menu

Altın Çağ'ın Marjinal Yazarı: Dorothy L. Sayers

Yazan: Tülay Güneş Kılıç
Yayın Tarihi: April 03, 2020 02:08

Bu yazı daha önce 221B Dergi Temmuz-Ağustos 2018 tarihli Sayı 16'da yayınlanmıştır.

 

1893'te doğup 1957'de vefat eden, roman ve oyun yazarı, şair, eleştirmen, teolog ve çevirmen Dorothy L. Sayers, ölümünden en az elli yıl sonrasına kadar biyografisinin yazılmasını istememiş, buna gerekçe olarak yarım asırın eserlerinin hala okunup okunmadığı, kendisinin de hatırlanmaya değer olup olmadığını belirlemek için yeterli bir süre olduğunu belirtmişti. Lord Peter Wimsey adında çok sevilen bir aristokrat dedektif karakterin yaratıcısı; Agatha Christie, G. K. Chesterton ve diğerleriyle birlikte ünlü Polisiye Yazarlar Derneği’nin kurucusu, adı İngiliz klasik polisiyesinin Dört Büyükler’i arasında geçen biri için bu gerekçe biraz fazla mütevazı denilebilirdi. Zira renkli bir kişiliğe sahip Sayers kolay unutulacak biri değildi. Nitekim, 1975 yılında yapılan bir çalışma günışığına çıkmamış aile sırlarını ortaya çıkarınca, Sayers’ın neden yaşam öyküsü konusunda endişelendiği açığa kavuşur.

Dorothy L. Sayers'ın “evlatlık” oğlunu merak eden biyografi yazarı Janet Hitchman, Such a Strange Lady (1975) adlı kitabı için araştırma yaparken, doğum ve ölüm arşivlerini inceler ve Dorothy'nin hayatı boyunca sadece yarım düzineden fazla insanın bildiği bir sırrı açığa çıkarır: Yazarın evlatlık olarak aldığı çocuk aslında kendi öz oğlundan başkası değildir. Yaşadığı zamanın çok ilerisinde, insanların ne söyleyeceğine aldırış etmeden aklına geldiği gibi giyinip, istediği gibi yaşayan biri olmasına rağmen, gerçeği neden kendi oğlundan bile saklama ihtiyacı duyduğunu anlamak için Dorothy L. Sayers’ın yaşam öyküsüne bakmak gerekir.

Dorothy Leigh Sayers, 13 Haziran 1893'te Oxford'da küçük, on yedinci yüzyıldan kalma bir evde doğdu. Orta yaşlı ebeveynlerinin tek çocuklarıydı ve sonuç olarak başlangıcından itibaren şımartıldı. Israrla soyadını kullanmaya devam ettiği annesi Helen Mary Leigh Sayers, ünlü edebi mizahçı Percival Leigh'nin yeğeniydi ve babası Henry Sayers İrlanda asıllı, Oxford’dan mezun, müziğe çok yetenekli bir papazdı. Oxford'da çocukluğunun sadece birkaç yılını geçirmesine rağmen, doğduğu şehrin parlak hatıralarını her zaman özlemle hatırlayan Dorothy, seneler sonra geri dönerek, Oxford Üniversite’sinin ilk kadın mezunlarından biri olur.

Okuldayken şiir yazmaya başlayan Sayers, daha sonraları dedektif hikayelerine yönelir. Bir reklam şirketinde metin yazarlığı yaparak hayatını kazanırken, ilk polisiye romanı Whose Body (Banyodaki Ceset) üzerine çalışmaya başlar. Kitabın konusu kısaca şöyledir: Kaybolan yaşlı ve çırılçıplak bir adam, mimar Thipps'in banyosunda bulunur. Polis cesedin kaybolan Sir Ruben Levy'ye ait olduğu kanaatındadır ve nasıl öldürüldüğünü araştırır. Aniden dedektifliğe merak salan Lord Peter Wimsey, annesinin ricasını kıramaz ve olayın peşine düşer.

1923’ün karanlık bir Kasım günü Dorothy Leigh Sayers, Londra’daki bürosunda oturmuş, ilk romanının henüz yayınlanmış olmasının keyfini çıkaracağı yerde söyleyeceği büyük yalan üzerinde çalışıyordu. Kurgu alanında yeteneğini gerek çalıştığı reklam ajansında bulduğu çarpıcı sloganlar olsun, gerekse yeni yeni yazmaya başladığı dedektif hikayeleri ile kanıtlamıştı ama gerçek hayat, hayal dünyasına hiç benzemiyordu. Papaz bir babanın kızı olarak ahlaki ilkelerin yanında günah konusunda da kaygılanıyordu. Lakin yapacağı şeyden nefret etmesine rağmen başka bir çaresi de yoktu.

Sekiz haftalık yokluğunu haklı çıkarmak için esrarengiz bir hastalık uydurdu. Nasıl olsa ne patronunun ne de mesai arkadaşlarının bir kadının tıbbi sorunlarını fazla kurcalamayacağının farkındaydı, benzer şekilde özenle tasarlayıp uygulamaya koyduğu senaryo ile yakın dostları ve ailesini de kandırmayı başaracaktı. Bir hastanede gizlice doğum yaptıktan sonra, oğlunu henüz daha bir haftalıkken, bir çiftlikte yaşayan çok sevdiği ve güvendiği kuzeninin yanına gönderir. John Anthony adını verdiği oğlanın önceleri isminin bilinmesini istemeyen bir arkadaşının çocuğu olduğunu, kendisinin de vaftiz anneliği üstlendiğini belirtse de, çok geçmeden kuzeni Ivy’ye başka kimseye, özellikle de ailesine söylememesi için söz verdirterek gerçeği itiraf eder. Nitekim Dorothy’nin anne ve babası, yaşamlarının sonuna kadar bir torunlarının olduğundan bihaberdirler.

Oxford mezunu, dindar bir ailede yetişmiş zeki bir kadın nasıl böylesine tedbirsiz davranabilmişti? İlk dedektif romanı basılmış ve çalıştığı ajansta henüz maaşına zam yapılıp terfi ettirilmişken kısacası önünde parlak bir gelecek varken , ne olmuştu da her şeyini riske atmıştı? Sorunun yanıtı yüzyıllardır süregelen bir klasik, aşkta hüsrana uğrayan bir kadının umarsız intikam alma çabasından başka bir şey değildi. Dorothy L. Sayers, daha önceleri de bir-iki kez aşık olmasına rağmen Rus yahudisi olan tarihçi-yazar John Cournos ile tanıştığında adeta çarpılır. Hisleri karşılıksız kalmayacaktır ama Dorothy ancak işin sonunda evlilik varsa tam bir birliktelik yaşamaya kararlıdır. Cinsel açıdan beklentileri karşılanmayan ve bu ilişkiden sıkılan Cournos başka diyarlara gitmeye karar vererek, Amerikalı bir başka polisiye yazarıyla evlenir. Yıllar sonra Dorothy, kendisine evlilik dışı çocuğunu itiraf ettiğinde her ikisi de hayalkırıklıklarını saklayamayacaklardır. John Cournos’un, “Peki ama neden benimle olmadın?” sorusuna, Dorothy de “Neden benimle evlenmedin?” diye karşılık verir.

Dorothy L. Sayers’ın çocuğunun babası, oturduğu apartman dairesinin bir üst katına taşınan bir oto tamircisidir. Bill White, kaba saba bir adam olmasına rağmen Dorothy’i etkileyecek, sürekli gittikleri gece kulüpleri, dans salonları ve akşam yemekleriyle çok keyifli saatler geçirmesini sağlayacaktı. Bir süre sonra genç adamın cinsel isteklerine karşılık vermekte sakınca görmeyen Dorothy, böylelikle delicesine aşık olduğu Rus yazarı kafasından ve yüreğinden tümden çıkarmaya çalışır. Her iki tarafın da memnun olduğu ilişki, Dorothy’nin hamile olduğunu açıklamasıyla sona erer. Bu durumdan hiç hoşlanmayan Bill White, kendisinin zaten evli olduğunu hatta bir kızı bulunduğunu itiraf ederek çocuktan kurtulmasını ister.

Aklen ve vicdanen buna kesinlikle karşı olan Dorothy, şiddetle itiraz edince, sorunun çözümü için tuhaf bir şekilde Bill’in karısına başvururlar. Kadın yaşadığı müthiş üzüntüye karşın, Dorothy ile kocasının bir daha asla görüşmemeleri şartıyla, bu iş için doktor yeğenini ve çalıştığı hastaneyi ayarlar. İsteği yerine getirilir, Dorothy ile Bill bir daha birbirlerini görmezler fakat çok değil, dört sene sonra Bill White karısını ve kızını bir kez daha terk ederek kayıplara karışır. Küçük kız Valerie, uzun yıllar sonra annesinden bir kardeşi daha olduğunu öğrenir ama cesaretini toplayıp görüşmek için adım attığında ne yazık ki kardeşi John Anthony’nin artık hayatta olmadığını öğrenir.

Oğlunu çiftlikte büyümesi için kuzenine emanet eden ve ara ara uzak bir akraba rolünde ziyaret eden Dorothy, üç yıl kadar sonra ailesini şaşırtarak kendisinden on iki yaş büyük, alkolik bir gazeteci ile evlenir. Kocası Oswald Arthur Fleming, her ne kadar çocuğu evlat etmekte bir bahis görmese de, anne ve babasının tepkilerinden hala çekinen Dorothy oğlanı yanına alamaz.

Ne ilginçtir ki, özel hayatında çalkantılı ilişkiler yaşayan Dorothy L. Sayers, ilerleyen yıllarda kaleme alacağı eleştiri yazılarında , bir dedektif romanında asla romantizme yer verilmemesini savunur. Hisler işin içine girince, polisiye örgüsünün kaybolup olayların başka yerlere gittiğini yazar. Halbuki kendisi, en tanınmış kurgu dedektiflerden olan kahramanı Lord Peter Wimsey’i, bağımsız bir kişiliğe sahip Harriet Vane’ın ardından çok koşturtacak, en sonunda bir köprünün üzerinde sıkıştırıp evlilik sözünü aldırtacaktır.

Aslında bağımsız bir kişiliğe sahip Harriet Vane, Dorothy L. Sayers'in alter-egosudur; tıpkı Ariadne Oliver'in bir diğer Dört Büyük, Agatha Christie'nin kurgu dünyasındaki eşi olduğu gibi. İlk kez Strong Poison (Şüpheli Kadın) ile okuyucularla tanışan Harriet Vane güçlü bir kadındır. Birlikte yaşadığı adamın öldürülmesinden sorumlu tutulunca kendisini akla çıkarmak aklı bir karış havada Lord Peter Wimsey’e düşmüştür.

İlk olarak Banyodaki Ceset’in kahramanı olarak beliren Lord Peter Wimsey, dedektif romanlarının Altın Çağ’ı olarak adlandırılan yirmili yıllarda, çeşitli öykü ve romanlarda sevilen bir karakter olarak ortaya çıkmaya devam eder. 1920’ler yerini çok da aydınlık olmayan otuzlara bıraktığında Wimsey, karikatürize bir karakter olmaktan çıkarak, çevresi çeşitli aile fertleriyle sarılı, bir geçmişe ve geleceğe sahip, değişik psikoloji ve felsefi görüşler taşıyan komplike bir kişiliğe bürünür. Nihayetinde, İkinci Dünya Savaşı’nın ilk aylarında, Wimsey Dosyaları’nda, kendisine hayat veren dedektif kurgusunu tamamiyle geride bırakarak, yazarının keskin görüşlerini ilk ağızdan aktarmasına aracılık eder.

Dorothy Leigh Sayers, romanlarında kademeli olarak dedektif kurgusu öğelerini eksiltir, böylelikle Wimsey aile üyelerini türün katı sınırlarından özgürce kurtarır. Bu dönüşüm sırasında, hizmet ettikleri görünmeyen savlar dedektif türünün determinizminden Sayers'ın iradesine dönüşür. Karakterlerin asıl işlevi, hakikatin peşinde koşma aynı kalır, ancak hakikatin ne olduğu konusu değişir. Sayers açıkça, dedektif romanın ciddiye alınması için, en azından biraz gerçekçi olması gerektiğine inanır. Tuhaf bir biçimde bu konuda, kendisinden ve yazdıklarından hiç hoşlanmayan Raymond Chandler'la aynı fikirdedirler.

Bu dönüşümü anlamak için, Wimsey'yi yaratan geleneklere geri dönmeliyiz: Sayers, bulmaca hikayesinin katı retoriğini, tüm erdemleri ve kısıtlamalarıyla dedektif kurgu hakkındaki birçok yazısında çok iyi tanımladı. Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra orta ve üst sınıflar arasında tercih edilen eğlence kurgusu olarak ortaya çıkmış olan bu bulmaca hikayesi, tüm gereksiz akıl ve hislerden sıyrılmış bir halde sadece bulmacanın çözümü için var olan karton karakterlerle doluydu. Sayers klasik dedektif hikayelerinin önde gelen savunucuları arasında yer almasına rağmen, türün limitlerine karşın direnen ilklerden biri oldu. Kansız bulmaca oyunlarının türün önünde en büyük engel olduğu konusunda ısrar eder ve "eğer dedektif hikayesi yaşayacak ve gelişecekse, Wilkie Collins ve Le Fanu’nun elinde başladığı yere, safi bulmaca yerine edebi şekline geri dönmelidir.” der.

Dorothy L. Sayers, kurguladığı karmaşık ölüm yöntemleriyle fiziksel şiddeti tanımlamaktan kaçınan Agatha Christie'den çok farklıdır. Sayers için mağdurun katledilmesi yeterli değildir; ustaca, tuhaf ve korkunç bir şekilde öldürülmelidir. Çünkü cinayet dehşet verici ve trajiktir ve modern suç kurmaca okuyucusu bu gerçeklerden mahrum bırakılmamalıdır.

Sayers yirmi yıl ve on iki roman boyunca, dedektif kurgusu ile yaşam arasındaki doğal çelişkileri çözmeye çalıştı. Bu çelişkilerin merkezinde dedektif probleminin kendine has doğası yatmaktadır, çünkü dedektif kurgusunun problemli yaklaşımı, insan doğası ve insan ikilemlerinin ciddi bir keşfine karşıdır. Sayers'ın dediği gibi gerçek hayattaki problemler dedektif kurgusunun sözde-sentezleri gibi çözülemez: “Perdenin ve dolayısıyla soruşturmanın kapanmasıyla elde edilen güzel sonuç, problem olarak sunulan bölüm dışında sorunun hiçbir parçasının çözülmediğini okuyucudan gizlemektedir.”

Kurgu karakteri Wimsey de  ilk macerası Banyodaki Ceset’den beri, oynadığı rolden rahatsızlık duyar ve başkalarının hayatlarına müdahale ederek gerçeği takip etmenin etiğini sorgular.

“ Görüyorsun, bu benim mesleğim değil, bir eğlencemdir... Bir mesele yüzünden atılmıştım bu işe. Herhangi bir meselede tahkikat için temas ettiğim şahısların karakterlerini öğrenmeye çalışmak, öyle hoşuma gidiyor ki... Meselâ şu Milligan'ı ele alalım: Nazarî olarak onu tevkif etmeyi düşünmek, işten bile değil... Fakat biliyor musun, insan onunla konuşurken, dürüst karakterli bir kimseyle karşılaştığını görüyor. Annem de çok sevimli buluyor onu. Milligan da beni beğenmiş... Şu hayır işi hikâyesini ona söylediğim zaman, epey eğlenmiştim ama, şimdi adamın bu işe büyük bir alâka gösterdiğini görünce utanıyorum âdeta... Diyorum ki, farzedelim Milligan, Levy'yi öldürdü, cesedini de tuttu Thames'e attı... Bundan bana ne?”

Lord Wimsey’in kendisine sorduğu bu soruyu, benzer bir şekilde, edebiyat eleştirmeni Edmund Wilson da soracaktır. “Roger Ackroyd’u kim öldürmüş kimin umurunda?” isimli meşhur yazısını yayınladığında polisiye okurlarından büyük tepki çeker. Bir sonraki makalesinde yazı sonrası yaşadıklarını anlatır ve hemen herkesin “daha iyilerini” okumadığı için böyle yanlı davrandığını ileri süren tepkilerinden bahseder. Okuyucular kendi iyilerini ısrarla tavsiye ederler, bunu bunu, bir de şunu okursa dedektif romanları üzerine görüşlerini tümden değiştireceğini ileri sürerler. Bu önerileri değerlendirmeye karar veren eleştirmen, en çok söylenenler arasında yer alan, Dorothy L. Sayers’ın Nine Tailors adlı kitabını seçer ve okumaya başlar. “Ben böyle zulüm görmedim.” minvali yazısında, tüm zamanların en çok sevilen polisiyeleri arasında sayılan kitabın ne kadar ruh daraltıcı olduğunu anlatır. Sayers’ın yine birçok en iyi polisiyeler arasında sayılan bir diğer kitabı Gaudy Nights üzerine Julian Symons’un yaptığı eleştiri ise çok daha can sıkıcıdır. Başkanlığını yaptığı kulubün kurucusu Sayers’ın, içinde cinayet olmayan bu dedektif romanı için tam bir “kadın kitabı” nitelemesi yapar. Birçok listede tüm zamanların en başarılı polisiyeleri arasında gösterilen roman, Dorothy L. Sayers’ın okuyucuları içinse yazarın sanatsal başarısının zirvesidir.

Uzun süre önce dedektif romanları yazmayı bırakıp, başka alanlara yönelen Dorothy L. Sayers, dedektif kurgusunu bir bulmaca olmaktan çıkarıp edebiyatın saygın bir dalına dönüştürmek için çok çalıştı. Çoğu zaman snob, entelektüel açıdan kibirli, fazla iddialı ve bazen de çok sıkıcı bulunsa da polisiye okurlarının kalbinde yerini her zaman korudu.

Kategori: Suç Edebiyatının Divaları
Etiketler:
Dorothy L. Sayers
Banyodaki Ceset
Şüpheli Kadın
Son Haber

Yorum yaz
mode_edit

İLGİLİ KİTAPLAR

Nopic Nopic Nopic

İLGİLİ YAZARLAR

Nopic