıyor:
“Belki elli bahar görmüştü; çok yaşlı sayılırdı; ama yorulmak bilmez bedeni, çoğu kez benim bile yoksun olduğum bir esneklikle deviniyordu. Üstüne aşırı bir etkinlik geldiğinde, enerjisi tükenmez görünüyordu. Ama zaman zaman, güçsüzlük anlarında, damarında bir yengeçlik varmış gibi geri geri çekiliyordu; onun hücresinde, ot yatağının üstüne uzanmış, yüzünün tek bir kasını bile oynatmaksızın, ağzından tek tük heceler çıkararak saatlerce yattığını gördüm.”
Kişilikteki benzerlik iyisiyle, kötüsüyle ve elbette alışkanlıklarıyla...
“Böyle durumlarda gözlerinde boş, dalgın bir anlatım belirirdi; onun, insana düşler gördüren uyuşturucu bir bitkinin etkisi altında olduğundan kuşkulanacak olurdum...”
“... yolculuk sırasında bazen onun bir çayırlığın kıyısında, bir ormanın eteğinde durup bir bitki (sanırım hep aynı) topladığını saklamayacağım; sonra dalgın bir bakışla onu çiğnemeye koyulurdu... Bir kez, ona bunun ne olduğunu sorduğumda, gülümseyerek iyi bir Hıristiyan’ın bazen imansızlardan da bir şey öğrenebileceğini söyledi...”
William Birader’in kökeni olduğu ifade olunan Baskerville; batı Avustralya’nın taşrasındaki küçük bir yerleşme olmadığına göre; elbette Sherlock Holmes’ün başrolde olduğu dört Conan Doyle romanı arasından belki de en ünlüsü, en çok TV ve sinema uyarlaması bulunan “Baskerville’lerin Tazısı – The Hound of the Baskervilles”e bir gönderme.
Fakat Baskerville’li William Birader’in ismindeki göndermeler Baskerville-Holmes bağlantısı ile sınırlı değil.
Katolik Hıristiyanlık dâhilindeki Fransisken tarikatı, Assisili Aziz Fransesko’nun yolundan giden, İsa’nın fakirliğini ideal benimseyen ve yer yer “Minorit” olarak da adlandırılan rahiplerden oluşan bir topluluk. Ortaçağ’da, özellikle de 14. yüzyılda Dominikenler başta olmak üzere büyük Katolik tarikatları ile Fransiskenler arasında yoksulluk tartışmaları cereyan ediyor ve bu tartışmaların politik yansımaları da Avrupa kıtası üzerindeki güç savaşlarının mazereti haline geliyor. Bu ortam içerisinde Fransiskenler, diğer tarikatlara kıyasla daha farklı ve belki de “modern” ideolojiler dile getiriyorlar ki; bazı büyük Ortaçağ düşünürlerinin bu tarikattan çıkması bu sebepten olsa gerek.
Dedektifinin gözlem ve yorumlama becerileri üzerine bilgi veren Eco, Bu niteliklere, ancak Fransisken çevresinde ve Roger Bacon’dan sonra rastlanır. diyor. Üstelik, göstergelerin gelişmiş bir kuramını ancak Ockham’cılarda buluyoruz...
Baskerville’li William’ın ismindeki ikinci gönderme, kendisi de İngiliz bir Fransisken olan ünlü filozof Ockham’lı William’a yönelik.
Ortaçağ teolojik dünyasının hâkim “vizyonu” olan skolâstik felsefe – kelime anlamıyla “okul felsefesi” – “doğru”nun (Tanrı tarafından yaratılan evrende tek bir doğru vardır) zaten mevcut olduğu düşüncesine dayanmakta ve felsefenin okullarda öğretilecek bir şey olduğunu söylemektedir. Aristo’nun fikirler (idealar) ve formlara (evrenseller) dayanan felsefesi, “Tanrının kusursuzluğu akılla kavranır” diyor. Bu ilham doğrultusunda skolâstik düşünür, yöntem olarak, dini kavranılır kılmak, – amiyane tabiriyle – dini temellendirmek için bir araç olarak felsefeyi kullanıyor. Yeni düşünceler üretme çabasından ziyade; zaten mevcut olan düşünceler arasından teolojiye uygun olanları “temellendiriyor”, uygun olmayanları ise “çürütüyor”. Bilgi, tanrısal gerçeğin kanıtlanmasına indirgeniyor.
Bu düşünce sisteminin çözülmesinde önemli rol oynayan “Nominalizm” ise, Ockham’lı William’ın öncülüğünde yükseliyor.
Kırmızı gül, beyaz gül, sarmaşık gül ve Isparta gülünün yanı sıra; çeşitli renk ve güzellikteki bütün güllerin üzerinden yaratıldığı bir de “gül” diye bir model var, diyor skolâstik felsefe. İşte Tanrı’nın zihnindeki bu gül, Aristo düşüncesindeki “evrensel” oluyor.
Nominalist düşünür ise, Aristo düşüncesinde yer alan formların-evrensellerin var olan gerçeklikten ziyade, sadece isim ve kavramlardan ibaret olduğunu söylüyor. “Çünkü”, diyor Okham’lı William, “Tanrı dünyayı yaratırken daha önceden var olan ve O’nun yaratıcılığına sınır getiren kavramlara göre hareket etmedi; onu özgürce, istediği biçimde şekillendirdi.”
“Başka zamanlarda onun evrensel kavramlardan büyük bir kuşkuculukla, bireysel nesnelerdense büyük bir saygıyla söz ettiğini işitmiştim;” diyor Adso, üstadını anlatırken, “sonradan bu eğilimin onun hem Britanyalı, hem de Fransisken oluşundan ileri geldiğini düşündüm.”
Gerçekten de hikâyenin girişinde Manastıra doğru yol alan Baskerville’li William Birader, telaşla koşuşturan rahiplerin, aslında Başrahip’in atı Brunellus’u aradıklarını tahmin edince; hem rahipleri hem de çömezi Adso’yu şaşırtıyor:
“ ‘... Bir şeyi uzaktan görüp de ne olduğunu anlamazsan, onu belli bir boyutu olan bir cisim olarak tanımlamakla yetinirsin. Daha yakına gelince, o zaman onu bir hayvan olarak betimlersin; henüz onun bir at mı, yoksa bir eşek mi olduğunu bilmesen de. En sonunda daha da yakına gelince, onun Brunellus mu, yoksa Niger mi olduğunu henüz bilmesen bile, bir at olduğunu söyleyebilirsin. Ancak doğru mesafeden onun Brunellus olduğunu (ya da adını ne koyarsan koy, onun başka bir at değil, o at olduğunu) görebilirsin. Bu da tam bilgidir; tekil olanın bilgisi... Böylece, henüz görmediğim bir atı tasarlamak için kullandığım kavramlar salt imlerdi; tıpkı kardaki toynak izlerinin ‘at’ kavramının işaretleri oluşu gibi; imler ve imlerin imleri, yalnız nesnelerden yoksun olduğumuz zaman kullanılır.’ ”
Ockham’lı William felsefedeki en büyük başarısını ünlü “Ustura” teorisi ile elde ediyor. “Ockham’ın Usturası”, diğer bir deyişle “Basitliğin Erdemi”, aslında yaratıların doğası hakkında bir görüşten ziyade bir çalışma yöntemi: Belli bir fenomeni açıklayan teorinin atılabilir unsurlarını “tıraşlamak” ve açıklamayı en basite indirgemek. Başka bir bakış açısıyla; birden fazla açıklamanın mümkün olduğu durumlarda en yalın ve en az varsayımlı olanı tercih etmek.
En basit açıklamanın yanlış olduğu örnekler, Ustura teorisini çürütecekmiş gibi görünse de; bu doğru değil. Çünkü ilk önce en basit açıklamayı sınamak, başka hiçbir faydası olmasa bile bize zaman kazandırır. “Zihnimizde ve dilimizde var olanlar” ile “gerçekte var olanlar” arasındaki farkı ayırt eder, gereksiz varsayım ve çıkarsamalarla uğraşmaktan kurtuluruz. En sık verilen örneklerden biriyle açıklarsak: “Nal sesleri duyduğumuzda atları düşünelim; zebraları değil.”
“ ‘Sevgili Adso,’ ” diye konuya giriyor Baskerville’li William, “ ‘ kesin bir zorunluluk olmadıkça, açıklamaları ve nedenleri çoğaltmamalı. Eğer Adelmo doğu kulesinden düşmüşse, birinin kitaplığa girmiş olması, karşı koymasına olanak vermeden ona vurması, sırtında cansız bir gövdeyle pencereye pek tırmanmanın bir yolunu bulmuş olması, sonra da pencereyi açıp zavallıyı uçuruma yuvarlamış olması gerekir. Oysa benim varsayımıma göre, Adelmo, Adelmo’nun istemi ve bir toprak kayması yeter. Böylece az sayıda nedenle her şey açıklanıyor.’ ”
William, Başrahip ile roman boyunca yaptığı tartışmalarda da “Ustura”yı büyük bir el becerisiyle kullanıyor:
“ ‘... kömür olmuş bir ağaç gibi apaçık bir sonuçla onu yakan yıldırım arasında bir bağıntı kurmakta bile zorluk çekerken, kimi zaman sonu gelmez neden, sonuç zincirlerinin izini bulmak, gökyüzüne değer bir kule yapmaya çalışmak kadar aptalca görünüyor bana.’ ”
“ ‘Bakın, bir adam zehirlenerek öldürülüyor. Bu bir veridir. Belli, yadsınamaz belirtiler karşısında, zehirleyenin bir başka adam olduğunu tasarlayabilirim... Ama bu kötü eyleme yol açmak için başka bir şeyin, bu kez insanca değil, şeytanca bir şeyin araya girdiğini tasarlayarak zinciri nasıl karmaşık bir duruma getirebilirim? Bunun olanaksız olduğunu söylemiyorum: Şeytan, tıpkı atınız Brunellus gibi bir yerden geçtiğini işaretlerle belli eder. Ama bu kanıtların ardına niçin düşeyim? Suçlunun o adam olduğu bilmek ve onu laik yargı organlarına teslim etmek yetmez mi?”
Hikâyesini oluştururken Eco’nun Ockham’lı William’ın düşüncelerini ne kadar merkezde tuttuğu, kendi söylemlerinde de belirgin:
... Bu arada, önce soruşturmacının Ockham’ın kendisinin olmasına karar vermiştim, sonra bundan caydım, Sayın Inceptor (Müptedi) bana sevimsiz gelir çünkü...
Yine de Eco, tüm sevimsizliğine karşın Ockham’ı kitabın dışında tutamıyor ve adaşları aynı zamanda da tanış yapıyor.
“ ‘ Şimdi Ruhani Meclis üyesi bir arkadaşıma yakın olduğunu işittim,’ ” diyor Baskerville’li William, “ ‘ Ockham’lı William’a.’
‘Onu pek tanımam. Hoşuma gitmiyor. Heyecansız bir adam. Yalnız kafa, hiç yürek yok.’
‘Ama güzel bir kafa.’
‘Belki; ama onu cehenneme götürecek.’
‘O zaman onu gene göreceğim orada; mantık üzerine tartışacağız.’ ”
Fransisken tarikatının Avrupa medeniyetinin bugününe gelmesinde önemli rol üstlenen bir topluluk olduğunu belirtmek gerek. Zira doğa bilimleri ile teolojinin birbirine bağlanmasına her zaman karşı duran Fransiskenler, Rönesans’ı hazırlayan düşünceler geliştirmiş ve önemli bilim adamları yetiştirmişlerdir. Bunlardan en ünlüsü ise şüphesiz yine İngiliz bir Fransisken olan ve Latince “Doctor Mirabilis – Harika Öğretmen” olarak da tanınan Roger Bacon’dur.
Eflatun ve Aristo’nun düşüncelerine ilaveten İbn-i Sina ve İbn Rüşd gibi erken dönem İslam bilginlerinin çalışmalarından da ilham alan Bacon, skolâstik düşünceden uzaklaşıyor ve kendisini Yunanca, İbranice, Arapça gibi yabancı diller ile ampirik çalışmalara adıyor. Geliştirdiği fikirler ve yürüttüğü deneyler ile modern bilimsel yöntemlerin Avrupa kıtasındaki ilk temsilcilerinden birisi haline gelmesi uzun sürmüyor:
“Akıl kanıtlayıcı, deney ise veri toplayıcıdır. Güvenilir bilgiye ulaşmak için her ikisinden de yararlanmak gerekir. Çünkü akılsal kanıtlama tek başına yeterli değildir; doğruluğun deneyle denetlenmesi gerekir.”
Matematik, optik, hidrolik ve simya üzerine yaptığı çalışmalar ile pusula, mikroskop, teleskopu öncülüyor; buharlı gemi, denizaltı, roket, otomobil ve hatta uçağın icatlarını öngörüyor.
Baskerville’li William da elbette Harika Öğretmen’in yetiştirdiği dimağlardan birisi:
“ ‘ Yanılıyorsun, Ubertino,’ diye karşılık verdi William, büyük bir ciddilikle, ‘hocalarım arasında en çok Roger Bacon’a saygı duyduğumu bilirsin...’
‘Hani şu uçan makineler konusunda saçma sapan şeyler söyleyen,’ diye homurdandı Ubertino, acı acı.
‘Açık seçik bir biçimde Deccal’dan söz eden, dünyanın yozlaşmasında ve bilimin gerilemesinde onun belirtilerini sezen. Ama Bacon, kendimizi onun gelişine hazırlamamızın bir tek yolu olduğunu öğretti: doğanın gizlerini öğrenmek, bilimden insan türünün gelişmesi için yararlanmak. Otların iyileştirici erdemini, taşların yapısını inceleyerek, hatta senin güldüğün o uçan makineleri tasarlayarak Deccal’la savaşmaya hazırlanabilirsin.’ ”
“ ‘ ... Adso, Roger Bacon’dan daha önce de söz etmiştim sana. Belki de gelmiş geçmiş en akıllı adam değildi, ama bilim sevgisini esinleyen umudu beni her zaman büyülemiştir...’ ”
William hocasından öğrendiklerini pratiğe de döküyor:
“Çatalın iki yanında, gözlerinin tam önüne gelen yerde, bir bardağın dibi gibi kalın, badem biçiminde iki camı tutan iki oval halka vardı. William gözünde bununla okumayı yeğliyor, doğanın ona bağışladığından, özellikle günışığı azalmaya başlarken ilerlemiş yaşının elverdiğinden daha iyi okuduğunu söylüyordu... Biri bu aracı keşfedip yaptığı için Tanrı’ya şükretmeliydi. Bunu bana, bilimin bir amacının da insan ömrünü uzatmak olduğunu söyleyen o hayran olduğu Roger Bacon’un görüşlerini desteklemek için söylüyordu.”
“ ‘... Bunu çözmeliyim.’
‘Çözülebilir mi?’ diye sordum hayranlıkla.
‘Evet, eğer Arapların biliminden biraz anlarsan. Şifre bilim kitaplarının en iyileri kâfir bilim adamlarının yapıtlarıdır; Oxford’da birkaçını okutabildim. Bacon, bilgi elde etmenin yolunun dil bilmekten geçtiğini söylemekte haklıydı...’ ”
“ ‘ ... sözünü ettiğim makine olsaydı, hep kuzeyi gösterirdi; yönümüzü değiştirsek bile... Böyle bir makine yapıldı; bazı denizciler kullandılar bile. Onun yıldızlara ya da güneşe ihtiyacı yok; çünkü Severinus’un hastanesinde gördüğümüze benzer, demiri çeken olağanüstü bir taşın gücünden yararlanıyor bu makine. Bacon incelemiş onu...’ ”
Baskerville’li William’ın roman boyunca dile getirdiği “modern” görüşler doğa bilim ve felsefeyle sınırlı kalmıyor; din bilim, politika ve yönetim biçimlerine de uzanıyor:
“Şimdi, diye sürdürdü William, mademki tek bir kişinin yasaları kötü yapma olasılığı vardır, birçok insanın yapması daha iyi olmayacak mıdır?”
“... çünkü şu yeryüzünde hiç kimse İncil’in ilkelerine uymaya işkenceyle zorlanamaz... Eğer İsa, din adamlarının zorlayıcı gücü elde etmelerini istemiş olsaydı, Musa’nın eski yasasıyla yaptığı gibi kesin ilkeler koyardı. Bunu yapmadı... Bütün bunlar, diye ekledi William, neşeli bir yüzle, Papa’nın yetkilerinin sınırlandırılması değil, tersine onun görevinin yüceltilmesiydi; çünkü Tanrı’nın hizmetkârlarının hizmetkârı, bu dünyada hizmet etmek için bulunuyor; hizmet edilmek için değil.”
Eco’nun William’ı bu şekilde konuşmak için görevlendirdiği düşünülebilir; hatta kendi ideolojilerini William üzerinden okuyucuya empoze etmeye çalıştığı suçlamasında dahi bulunulabilir. Fakat bu suçlamaya karşı Eco kendini savunuyor:
... beni çok eğlendiren bir şey var: ne zaman bir eleştirmen ya da bir okuyucu, kişilerimden birinin çok çağdaş şeyler öne sürdüğünü söylemiş ya da yazmışsa, bütün bu durumlarda, özellikle de bu durumlarda, 14. yüzyıl metinlerinden alıntılar kullanmıştım...
14. yüzyılda Fransiskenler ile Papa İoannes’in yandaşları arasında ciddi bir çekişme gerçekten de var. Yoksulluk üzerine teorik boyutta teolojik bir tartışma gibi görünen hadise, aslında dünyasal erkin kimin elinde bulunacağıyla ilgili beşeri bir sorun. İsa ile Havarilerinin dünyasal hiçbir mülk üzerinde sahipliğinin bulunmadığını iddia eden Fransiskenler, bir nevi Papa’nın yetkesine dil uzatmış oluyorlar ki; bu durumda, yönetimde ipleri elinde tutmak isteyen Papa ile zamanın en zengin tarikatlarından Dominikenleri karşılarına alıyorlar.
1322 senesinde gerçekleştirilen bir engizisyonun İsa ile Havarilerinin yoksulluğu görüşünü “sapkın” olarak değerlendirmesi; Ockham’lı William gibi önde gelen Fransiskenler tarafından protesto ediliyor. Bunun üzerine Papa İoannes Fransisken doktrinini yanlış ve “sapkın” olarak nitelemekte gecikmiyor. Ockham’lı William ile yandaşları dört yıl boyunca Avignon’da tutuluyorlar.
Uzun süren yazılı muhalefetler ve görüşmeler neticesinde; Papa tarafından tekrar tekrar Avignon’a huzura çağrılan tarikatın o dönemdeki lideri Cesena’lı Michele, uzun süren hastalık bahanelerinden sonra nihayet 1327’de celbe icabet etmeye karar veriyor.
1327’nin Aralık ayında Avignon’a varacak olan Michele, burada Papa tarafından zorla alıkonulacak; bir sonraki sene içerisinde Ockham’lı William ve tarikatın diğer bazı ileri gelenleri ile birlikte Paris’e kaçacaktır. İmparator tarafından koruma altına alınacak olan Fransiskenler, Papa tarafından aforoz edildikten sonra, kendileri de Papa’nın “sapkın” olduğunu ilan edeceklerdir...
Gülün Adı, çok hassas bir dönemde, 1327’nin Kasım ayında geçiyor. Yani Cesena’lı Michele Avignon’a varmadan az önce. Baskerville’li William, Michele’nin Avignon yolculuğunun öncesinde Papa’nın temsilcileri ile Fransiskenler arasında güvenliğin konuşulacağı sözde bir ön-toplantı organize edecek. Ve bu toplantı, şu işe bakın ki, her gün başka bir cinayetin işlendiği, dağ başında bir Manastırda gerçekleşecek. Neşeli bir hikâye, değil mi?
Hikâye bu kadar tarihi gerçeklik içinde geçince, tarihi kişilikler de ön-toplantıda bir bir boy gösteriyorlar. İki tarafın heyetlerini oluşturan kişilerin tamamı gerçek şahsiyetler. Ama bunların en ünlüleri elbette Cesena’lı Michele ile tarikatın aksakallarından Casale’li Ubertino.
“İtalya’ya gelmeden önce de, ondan hem de uzun uzun söz edildiğini duymuştum; İmparatorluk sarayında Fransiskenleri ziyaret ettiğimde daha da çok işitmiştim adını. Hatta biri bana, birkaç yıl önce ölmüş olan, o günlerin en büyük ozanı, Floransalı Dante Alighieri’nin birçok dizesinin, Ubertino’nun ‘Arbor vitae crucufixae’de yazdıklarının yorumundan başka bir şey olmayan bir şiir yazdığını söylemişti.”
... Ben kesinlikle bu anlamda bir tarihsel roman yazmak istiyordum; Ubertino ve Michele gerçekten var oldukları ve az çok gerçekten söylemiş oldukları şeyleri söyledikleri için değil, William gibi uydurulmuş kişilerin tüm söyledikleri ancak o çağda söylenmiş olacağı için...
Aslına bakarsanız Ubertino, ön-toplantı öncesinde de Manastırda bulunuyor ve William’ın soruşturacağı cinayetlere ilişkin rahipler arasında dolaşan dedikoduları eski dostuna çıtlatmaktan da geri durmuyor:
“ ‘Hayır, manastırın kötülüğü başka bir şey; onu çok bilende ara, hiç bilmeyende değil. Bir sözcüğün üstüne bir kuşku kalesi kurma.’
‘Bunu hiçbir zaman yapmayacağım,’ diye yanıtladı William, ‘Sorguculuğu bunu yapmamak için bıraktım.’ ”
Şimdi, dedektifimiz Baskerville’li William’ın Hollywood klişelerine kaçan geçmişinden bahsetmenin zamanıdır! Evet, William ‘tatsız’ tecrübeler neticesinde mesleği isteyerek bırakmış eski bir sorgucudur. (Burada ‘sorgucu’ tabiri ile engizisyon yargıcının kastedildiğini belirtelim.)
“ ‘Ama bunlar geçmişte kalan şeyler. Bu soylu görevi bıraktım; eğer bu işi yaptımsa, Tanrı istediği için yaptım...’ ”
Elini eteğini bu işlerden çekmiş sorgucumuz, Başrahibin ısrarları ile “göreve döner”. Tanıdık geldi mi?
“... İngiltere ve İtalya’da üstadımın sorgucu olarak görev aldığı bazı davalarda büyük bir insancıllıkla birleşen keskin zekâsıyla kendini gösterdiğinin eklendiğini de söyledi... ‘Birçok davada sanığın suçsuz olduğuna karar verdiğinizi öğrenmek beni çok hoşnut kıldı.’ diye ekledi Başrahip.”
William’ın, Oxford-Fransisken ekollerinin izindeki bir ideolog olarak dönemin soruşturma yöntemlerini onaylaması beklenemez:
“William bana birçok kez, sorgucuyken de, işkenceden her zaman kaçındığını söylemişti...”
“ ‘Birini suçlu bulduğum zaman,’ diye açıkladı William, ‘gerçekten öylesine ağır suçlar işlemiştir ki, tam bir gönül rahatlığıyla onu laik güçlere devredebilirim.’ ”
Bu kadar keskin çizgilerle çizilmiş bir geçmiş için elbette hikayede güçlü bir antagonist lazımdır. Bu kişi de, Papalık heyeti ile birlikte hafta ortasında Manastıra varacak olan, yine tarihi bir şahsiyet olacaktır: Dominiken tarikatına mensup, Ortaçağ’ın en ünlü sorgucusu Bernardo Gui.
“Başrahip karanlık, kaygılı bir görünüşle bizi bekliyordu. Elinde bir kâğıt vardı.
‘Conques Başrahibinden şimdi bir mektup aldım,” dedi, “İoannes’in Fransız askerlerinin komutanlığına getirdiği ve elçilerin güvenliğinin sorumluluğunu verdiği adamın adını açıklıyor. Asker değil, saray mensubu da değil; aynı zamanda heyetin bir üyesi.’
‘Çeşitli niteliklerin az rastlanır bir biçimde bir araya gelmesi,’ dedi William, tedirgin. ‘Kim bu adam?’
‘Bernard Gui; Bernardo Gui de diyebilirsiniz.’
William, ne benim, ne de Başrahibin anlamadığı, kendi dilinden bir ünlem koyverdi. Belki de anlamadığımız hepimiz için iyi oldu; çünkü William’ın ağzından çıkan sözcük açık saçık bir sözcükmüş gibi çınladı.
‘Bu iş hoşuma gitmedi,’ diye ekledi hemen. ‘... kovuşturmak ve yok etmekle görevli olanların yararlanması için ‘Practica officii inquisitionis heretice provitatis’ adında bir de kitap yazdı.’
‘Biliyorum. Kitabı biliyorum; bir öğretim harikası.’
‘Bir öğretim harikası,’ diye kabul etti William.”
Bernardo Gui’nin ‘Sapkınların sorgulanmasına ilişkin uygulama’ adındaki bu öğretim harikası, günümüzde bile az bulunur nitelikte bir demagoji öğretisi. Sorgulamanın, sorgulanan şahsın bilgisinin ve becerisinin ötesinde teolojik bir tartışmaya dönüştürülmesi ve bunun neticesinde sanığın lafebeliği ile mat edilmesi. İşte bu ibretlik öğretiden gerçek alıntılar:
“Sorgucu: Bir sapkın olmakla ve Kutsal Kilise’nin inandığının aksine inanıp aksini öğretmekle suçlanıyorsun.
Cevap: Efendimiz, biliniz ki bu suçlamalardan suçsuzum ve hiçbir zaman gerçek Hıristiyanlık dışında başka bir inanca sahip olmadım.
S: Kendi inancını ‘gerçek Hıristiyanlık’ olarak niteliyorsun, çünkü bizim inancımızın yanlış ve sapkın olduğunu düşünüyorsun.”
“S: Sana Kutsal Bakireden doğma Efendimizin çarmıha gerilmiş bedeninin dirilip göğe yükselip yükselmeyeceğini soruyorum.
C: Efendimiz, siz buna inanmıyor musunuz?
S: Tüm kalbimle inanıyorum.
C: Ben de inanıyorum.
S: Sen benim buna inandığıma inanıyorsun ki; benim sorduğum bu değil.”
“S: Bizim gerçek olduğuna inandığımız inancın aksine hiçbir zaman hiçbir şey öğrenmediğine yemin eder misin?
C: (Sanığın yüzü solar) Eğer yemin etmem gerekiyorsa elbette yemin ederim.
S: Sana yemin etmen gerekip gerekmediğini değil, yemin edip etmeyeceğini soruyorum.
C: Eğer yemin etmemi emrediyorsanız, yemin ederim.
S: Seni yemin etmen için zorlamıyorum; çünkü sen yeminlerin gayrimeşru olduğuna inandığından, günahını seni zorlayan bana aktaracaksın. Ama eğer yemin edeceksen, ben de bunu dinleyeceğim.”
Tarihi kayıtlar, Bernardo Gui’nin 15 yıllık görev süresi boyunca ‘sapkınlık’ ve ‘sapkınlara yaltaklık’ suçlamalarını değerlendiren 900’ün üzerindeki davada ‘suçlu’ kararına ulaştığını yazıyor. Laik makamlara teslim edilen bu suçlular arasından 42 tanesinin idam edildiği (dönemin favori idam yönteminin kent merkezinde ‘yakmak’ olduğunu hatırlatalım) yine bu kayıtlarda var.
Ününü istatistikleriyle hak eden bu tarihi şahsiyetin, zekâsını ve bilimsel yöntemleri ön planda tutan sorgucumuz William ile geçmişten gelen bir husumetinin olmaması, hikâyenin kurgusunda ciddi bir boşluk oluştururdu:
“ ... William’la tanıştı ve onun kim olduğunu öğrenince nazik bir düşmanlıkla baktı ona; ama yüzünün gizli duygularını ele vermesini istemediğinden değil, kesinlikle William’ın onun kendisine düşman olduğunu sezinlemesini istediğinden... William onun düşmanlığına abartmalı bir içtenlikle gülümseyerek karşılık verdi ve ‘Ünü benim için ders olan ve yaşamımı esinleyen birçok önemli kararı almamda uyarıcı olan bir adamı uzun zamandır tanımak istiyordum.’ dedi. William’ın yaşamının en önemli kararlarından birinin sorguculuk mesleğini bırakmak olduğunu bilmeyen birisi için – oysa Bernardo iyi biliyordu bunu – övücü, neredeyse dalkavukça bir tümceydi bu. Bana öyle geldi ki, William Bernardo’yu imparatorluk zindanlarından birinde görmeyi ne denli istiyorsa, Bernardo da, onun bir kaza sonucu ansızın düşüp öldüğünü görmekten o denli hoşnut olurdu kuşkusuz...”
Heyetler arasındaki görüşmeler ve tartışmalar sırasında da hasımlar arasındaki gerginlik devam ediyor:
“O zamana kadar ağzını bile açmamış olan Bernardo Gui söze karıştı: ‘Düşüncelerini böylesine ustaca ve güzel bir dille açıklayan William Birader onları Papa’nın yargısına sunarsa çok memnun olurum...’
‘Beni ikna ettiniz, efendimiz Bernardo,’ dedi William. ‘Gelmeyeceğim.’ ”
William gittikçe çetrefilleşen cinayet örgüsü hakkında bir takım teoriler geliştirmekteyse de; Bernardo Gui’nin Manastırda bulunduğu dördüncü gün, - en azından dışarıdan bakanları tatmin edecek düzeyde – bir sonuca halen ulaşamamıştır. Manastır üzerindeki yetkesinin sallantıda olduğunu hisseden Başrahip durumdan son derece rahatsızdır. Böylece emrinde askerler olan Bernardo, cinayetlerle ilgisi olmayan bir takım zavallıları yakalayıp kovuşturarak hem kendi otoritesini dayatacak, hem de Fransisken heyetine gözdağı vermiş olacaktır.
William gerçek katilin halen Manastırda dolaşmakta olduğundan emindir; yine de ot yatağına uzanarak teoriler üretmek ve geceleri çömeziyle yasak bölge mahiyetindeki kitaplığa gizlice sızmak dışında elinden fazla bir şey gelmemektedir.
... Jorge’yi kitaplığa yerleştirdiğimde, katilin o olup olmadığını bilmiyordum henüz...
William’ın yedi gün boyunca peşinden koştuğu katilin, yani kurgusal antagonistin de dedektifin şanına yakışır niteliklere haiz olması gerek.
... Herkes Jorge’nin adının niçin Borges’i çağrıştırdığını ve Borges’in niçin bu denli kötü olduğunu soruyor bana. Bunu ben de bilmiyorum. Kitaplığı gözetleyen bir köre gereksinim duyuyordum (bu, bana iyi bir anlatı fikri gibi görünüyordu); kör bir kitaplık da ancak Borges’i yaratır; her şeyin bir bedeli vardır çünkü...
Jorge ile William hikâyede öyle bir dinamikle birbirlerine bağlılar ki; karakterlerini oluşturan nitelikler ya tamamen birbirinin zıddı ya da tamamen birbirinin aynısı, tıpkı bir yansıma gibi. Örneğin, kitap boyunca bilgi ve birikim olarak birbirleriyle yarışan karakterlerin ikisi de Ortaçağ bilim külliyatına hâkim:
“ ‘Sen ne olağanüstü bir kütüphaneci olurdun William.’ dedi Jorge hayranlık ve acılık karışımı bir sesle.”
Aslında karakterleri bu kadar birbirine yakınlaştıran; belki de ikisinin de inançlarınca günah sayılacak kadar zekâlarından gurur duymaları:
“O anda ölümcül bir savaşım için donanmış olan bu iki adamın, sanki salt birbirlerinin beğenisini kazanmak için davranmışlar gibi birbirlerine hayranlık duyduklarının ürpererek bilincine vardım. Berengar’ın Adelmo’yu baştan çıkarmak için sergilediği oyunların ve kızın bende istek ve tutku uyandırmak için giriştiği basit ve doğal davranışların, zekâ ve karşısındakini alt etme yeteneği bakımından, o anda gözlerimin önünde geçmekte olan, birbirleriyle konuşan bu iki adamın – deyim yerindeyse, birbirleriyle buluşmalar ayarlayarak, her biri nefret ettiği ve korktuğu öteki kişinin onayını gizlice umarak – yedi günde çözülmüş olan kışkırtma eyleminin yanında, hiç kaldığı düşüncesi geçti aklımdan.”
Fakat bu iki dimağ, farklı kutuplarda ideolojileri temsil ediyor. Jorge kitap boyunca sürecek tartışmalarda vahiylere dayanan bir hayat görüşünü idealize ederken; William tümdengelim uslaması yaparak ona karşı duruyor:
“ ‘Bir katil olduğunu kendi kendinden gizlemek için, bütün bunların tanrısal bir tasarıya göre olup bittiğine kendini inandırmaya çalışıyorsun.’
‘Ben hiç kimseyi öldürmedim. Hepsi de, işledikleri günahlardan ötürü, kendi yazgısına uygun olarak öldü. Ben yalnızca bir araçtım... Lanetlenme tehlikesini göze alıyorum. Tanrı beni bağışlayacaktır; çünkü O’nu yüceltmek için böyle davrandığımı biliyor. Görevim kitaplığı korumaktı.’... ”
Tüm bu cinayetlerin, Aristo’nun yazdığı rivayet olunan, ama günümüz kütüphanelerinde bulunmayan ‘Güldürü Üzerine’ isimli eserinin Manastırdaki son kopyası aşkına işlendiğini de bu arada öğreniyoruz.
... kitaplar her zaman başka kitaplardan söz ederler ve her öykü daha önce anlatılmış bir öyküyü anlatır...
“ ‘... Güldürüden söz eden birçok başka kitap var; gülmeyi öven birçok kitap da. Niçin bu kitap içini öylesine korkuyla dolduruyordu?’
‘Çünkü onu filozof yazmıştı...’ ”
“ ‘Hastalık kovulmaz. Yok edilir.’
‘Hastanın bedeniyle birlikte mi?’
‘Gerekirse.’
‘Sen Şeytan’sın,’ dedi o zaman William... ‘Şeytan ruhun küstahlığıdır; gülümseyişten yoksun inanç, hiçbir zaman kuşkuya kapılmayan gerçektir o. Şeytan karanlıktır; çünkü nereye gittiğini bilir ve gide gide hep gittiği yere döner. Sen Şeytan’sın; tıpkı Şeytan gibi karanlıkta yaşıyorsun. Beni ikna etmek istiyorsan, bunu başaramadın. Senden tiksiniyorum, Jorge...’ ”
Gülün Adı’nın bir yitip gitme hikâyesi olduğunu söylemiştik. Nitekim William her ne kadar “katil kim?” sorusuna cevap bulsa da, Jorge’nin Ortaçağ’ın en büyük kütüphanesini içinde bulunduğu devasa Manastırla birlikte kükürt ve küle indirgemesine engel olamıyor. Aristo’nun son kopyasından başlayarak her şey tek tek yok olup gidiyor.
Polisiye dünyasındaki en önemli dedektif karakterlerinden biri olan Baskerville’li William Birader, çömezi Adso ile birlikte çaresizce alevleri seyredebilecektir artık sadece.
... Kitabın bir polis romanı gibi başlaması rastlantı değildir. Sonuna dek de saf okuyucuyu kandırmayı sürdürüyor; öyle ki saf okuyucu, insanın oldukça az şey keşfettiğinin ve dedektifin bozguna uğradığının farkına bile varmayabilir...
Kategori: Makaleler