Bu yazı daha önce 221B Dergi Ekim-Kasım 2018 tarihli Sayı 17'de yayınlanmıştır.
On altı yaşında okulu bırakıp, kırk iki yaşında ilk romanını yazan, Cordelia adında bir kızcağız ile feminist kadın dedektif kurgusunda fırtınalar yaratan, melankolik şair polis başmüfettişi romanlarıyla sayısız ödül kazanan, üstüne kült bir bilimkurgu romanı bulunan, dedektif kurgusu üzerine incelemesi derslerde okutulan, bununla yetinmeyip bir de Jane Austen’ın Pemberley Malikanesi’ne cinayeti getiren, böylelikle biricik Darcy’imizi müşkül duruma sokan, Agatha Christie’nin ölümünden sonra, Ruth Rendell ile beraber ‘Polisiyenin Kraliçeleri’ payesini paylaşan, yetmişinde Barones ünvanı alıp, Lordlar Kamarası üyesi olan birine Diva’dan başka ne denilebilinir ki?
Kadın polisiye yazarları, Agatha Christie ve Dorothy Sayers'ın Altın Çağından bu yana çok uzun bir yol kat ettiler. 1962'de yazmaya başlayan P.D. James, daha önceki türün gelenekleri ile 1980 sonrası post-dedektif kurgusunun büyük feminist baskısı arasında köprü görevi gördü. Koyu bir muhafazakar ve Anglikan olan James, hem kurbanın, hem de katilin psikolojik analizine önem verdi. Eserlerinde geleneksel dedektif romanının kapalı oda bulmaca formülü yanında çağdaş feminizm unsurlarına da bolca yer verdi. P.D. James, önceki yazarları anımsatan bir tarzda ana kahraman olarak erkek dedektif kullandı ama aynı zamanda bir kadın özel dedektif de yazıp bununla yeni kadın dedektif tipini yarattı. James'in intihara veya feminizme dair düşünceleri ve adalet ve ceza konusundaki endişeleri, onu Agatha Christie'den çok daha derin ve ciddi bir yazar haline getirip kendisini sosyal ve politik değişimleriyle meseleleri yansıtan yeni türden bir dedektif kurgusunun öncülerinden yaptı.
1997’de P.D. James, o güne kadar yaptıklarından daha farklı bir projeye imza atar. “Tam olarak yaşam hikayem değil, sadece bir parçası” diyerek, bir senelik zaman dilimini günlük şeklinde anlattığı bir kitap yayınlar. Time to Be in Earnest adını verdiği kitapta da itiraf ettiği gibi yazar, iyi bir mektup yazarı veya günlük tutucusu değildir üstelik özel yaşamı konusunda son derece ketumdur. Ama tıpkı seneler evvel Agatha Christie ve Ngaio Marsh’ın yaptığına benzer bir şekilde, bir biyografi yazarından daha önce davranıp kendisini yine kendi kaleminden okuyucularına tanıtmak isteğini taşır. Otobiyografisinde de aynen dedektif romanlarındaki örgüyü izler, doğrudan duygularından veya hayatın acı verici olaylarından bahsetmez, ancak ipuçları ile okuyucunun bunları anlamasını sağlar. Örneğin, Ted Hughes'in şiirlerini Sylvia Plath ile olan ilişkisiyle bağdaştırarak kocasının akıl hastalığının yaşattığı acı hakkında dolaylı olarak konuşur.
Phyllis Dorothy James, 3 Ağustos 1920’de Oxford'da, ‘çok istenilen bir ilk çocuk olarak’ doğdu. Annesi Dorothy May James, üç yıl boyunca çocuk sahibi olmak için tedavi görmüştü. Birinci Dünya Savaşı sırasında tanıştıklarında Sidney makineli tüfek kollarında bir çavuştu, büyük aşk yaşayan çift, beklememeye karar verip 1917 senesinde evlenirler. Phyllis’in doğumundan sonra, on sekiz ay aralıklarla önce kız kardeşi Monica ve daha sonra kardeşi Edward dünyaya gelir. Görünüşte mutlu görünen evlilik çok geçmeden çatırdamaya başlar, fakat o yıllarda boşanma bir tabu olduğu için beraber yaşamaya devam ederler. Mutsuz Dorothy’nin akıl sağlığı çok yerinde değildir. Öğretmen olmak istediği halde eğitim hayatına parasızlık yüzünden devam edemeyip, on altı yaşında okulu bırakmak zorunda kalan Sidney James, zamanının çoğunu dışarıda geçirmeye başlar. Gitgide aksileşir, yemeklerini yalnız başına yiyen, tatmin edilmesi imkansız, sert ve aksi, geçinilmesi güç bir insan olup çıkar. Küçük Phyllis o zamanlar değil ama sonraları kendisi de eğitim hayatını yokluk yüzünden mecburen yarım bıraktığında ve daha sonra, yine Sidney’de olduğu gibi eşi ciddi zihinsel rahatsızlığa kapılınca babasını çok iyi anlayacaktır. Phyllis dört ya da beş yaşındayken, Oxford'dan Galler sınırındaki Ludlow'a taşınırlar, kasaba eşsiz tarihi ve doğal güzeliğiyle hayalgücü kuvvetli bir çocuk için adeta cennet gibidir. Phyllis ve kardeşleri özgürce kırlar, çayır kenarları ve kayalıklarda yürüyüşler yapıp, mağara keşif gezilerine katılırlar. Henüz daha beş yaşında, annesinin aldığı çizgi romanlardan okumayı söken Phyllis, hikayeler okumaya ve bunları hayalgücüyle daha da süsleyerek kardeşlerine anlatmayı pek sever. Okula giderken ona eşlik eden, yaşça daha büyük bir oğlan, boğulmuş birinin cesedini görmek ümidiyle hep nehir kenarından yürümeyi tercih eder. P.D. James, yıllar sonra verdiği bir röportajda belki de bu yüzden, ölüme karşı hep ilgi duyduğunu belirtir ve şöyle devam eder: "... Çok küçükken bile ölüm üzerine kafa yorardım. 'Humpty Dumpty bir duvara oturdu' tekerlemesini ilk duyduğumda, 'Düştü mü, yoksa itildi mi?' diye düşünmüştüm."
Phyllis, koyu Hristiyan bir aileden geliyordu, her iki büyükbabası da kilisede çeşitli görevlerde bulunmuştu ve ebeyveynleri de Anglikan Kilisesi’ne olan bağlılıklarını sürdürmüşlerdi. Phyllis, sürekli okuyup araştırıp, yer yer dini tartışmalara girecek ama dini inancını her daim koruyacak, bunu kitaplarına da bolca yansıtacaktır. Örneğin, polisiye türünün dışına çıkarak yazdığı, bir distopik roman olan The Children of Men’de Hristiyanlık öğeleri bolca bulunur. Genç kızın okulda aritmetiği çok parlak değildir, ama İngilizce, tarih ve edebiyat derslerini çok sever. Parlak bir öğrenci olmasına rağmen, maddi sıkıntılar yüzünden Cambridge Kız Lisesi'ndeki egitimini yarıda bırakıp eve dönmek zorunda kalır.
Babasıyla birlikte sık sık, Fulbourne Akıl Hastanesi’nde yatmakta olan annesini ziyarete gider. Ailesine yardımcı olabilmek için çalışmak zorunda olan genç kız kamu hizmetleri sınavına girer ve ilk işine başlar. Phyllis çok gençtir ve iş sıkıcıdır, üstelik ofiste çalışan kadınların uğradığı çeşitli önyargılara maruz kalır. Seneler sonra, hoş olmayan deneyimlerini kahramanı Cordelia üzerinde, sıkıcı ofis memurluğu değil ama bir başka “kadınlara göre” olmayan iş, özel dedektifliği yakıştırarak aktaracaktır. Phyllis, bir buçuk sene sonra istifasını verir ve Cambridge Festival Tiyatrosu’nda asistan sahne yöneticisi olarak daha farklı bir iş bulur. Sosyal yaşamı da hareketlenen Phyllis, 8 Ağustos 1941, yirmi birinci doğum gününden sadece beş gün sonra Connor Bantry White adlı bir tıp öğrencisiyle evlenir.
Bir doktorun oğlu olan Connor, evlendikleri esnada Cambridge Üniversite’sinde tıp eğitimine devam ediyordur. Okulu bitirir bitirmez orduya alına genç doktor, Hindistan’a gönderilir. Bu sırada ikinci çocuğuna hamile olan Phyllis doğumu, Londra’daki bir hastanede bombardımanlar altında yapar. Genç kadının işi zordur, savaşın getirdiği sıkıntılar içerisinde iki küçük kızına bakmaya çalışır, yiyecek kısıtlıdır, saatlerce kuyrukta beklediği olur fakat güçlüklere alışkın olan Phyllis bu günleri de kolaylıkla atlatır. İrlandalı cazibesi ve gelecek vaat eden kariyeriyle dikkat çeken kocası Connor White, savaşın bitimiyle eve döner ama tamamiyle bambaşka birine dönüşmüştür. Hassas bir kişiliğe sahip, okumayı seven, kültürlü genç doktorun akıl sağlığı savaşa bağlı bir travma neticesinde bozulmuştur. Kestirilmez fevri hareketlerde bulunur, hatta bir seferinde pencereden atlayarak intihar etmek ister. Connor White yıllar boyunca akıl hastanelerinde girip çıkacak ama muhtemelen şizofreniden muzdarip olmasına rağmen kendisine resmi bir tanı konulamayacaktır. Bu yüzdendir ki ordudan malulen emekli olamaz ve ev geçindirme yükü yine Phyllis’e kalır. 1949 yılında bir gazete ilanına cevap vererek, Ulusal Sağlık Hizmetleri’nde bir büro pozisyonuna başvurur. Londra’daki bir hastanede dosya memuru olarak işe alınır, hırsı ve azmi sayesinde zamanla bürokrasinin üst mevkilerine kadar yükselir.
P.D. James, yazmaya karşı her zaman yetenekli olduğunu bildiğini belirtip, bu kadar geç başladığı için pişmanlık duygusunu her fırsatta dile getirmiştir. Otuzlu yaşların sonlarına yaklaştığında gemi kaçmadan hemen bir şeyler yapması gerektiğine karar verir ve bir roman ile işe koyulur. Gündüzleri ofiste çalışıp, akşamları gece kurslarına devam ettiği, bu arada hem hastanede yatan eşinin, hem de evdeki iki küçük kızının ihtiyaçlarına koştuğu yoğun tempo uzun yıllar boyunca sürer. Yazmaya ayırabildiği zaman çok azdır, sabah 6’da kalkıp günün telaşı başlamadan çalışmak için ancak bir saati vardır.
P.D. James, yıllar sonra yazacağı ve Talking About Detective Fiction adını vereceği polisiye edebiyatı üzerine olan incelemesinde, E.M. Forster’in Roman Sanat’ına atıfta bulunur: “Kral öldü, arkasından kraliçe de öldü.” dersek öykü olur. “’Kral öldü, sonra kederinden kraliçe de öldü.’ dersek, olay örgüsüne döner. ‘Kraliçe öldü, nedenini kimse bilmiyordu, sonradan anlaşıldı ki kralın ölümüne duyduğu üzüntüden ölmüş.’ Bu içine gizem katılmış bir olay örgüsüdür ve üstün gelişme olanakları olan bir kurgu türüdür.” P.D. James bundan bir adım ileriye giderek, şunu ekler, “ ‘Herkes kraliçenin kederinden öldüğünü düşünmüştü ta ki boğazındaki koca deliği görene kadar. ‘ Bu bir cinayet kurgusudur, zamanla geliştirebilme yeteneğine sahiptir.”
Phyllis, bahsettiği gelişmeye açık, geniş olanaklar yüzünden baştan beri kitabını bir dedektif kurgusu olarak tasarlayıp en sevdiği yazarlar Dorothy L. Sayers, Margery Allingham, Ngaio Marsh and Josephine Tey’den ilham alacaktır. 1962’de çıkan ilk kitabı Cover of Her Face, Agatha Christie’den büyük esintiler taşıyan, hemen her birinin cinayet için bir nedeni bulunan bütün şüphelilerin bir köşkte toplandığı, klasik Altın Çağ polisiyelerine çok benzeyen bir romandır. İsminin ilk harfleri ve evlenmeden önceki soyadını kullanarak oluşturduğu P.D. James adı, insanlarda bir erkek olduğu izlenimini yaratır, yazar ısrarla niyetinin bu olmadığını, zaten kadın yazarların türde daha başarılı olduğunu tekrar tekrar söyleyecektir. P.D. James şanslıdır, ilk görüştüğü edebiyat ajansı, tam o sıralar, “Ee, artık cinai romanlar basmak lazım.” diye düşünen Faber & Faber’a romanı önerir ve hemen değil ama bir sene sonra basmak üzere anlaşma sağlanır. Böylelikle James, çoğu yazarın başından geçen reddedilmeyi hiç yaşamamış olur.
Çıkış romanı , okuyucular ve eleştirmenler tarafından beğenilip olumlu eleştiriler almasına rağmen eline çok az para geçer. Hemen bir yıl sonra çıkan A Mind to Murder’ın satışları daha tatmin edicidir lakin Phyllis hala gündüz işinde çalışmak zorundadır. Kısa bir süre sonra Connor White, kırk dört yaşında, Ağustos 1964'te alkol ve uyuşturucu ölümcül kombinasyonu sonucu hayatını kaybeder. Phyllis, kocasının bunu muhtemelen bilinçli yaptığını düşünür. Geriye kalan yaşamı boyunca birçok evlenme teklifi almasına rağmen başka bir erkekle ilgilenmeyecek, ne olursa olsun büyük aşkla sevdiği kocasına bağlı kalacaktır.
1968 Mart’ında, Ulusal Sağlık Hizmetleri'nden ayrılıp İçişleri Bakanlığı bünyesinde çalışmaya başlar, ‘çalışma hayatımın en ilginç ve mutlu yılları’ dediği bu sürede önce Polis Teşkilatı'nda daha sonra Emniyet Müdürlüğü Cinayet Masası'nda görev alır. Adli tıp ve hiç araba kullanmamış olsa bile polis araçları birimi sorumlulukları arasındadır. Sonralari Middlesex ve Londra'da polis mahkemesi hâkimi görevinde de bulunan James, tüm bu kolları daha önceleri yaptığı hastane yöneticiliğini de katarak romanlarında gerçekçi bir şekilde işlemiştir. Emniyet Müdürlüğünde çalışırken iş arkadaşı tarihçi Thomas A. Critchley ile birlikte, The Maul and the Pear Tree ismiyle, 1811'de işlenen ve çözüme ulaşmayan meşhur Ratcliffe KaraYolu cinayetlerini üzerine bir gerçek-suç kitabı çıkarırlar. Londra’yı sarsan cinayetlerde iki ayrı aileden yedi kişi, çekiç kullanılarak vahşice katledilmişlerdir. Hakkında yeterli delil olmamasına rağmen John William adında bir sanatçı tutuklanır ve daha mahkeme başlamadan kendini asar. P.D. James’in bu davada en çok ilgisini çeken şey, baştansavma yapılmış bir soruşturma neticesinde, suçluluğu kanıtlanmadığı halde şüpheli genç adamın intihara sürüklenmesidir.
P.D. James, sekizinci romanı, Innocent Blood (1980) yayınlanmadan önce emekli olmaya karar verir. Devletten alacağı emeklilik maaşı ve birikimlerinin sade bir yaşam sürmesi için yeterli olduğunu hesaplamıştır. Fakat tuhaf bir kitap olan Innocent Blood, Amerika'da en çok satanlar listesinin zirvesine yükseldiğinde, bütün gelecegi finansal anlamda garanti altına alınmıştır bile.
Polisiye dışına çıkarak yazdığı, kıyamet sonrası türünden The Children of Men (1992) Hristiyan dini unsurlarını bolca barındırır. SP.D. James, suç kurgusundan bu tür bir kalkış yapmaya neden teşebbüs ettiği sorulunca, Batılı erkeklerin doğurganlıklarındaki olağanüstü düşüşe dikkat çeken bir makaleyi okuduğunda aklına bu fikrin geldiğini belirtir. Yazıda, genç erkeklerin babalarının yarısı kadar verimli oldukları iddia edilir ve yeryüzünde yerleşik milyarlarca yaşam formunun öldüğünü belirtilir. James de kurgusunu, “bir tür evrensel kısırlık olsaydı insanlık ne olurdu?” sorusu ekseninde oluşturur.
P.D. James’in romanları, tespit edilen başarılı romanların olması gerektiği gibi karmaşık bir şekilde çizilmiştir. Ancak, son derece iyi tanımlanmış karakterlerin kullanımı ve ayrıntılı ve doğru detaylar sayesinde, konunun romanının diğer yönlerini deforme etmesine asla izin vermez. Detaylara gösterilen bu titiz ilgide P.D. James, Gustave Flaubert, Leo Tolstoy ve 19. yüzyıl realistlerinin geleneğinde yazar. Çağdaş gizemli yazarlar arasında tanınan bir karakter ustasıdır. Ayrıca çok güçlü bir mekan duygusu yaratır. Bazı eleştirmenler, detayların çokluğunun genelde sabırsız olan polisiye okuyucularını sıkabileceğini ileri sürerler. James'in romanlarından birkaçı, orijinal eserlerin derinliği ve psikolojik karmaşıklığına mümkün olduğu kadar sadık kalarak televizyona uyarlanmıştır.
P. D.James’in, Scotland Yard Başmüfettişi Adam Dalgliesh ve özel dedektif Cordelia Gray olmak üzere iki ana karakteri bulunur. Karakterlerin gelişimini daha iyi anlamak için kitapları kronolojik olarak okumak daha iyi olsa bile sıradışı gidilse de aynı zevk alınır.
Bir papazın oğlu olan Dalgliesh, eşini ve tek oğlunu doğumdan hemen sonra kaybetmenin verdiği acıyı üzerinden atamamıştır. Basılı şiir kitapları bulunan bir şairdir, kedileri sever ve Jane Austen romanları yatağının başucunda, elini attığında hemen bulacak biçimde dizilidir. P. D.James, sert görünümünün altında büyük hüzün barındıran ana karakterini tasarlarken, ünlü aktör Gregory Peck’den esinlendiğini itiraf eder. Başmüfettiş Adam Dalgliesh, 1980’lerden itibaren aynı yaşta donmuştur, aksi halde kendini emekli etmek gerekecekti.
Dalgliesh’i polis yapmak P.D. James’in çalışma alanını genişletip daha özgür kılar. Bir röportajında bu durumu şöyle açıklar: “Oldukça gerçekçi romanlar yazmaya çalışıyorum ve hepimizin bildiği gibi, özel dedektifler davaları araştırmak için yeterli otorite veya kaynaklar gibi polislerle aynı fırsatlara sahip değiller. Bu yüzden aklıma gelen konuların çoğu bir polis memuru için daha uygun.”
Dalgliesh'in karakterinin, Sherlock Holmes'u hatırlatan bir özelliği şovenizmidir. Pek çok okuyucu için tavırları tuhaf olarak değerlendirilebilse de, modern kadın okuyucular için eylemlerinin hakaret olarak yorumlanması daha olasıdır. A Taste for Death'ın başlangıcında, eski moda bir tıraş bıçağıyla boyunları kesilen kurbanların cesetleri götürüldüğünde, Dalgliesh adli tıp insanlarının çoğunun kadın olduğunu fark etmesine rağmen, onlar suç mahallinin fotoğraflarını çekmeye gelmeden önce korkunç cesetler çıkarıldığı için her zaman sevinir, çünkü daha naif olarak gördüğü kadınların üzülmesini istemez. Bu tutum, Val McDermid’in ve Minette Walters’ın kahramanlarının yaşadıklarından çok uzak görünür.
Fakat P.D. James, 1972'deki yarattığı kadın özel dedektif ile türü sonsuza dek değiştirir. 1930 ve 1940'larda kadın özel dedektifler olmasına rağmen, bunlar pek çok nedenden ötürü büyüleyici bir karakter olan Cordelia Gray'den çok farklıydı. Kadınlara Göre Değil (Unsuitable Job for a Woman) yayınlandığında, eleştirmenler Cordelia'yı ilk feminist özel araştırmacı olarak selamladılar ve onu yaratarak James'in çok farklı bir yola girdiğini belirttiler.
Dış görünüşü soyadı gibi renksiz olan Cordelia Gray, erken yaşta ailesini kaybetmiş çok yalnız biridir. Fakat yine de kendisine bir hayat kurmak için cesaret ve zekaya sahip bir kadındır. Tek başına oluşu, yalnızlık ve kimsesizliğiyle, yüzeyde Amerikalıların sert erkek dedektiflerine benzetilebilinir ama aslında çarpıcı farklılıkları bulunmaktadır. Kitap, güçlü bir ahlak ve adalet duygusuna sahip Cordelia’nın, kendisinden çok farklı bakış açısına sahip insanlarla karşılaşacağı bir dünyada girişeceği savaşı anlatır. Genç kadın bu mücadelesinde sık sık küçümsenir, yaptığı işin “kadınlara göre olmadığı” defalarca yüzüne vurulur. P.D. James, bir polis memuru olmadığı için kurallara ve yönetmeliklere göre hareket etmek zorunda kalmayan fakat bir polis memurunun ulaşabileceği sonuçlara varabilen bir genç bir kadın hakkında yazmanın çok hoş olduğunu belirtir.
İlk romanda Cordelia'nın geçmişini öğreniriz. Kendisini koruyucu ailelerle bırakan ve okul tatillerinde bile yanında istemeyen bir Marksist devrimci babası vardır. Fakat genç kızı liseyi bitirir bitirmez yanına çağırır, böylece kalp krizi geçirmesinden ani ölümüne kadar kendisinin aşçısı, hastabakıcısı, habercisi ve emir erliğini bedava yapacak biri olur. Eleştirmen Jane Bakerman, kitabı bir oluşum romanı (bildungsroman) olarak görür ve James'in sonucu “çarpıcı bir şekilde” değiştirdiğini söyler. Cordelia romanda uzlaşmaz, sistemi yener; onun üstesinden gelir. Adalete hizmet ettikten sonra sonunda zaferi kazanan odur ve gelecekte tekrar zafer kazanacağını düşünürüz. Ne yazık ki muzaffer ve daha olgun Cordelia, on yıl sonra çıkan ikinci roman, The Skull Beneath the Skin’de gördüğümüz gibi, kendisini kült mertebesine yerleştiren kadın okuyucularını hayal kırıklığına uğratır. Cordelia potansiyel feminist rol modelinden kayıp bir evcil hayvanın bulucusuna dönüşmüştür
1970'li yılların başlarındaki feminizmin mihenk taşı olan Cordelia, yazarını da aynı derecede üzer. Dizi haklarını satın alan şirket, başroldeki oyuncu hamile kalınca Cordelia için de benzer bir durum uygun görülür. (Burada bir parantez açıp, kendisi de aynı sektörde yıllarda çalışmış Sue Grafton’un kati bir sekilde Millhone serisinin beyaz veya gümüş perdeye uyarlanmasına karşı olmasını anlamamak mümkün değil, tıpkı Cordelia gibi Kinsey’i de hamile olarak tahayyül etmek çok güç.) Nitekim kahramanının değişimi James’in içine sinmez, Cordelia’nın sadece evli olmayan bir anneye değil, son derece aptal ve etkisiz bir dedektife dönüştürüldüğünü düşünür ve Cordelia Gray defterini sonsuza dek kapatır. Halbuki tam aksine Adam Dalgliesh dizi uyarlamalarını çok başarılı bulur, aktör Roy Marsden her ne kadar kafasındaki Dalgliesh’e fiziksel açıdan benzemiyor olsa bile karakterin ruhunu çok iyi yansıttığını düşünür.
The Skull Beneath the Skin’den dört yıl sonra James, Sue Grafton ve Sara Paretsky gibi yazarların feminist dedektiflerine daha benzer bir profesyonel kadın dedektifi yarattı. Okuyucu ilk olarak Müfettiş Kate Miskin ile A Taste for Death (1986) romanında tanıştı. Burada Dalgliesh tarafından, “siyasi ya da sosyal açıdan duyarlı olduğu düşünülen ciddi suçları araştırmak” adına kurulan yeni bir cezai soruşturma ekibinin parçası olarak yer alır. Kate bir dereceye kadar erkeklerin sahasında yalnız kalan bir kadındır, ancak Jane Marple'dan çok uzaktır ve Cordelia'dan daha kolay empati kurabilmektedir. Kate Miskin, Kinsey Millhone, V.I. Warshawski ve diğer hard-boiled dedektifler benzeri yalnızdır, fakir bir işçi ailesinden gelmiştir. Kate açıkça 90'lı yılların kadınıdır, ideal olarak ikisine de sahip olmak istese de işine sevgilisinden daha fazla bağlıdır.
Adam ve Cordelia Evlenmeli mi?
P.D. James, çok sayıda okuyucusundan, her iki detektifi Cordelia Gray ile Adam Dalgliesh’in evlenip evlenmeyeceğini soran mektuplar alınca bir açıklama yapma gerekliliğini duyar ve Murder Ink (1977) için eğlenceli bir yazı kaleme alır.
“Şurası bir gerçektir ki; polisiye roman yazarları, kitaplarının kahramanı detektiflerin aşk hayatıyla pek fazla ilgilenmezler, belki bu çok da şaşırtıcı değildir. Doğum, cinsellik ve ölüm, gerçek hayatta olduğu gibi kurmaca dünyasında da üç büyük mutlaktır. İlk ikisine üstünkörü bile olsa değinmeden, sonuncusu üzerine yazmak detektif romanı sınırları çerçevesinde bile zordur. Bir polisiyede ciddi bir şekilde aşk ve cinselliğe yer verirseniz eğer, kitap ne kadar analitik çözümlemeler içerirse içersin polisiyelikten çıkıp, sade bir “roman” olur. Dorothy L. Sayers’ın, kitabı Busman’s Honeymoon’u, “detektif kurgusuyla kesintiye uğrayan bir hikaye” olarak tanımlaması dikkat çekicidir. Sherlock Holmes, Father Brown, Poirot, Miss Marple ve Dr. Thorndyke gibi birçok karakterin müzmin bekar kalmalarının sebebi, muhtemelen detektif roman yazarlarının aşk ve cinselliği ele almakta yaşadıkları tereddüt yüzündendir. Bu durumun tam tersi ise, haşin, müstehzi ve sıkı içici hususi hafiyelerin macera dolu hayatlarında birçok kadının, tabii kendi şartlarına uyum sağlamak koşuluyla yer alıyor olmasıdır. Diğer detektifler ise mutlu bir evliliğe sahiptirler; kolaylıkla özel yaşamlarında her şeyin güllük gülistanlık olduğunu, kafalarında en ufak bir korku veya endişe taşımadan olayların peşinde büyük bir iç huzuruyla koştuklarını varsayabiliriz. Simenon'un Maigret’si, Freeling'in Inspector Van der Valk’u, H.R.F. Keating'in Inspector Ghote’u, Edmund Crispin'in Professor Gervase Fen’i ve H.C. Bailey'in Mr. Fortune’u, bu türden detektiflere en iyi örneklerdir. Geriye kalan diğerleri ise kadınlara ilgi duymalarına rağmen, onları özel yaşamlarının merkezlerinden uzakta tutmayı yeğlemişlerdir. Nero Wolfe’un, heybetli ve intizamlı konağına bir eşin yerleştiğini hayal etmek bile çok güç.
Elbette öyle polisiye romanlar var ki, aşk ilişkileri hem kahramanların kafasını karıştırır, hem de soruşturmayı zora sokar. Mesela Ngaio Marsh'ın Roderick Alleyn’i, gelecekte eşi olacak ressam Agatha Troy ile bir davası esnasında tanışır, aynı şekilde Lord Peter, sevgili Harriet’ini ilk kez, cinayet suçuyla yargılandığı sanık sandalyesinde otururken görür. Bir de ünlü karı-koca detektif ekipleri vardır: Dashiell Hammett'tan Nick ve Nora Charles, Agatha Christie'den Tuppence ve Tommy Beresford ile Frances ve Richard Lockridge'den Pamela ve Jerry North gibi. Fakat bu çiftlerde gözümüze çarpan şey, kadının ateşli bir sevgiliden çok bir silah arkadaşı rolünde olması ve aralarında tutkulu bir sevdadan öte huzurlu ve eğlenceli bir sevginin yer almasıdır. Beraberce mutlu mutlu ipuçlarını araştırırlar.
Evet, okuyucularım bana ne sormuşlardı? Adam ile Cordelia evlenecek mi? Kim söyleyebilir ki? Elbette bu enterasan evliliğin gerçekleşmemesi için birçok neden sayabiliriz. Bir evlilik danışmanının Cordelia’ya neler diyeceğini düşünebiliyor musunuz? “Hmm, bir bakalım. Karşımızda dul ve senden çok daha yaşlı biri var ve bu adam, çok sevdiği eşini doğum yaparken, bebegiyle birlikte kaybettiğinden bu yana herhangi bir kadınla beraber olmak için isteksiz davranıyor. Son derece içine kapanık, kendini işine adamış profesyonel bir detektif ve bir eş ile ailenin, kendisini işinden alıkoymasına asla izin vermeyecek biri. Bir erkek olarak çok çekici olduğunu kabul edelim, fakat senden daha olgun, daha tecrübeli ve hatta daha güzel birçok kadını da aynı şekilde cazip edecektir. Adam’ın geçmişini, işini veya şimdiki hayatını kıskanmayacağına emin misin? Ve hadi, tüm bunları geçelim, aranızda büyük bir sırrın gölgesi yattığı sürece kendini ona ne kadar adamış sayacaksın. Hani şu hayatlarınızın birbirine kısaca dokunduğu, senin o ilk vakadan bahsediyorum. Yahut, eksikliğini büyük ölçüde duyduğun bir baba figürü aramadığından emin misin?"
Argümanların ağırlığına rağmen, gayet zeki olan Adam ve Cordelia, bu durumun farkında olacaklardır. Olmasına olacaklardır da, kim sağduyuya dayalı bir evlilik yapıyor ki? Size yalnızca, şu kadarını söylebilirim, şu an Dalgliesh’i kimseyle evlendirmek gibi bir planım yok. Yine de en ince şekilde kurgulanmış karakterler bile düşünceli yazarının elinden kaçıp, kendi aşk hayatlarına yelken açmaya meyillidirler.
1977’de, bu yazı kaleme alındıktan tam otuz yıl sonra, Özel Hasta’da (Private Patient) Adam Dalgliesh, Cambridge Üniversitesi edebiyat öğretmenlerinden Emma Lavenham ile evlenir. Cordelia ise bildiğiniz gibi, yine yalnız ve kadınlara göre olmayan bir iş olan özel dedektiflikle meşgul her daim.
Kategori: Suç Edebiyatının Divaları