Cem Selcen, ilk romanı "1578- Bir Korsan Hikayesi"nde, bir tarihsel dönemi ve dönemin toplumsal olaylarını bir korsan gösteri etrafında ele almış, öykünün merak duygusu uyandırma etkisini, polisiyelere özgü bir "parayı kim aldı" sorusuna yüklemişti. Polisiye değildi belki, ama romanın uzunca bir bölümünde, adım adım izi sürülen kayıp paralar, hikayenin polisiyelere bir gönderme olduğunu belli ediyordu.
Dört yıl sonra -2003’te- yazdığı “Saat Kaçtır Acaba”da da kriminal bir konuyu işlemişti. Suç mekanının Beyoğlu’nun arka sokaklarına taşındığı karanlık bir anlatısı vardı Selcen’in. Aradan bir dört yıl daha geçti ve Selcen yine kayıp paralara dayalı, yine suç ve ceza kavramları etrafında kurgulanmış bir romanla buluştu okuyucuyla.
Hapishane Hikayeleri
“Elmanın Suçu”, bir hapishane odasında başlıyor. Romanın anlatıcılığını da üstlenen kahramanımız, parası sayesinde alde ettiği ayrıcalıkla, olabilecek her türlü konfora haiz bir mahkum:
“Ben, bu yazıların naçizane sahibi, soygun, silahlı çatışma ve adam öldürme suçlarından -bunlar ciddi suçlar sayılıyor- yaklaşık sekiz ay önce içeri atıldım. Suçum henüz hukuken kesinleşmedi. Durmadan yeni deliller filan... Yani dava sürüyor. Bir kere beni kafese aldılar ya! Sürer de sürer. Kimin umurunda...Aslında bu, aradaki birkaç günlük rutin giriş çıkışları saymazsak, hapishane ziyaretlerimin altıncısı. Yani buralarda pek acemi sayılmam. Fakat bu defa işin rengi değişik: adam öldürme filan da var işin içinde... Mesele biraz uzayacak anlayacağınız. Ne yapalım... Oradan bakınca biraz 'suçlu' gibi gözüktüğümü biliyorum. Ama bu benim işim.”
Anlaşılacağı gibi, profesyonel bir suçlu var karşımızda. Aslında baştan beri yasa tanımaz, suça eğilimli bir tip değil. Tersine, hem efendi hem de semtin adabına, yasalarına uyan bir çocuk olarak eğitimine ortaokula kadar devam etmiş. Ama sonra yoksulluk çıkmış karşısına. O da "Bu hayatta çalmadan yaşayamazsın!" diyen eniştesinin öğüdüne uymuş, mahallesindeki öteki çocuklar gibi bir ustanın yanına çırak yazılmış, hırsızlık sanatının zirvelerine tırmanmış. Şimdi hapishane odasından anlatacakları işte bu sanatkarlığın hikayesi. Cem Selcen, usta hırsızın uzun macerasını özel hayatını da kapsayan iç içe geçmiş hikayeler şeklinde, yer yer başka mahkumların hikayeleriyle birleştirerek aktarıyor. Ama biz sözü fazla uzatmayıp doğrudan büyük hikayeye bağlanalım, o büyük soyguna:
Namı ülke sınırlarının dışına taşınca, büyük bir soygun planı için Küba’ya çağrılmıştır. Genç sevgilisi ile birlikte Küba’ya gittiklerinde işin boyutunun tahmin ettiğinden çok daha büyük olduğunu öğrenecek, ama organizasyonda kendisine verilen görevi de üstlenecektir. Soygun mekanı İstanbul’da çok sıkı korunan tarihi bir binadır.
Daha romanın ilk sayfasındaki hapishane odası, soygunun kahramanımız açısından nasıl sonlandığını zaten belli ediyor. Ne var ki, ortaklarından kurtulanlar olmuş, çalınan paralara ulaşılmışsaa bile altınların izine rastlanmamıştır. İşte bu nedenle hala sürekli sorgulanmakta, şimdi bizim okuduğumuz notları kontrol altında tutulmaktadır. Kahramanımız başından geçenleri düşünüp hikayeleştiriken mahpusluk günleri de birer birer tükenmektedir. Hikaye büyük bir süprizle sonlanır…
Yaklaşık sekiz yıl önce, ilk romanı üzerine yazarken de söylemiştim; Cem Selcen, anlatım sıkıntısı çekmeyen bir yazar. Akıcı bir dili, ayrıntıları kaçırmayan bir dikkati, temiz ve titiz bir işçiliği, kabalaşmayan bir mizahı var. Geçmiş ve şimdi arasındaki zamansal sıçramaları, okuyucu rahatsız etmeyecek geçişlerle kolaylıkla hallediyor. Süprizli sonları da seviyor Selcen. Bu nedenle, olayları aktarırken kimi yerde biraz ketum davranmış. Her ne kadar anlatıcı içten ve samimi görünse de, kolayca kanmayın. Ne de olsa, notlarının hapishane yetkililerinin denetimden geçtiğini bilen bir mahkum o. Kendisine zarar verecek kimi ayrıntıyı “ihmal” etmiş olabilir!..
“Elmanın Suçu”nda Selcen’in anlatısını daha da geliştirdiğini söyleyebilirim. Özellikle sondaki soygun sahnesinde gerek olayların gelişimi gerekse de mekan tasvirleriyle etkileyici bir atmosfer yakalamış. Arkaplanını İstanbul kentinin tarihine yaslayarak, kentin dehlizlerini, Beyoğlu ve Galata çevresindeki yapıları hikayesine bağlamasını biliyor. Anlatının yoğunlaştığı Merkez Bankası binasının tasvirleri soygun hikayesiyle bütünleşmiş;
“Fakat bu binada Pera Palas’ta yapmadığı bir şey yapmış Vallauri, binanın Haliç’e bakan cephesini geleneksel Doğu yumuşaklığında, yuvarlak hatlarla oryantalist; cepheye bakan ön cephesini tamamen ayrı karakterde neo klasik, o samanki Avrupa mimarisi tarzında, tam bir batı normunda yapmış. Hakikaten iki ayrı yüz iki ayrı bina gibi gözüküyordu. Ön cephede, yüzeydeki taş yapı, pencere boşluklarını bırakarak son derece düzenli olarak iki kat kadar yükseliyor, sonra yerini pencere ve küçüklü büyüklü yarım silindirik sütunlarla kaplı bir cepheye bırakıyor, en üstte de daha dar bir bantta, ki küçük bir kat olmalı orası, yine daha ince sütun ve pencerelerle eski ilk saçağa ulaşıyordu. Hem ortalarda, hem de üstteki sütunlar arasında çeşitli armalarla veya antik Yunan benzeri fresklerle süslemeler yapılmış, sonunda güzel, ağırbaşlı ve seçkin bir Avrupa binası formuna ulaşılmıştı. Ağır ve temiz detaylarla oluşmuş bir kütle...”
Suçun Dayanılmaz Çekiciliği
“Elmanın Suçu” bir suç romanı. Polisiye anlamında değil; suç ve ceza kavramlarını toplumsal yargılarımızla birlikte ele almak anlamında bir suç romanı.
Suç ve Ceza, kendisine konu olarak bireyi seçmiş bir anlatı türü için, bireyi çevreleyen toplumsal koşulları tartışmak açısından çok vaatkar bir alan açarlar. Nitekim edebiyatın ilk örneklerinden bu yana, dünya üzerinde çok farklı coğrafyalardan çok sayıda yazar bu kavram çiftini romana konu etmişlerdi. Daniel Defoe’nun “Moll Flanders”i, Charles Dickens’in nerdeyse bütün eserleri, Hugo’nun “Sefiller”i, Stendhall’in “Kırmızı ve Kara”sı, Tolstoy’un “Diriliş”, Dostoyevski’nin “Suç ve Ceza”sı, Zola’nın “Therese Raquin”, Camus’un “Yabancı”sı, Kafka’nın “Dava”sı ve daha niceleri suç meselesi etrafında kurgulanmış, yazarlar “içinde yaşadıkları dönemin ve toplumun etkileriyle de oluşmuş bakış ve görüşlerini” romanlar aracılığıyla tartışmışlardı.
Polisiye edebiyatın tarihini parlatmak isteyenlerin o tarihe konusu suç etrafında gelişen bu türden romanları da katması yanlış değilse bile abartılıdır. Tekrara düşmek pahasına bir kez daha belirtmekte yarar var: Ykarıdaki romanlarda suç, yazarın insan, toplum, din, ahlak, hukuk, adalet, vicdan üzerine görüşlerini dile getirme aracıdır. Yazar dünya görüşünü bu yolla ifade eder. Polisiyede durum tersinedir. Suç ve ceza, polisiye metnin amacıdır. Zaman zaman üstü örtük biçimde, toplumsal bir eleştiri, ahlaki bir yargı sözkonusu edilebilir ama, bu yaklaşım öykü genelinde hiç bir zaman belirleyici olmamıştır. Polisiye roman ahlaki bir tartışmanın platformu değildir.
“Elmanın Suçu” yukarıdaki iki eğilim arasında duruyor. Bu anlamda, adaletsizliğe uğramış bireyin öc hikayesini heyecanlı bir macera formunda anlatan Alexandre Dumas,’ın “Monte Kristo Kontu”na, ya da polsiyelerin temalarını tersine çeviren Boris Vian’ın başta “Mezarlarınıza Tüküreceğim” olmak üzere dört “kara” romanına benzetilebilir.
Elmanın Suçu'nda bir anti-kahraman yaratmış Selcen; toplum ve kurallarıyla barışık değil ama savunduğu bir davası da yok, biraz umutsuz, biraz kinik bir tip. Görmüş geçirmiş; yaşadıklarından, gönül ve hayal kırıklıklarından sonra artık hiçbir şeye inancı kalmamış. Artık tek beklentisi gemisini kurtarmak, “küçük bir bireysel mutluluk adacığı bulabilmek”. Kendi deneyimlerinden yola çıkarak suç ve ceza hakkında eleştirileri olsa bile, bu biçimin yerine daha iyi bir biçim konulabileceği iddiasında bulunmuyor.
“Böyle konularda insan, benim gibi kendi çapında namlı bir suçlu olunca, biraz taraf oluyor haliyle. Sonra da boş zamanlarında, sanki kendi doğasından birşey anlarmış gibi, suç üzerine düşünüyor, kırkından sonra kitap karıştırıyor. Ne buluyor? Bu konuda külliyatın yüklü olduğunu... Ve insanoğlunun şu yeryüzü üzerine atılmasından başlayarak, şu anlı şanlı tarihinin tümüyle bir 'suç tarihi' olduğunu. (…) Elmayı koparmak, bir suç değil, bir yoldur sadece. Başka yere çıkan bir yol... Bu yüzden de "Neden öyle yaptın?" denemez.(…) Hem illa bir suçlu gerekiyorsa, elmaya bakmayı öneririm. Neden orada duruyordu ki? Öyle pırıl pırıl ve biricik.”
“Elmanın Suçu” bir soygun etrafında gelişen olaylar üzerinden insan psikolojisine yönelişiyle, zengin mekan tasvirleriyle ve sürükleyici hikayesiye Cem Selcen tarzını çok iyi yansıtıyor. .
Kategori: A. Ömer Türkeş Yazıları