Bu yazı daha önce 221B Dergi Temmuz-Ağustos 2017 tarihli Sayı 10'da yayınlanmıştır.
1927 veya 1928 senesiydi, yaptıklarının dikkatlice kaydını tutan çoğu meslektaşımın aksine tarihler konusunda pek iyi değilimdir. Gerçi karımın benim haberim olmadan, uzunca bir süre gizlice biriktirdiği, davalarımla ilgili gazete kupürleri veya soruşturmalarımda kullandığım küçük not defterlerine başvurup, zamanında bizi çok uğraştırmış meşhur bir vakadan günü gününe kesin tarihi bulabilirim ama gidip o notlara bakacak cesaretim yok.
Önemli değil. Her halükarda havanın nasıl olduğunu açıkça hatırlıyorum, kış başlarında, şu renksiz gri-beyaz sıkıcı atmosphere sahip sıradan günlerden biriydi. Raporlarımızı sunduğumuz günlük toplantı kısa sürmüş, Şef her zamanki gibi Bakan’ın basın yüzünden sabırsızlandığını, elimizdeki davayı bir an önce neticelendirmemiz gerektiğini söylemişti. Üç gün önce, Saint-Denis Bulvarı’nda yeni bir yöntem izlenerek büyük bir soygun yapılmıştı. Gün ortasında, mağazaların çoğunun öğle yemeği için kapalı olduğu bir sırada, bir kamyon küçük bir mücevher dükkanının önünde durup, kapıya çok büyük bir kutu bırakmıştı. Yüzlerce insan, hiçbir şeyden kuşkulanmadan paketin önünden geçip gitmişlerdi. Öğlen yemeğinden döndüğünde paketi gören kuyumcu, kutunun ucundan tutup kaldırınca hem kutunun önünde hem de dükkanının ön kapısında büyük delikler olduğunu hayretler içerisinde fark etmişti. Elbette, değerli mücevherlerin bulunduğu raflar ve kasa yağmalanıp boşaltılmıştı.
Arkalarından büyük bir boş paket haricinde hiçbir iz bırakmayan soyguncuların kullandığı bu yeni metod yakalanmalarını zorlaştırıyordu. Civardaki ambalaj fabrikalarını soruşturmadan henüz dönmüştüm ki, Şef beni yanına çağırdı. Bu olağandışı değildi, Şef günlük toplantılarımız haricinde günde en az bir kere beni odasına çağırırdı. Nazarımda Şeflerin en hası olan Xavier Guichard’ı çocukluğumdan beri tanırdım, babamın arkadaşıydı. Hiçbir zaman beni kayırıp ayrıcalık tanımasa da gözünün hep üstümde olduğunu, uzaktan beni kolladığını hissederdim.
“İçeri gir, Maigret.” dedi.
Odanın loşluğunu gidermek için yakılan yeşil masa lambasının ışığında, koltuğundan kalkıp bana elini uzatan genç bir adam gördüm.
“Komiser Maigret, seni gazeteci Mösyö Georges Sim ile tanıştırayım.”
Genç adam gülümseyerek, “Gazeteci değil, roman yazarıyım.” diye düzeltti.
Xavier Guichard da gülümsedi ve devam etti. “ Mösyö Sim, yazacağı roman için Adli Polis’in nasıl çalıştığını incelemek, daha doğrusu buranın atmosferini hissetmek istiyor.”
24 yaşlarında gösteren, uzun saçlı ve zayıf yazara şöyle bir göz attım. Kendisinden çok emin görünüyordu.
“Etrafı gösterir misin Maigret? Endişelenme, kendisi gazete muhabiri olmadığı için herhangi bir bilginin dışarıya sızmayacağına dair söz verdi. Burada gördüğü ve işittiği şeyleri romanlarında değişirerek işleyecek.”
Daha sonra öğrendiğim üzere genç yazar, Şef’in arkeoloji tutkusunu keşfetmiş ve güvenini kazanmıştı. Ziyaretçiler alışık olmadığımız bir şey değildi ama bunlar ekseriyetle önemli kişiler olurdu.
Antropometri Bölümü’ne bakma önerimi geri çevirdi ve “Müşterilerinizin izlediği rotayı takip etmek istiyorum.” diyerek Bekleme Odası’na gitmek istedi. Bu durumda polis karakolundan başlaması gerektiğini söylediğimde, sakince orayı gece geç bir saatte ziyaret ettiğini belirtti.
Yanında ne bir defter ne de dolmakalem vardı, hiçbir not tutmuyordu. Ofisimi görmek istedi, kendine olan aşırı güveni sinirime dokunmaya başlamıştı. Masamın üzerinde ve orada burada duran yaklaşık on iki kadar pipom ilgisi çekmişti. “Görüyorum ki, siz de pipo içiyorsunuz. Çok güzel.” dedi.
Şu an hangi dava ile uğraştığımı sorunca en profesyonel halimle, kargo paketi ile yapılan soygundan bahsettim. Böylesine bir tekniğin ilk kez kullanıldığına işaret edince, yanıldığımı, sekiz yıl önce New York’ta da buna bir benzer bir soygunun gerçekleştirildiğini söyledi. Asıl ilgisini çekenin bu işin uzmanları değil de, hiç hesapta yokken, tutku suçları haricinde birini öldürmek zorunda kalan sıradan insanlar olduğunu ekledi.
Görüşmemizden hatırladığım bu kadardı. Sanırım bir ara, birkaç ay önce meşgul olduğum genç bir kız ve inci bir kolye ile alakalı soruşturmamdan bahsetmiş olmalıyım. Genç adam, yakında yine görüşmek umudunu dile getirerek ayrılırken, bense içimden, “dilerim asla!” diyordum.
Haftalar, aylar geçti. Bir kez, kışın ortasında emniyetin koridorlarinda bir aşağı bir yukarı gezinirken rastladım.
Bir sabah masamın üzerinde, gazete bayilerinde satılan ve tezgahtar kızların okuduğu türden, kalitesiz kapaklı, ucuz kağıda basılı, küçük bir kitap gördüm. İnci Kolyeli Kız, yazarı Georges Sim idi. Okumaya pek meraklı değilimdir, hele popüler romanlar hiç ilgimi çekmez. Kitabı kaldırıp bir yerlere atmış olmalıyım, hatırlamıyorum.
Bir süre sonra benzer bir roman daha masamda belirdi, sonrasında başka ciltsiz kitaplar izledi. Müfettişlerimin, özellikle Lucas’ın bana eğlenceli bakışlar attığını fark edene kadar biraz süre geçti. En nihayetinde, öğlen yemeği öncesinde bir kadeh bir şeyler içmek için Brasserie Dauphine’e doğru yola çıktığımızda binbir dereden su getirerek ağzındaki baklayı çıkardı.
Cebinden bir kitap çıkararak, “Bunu okudunuz mu?” diye sordu. Her sabah masama bu kitapları bırakanın, ekibin en genç üyesi Janvier olduğunu itiraf ederek, “Kabul edin, ana karakter birçok yönden size çok benziyor.” dedi.
Haklıydı ama ancak amatör bir karikatüristin mermer bir kahve masasına çiziktirdiği bir eskiz kadar benziyordu. Gerçekte olduğumdan daha heybetli ve sakar görünüyordum, tabiri caizse tuhaf bir hantallık yapıştırılmıştı üstüme. Neyse ki, hikaye tanınmayacak ölçüde değiştirilmişti.
Aynı akşam karım, elinde bir kitapla yanıma geldi. “Sütçü kadın verdi bunu, anlaşılan senin hakkında. Henüz okumaya zamanım olmadı.”
Ne yapabilirdim? Sim, söz verdiği gibi gazeteleri işin içine karıştırmamıştı ve kitap ciddiye alınacak bir çalışma değildi, ucuz bir baskıya önem vermek saçmalık olurdu. Evet, benim ismimi kullanmıştı ama soracak olsam, benden başka daha birçok Maigret’nin bulunduğunu söyleyebilirdi. Bir daha görüştüğümüzde, öyle soğuk davranacağım ki, bir daha ofisime adım atmayacak diye söz verdim kendime.
Yanılmıştım. Birgün Şef’in odasına uğradığımda, “Gel Maigret, ben de seni çağıracaktım. Dostumuz Sim burada.” dedi. Xavier Guichard’ın gözlerinin içi gülüyordu, benimle eğlenir gibi bir hali vardı.
Genç yazarın kafasının karışmış olabileceğini ve özür dileyeceğini sanmıştım. Durum beklediğimden çok başkaydı. Şef, “ Şimdiye kadar hep biz polislerle alay eden tiplemeler çizildi ama dostumuz Sim, bir polisi gerçeklerin ışığında yansıtan bir dizi roman yazmayı öneriyor.” dedi.
Hiçbir utanç belirtisi göstermeyen Sim, aksine her zamankinden daha emin bir şekilde piposunu içiyordu.
“Benim ismimi kullandı!”
“Umarım sizi üzmemişimdir Komiser, fakat elimden bir şey gelmezdi. Ne zaman bir karakteri adıyla tasarlasam asla bir daha değiştiremem, inanın Maigret’yi bütün olasılıklarla denedim ama o zaman da benim karakterim olmaktan çıkacaktı.”
Benim karakterim!
Şef, araya girdi. “Dostumuz artık çok satan romanlar değil yarı-edebiyat dediği kitaplar yazmayı planlıyor.”
“Ve benim yardımımı bekliyorsunuz?”
“Sizi daha daha yakından tanımak istiyorum, hem iş hem de özel hayatınızda gözlemleyebilmeyi umuyorum.”
Her sabah Sim’in, müfettişlerden birisiymiş gibi büroya gelip, ‘lütfen benim için rahatsız olmayın’ diye mırıldanarak bir köşeye oturuşu hala gözlerimin önündedir. Yine not almıyordu, arada birkaç soru soruyordu, o kadar. Bir sabah Lucas ve Janvier ile kahve içmeye çıktığımızda bizi takip etti, bir seferinde de Şef’in odasında yapılan bir toplantıya katıldı.
Bu böyle birkaç ay devam etti. Ne yazdığını sorduğumda, “Hayatımı kazanmak için sabah dörtten sekize kadar popüler romanlar yazıyorum. Yarı-edebiyat romanlarıma ise hazır olduğumda başlayacağım.” yanıtını aldım.
Bir öğle yemeğinde karımla tanıştırdıktan sonra büroya gelmeyi bıraktı. Her zaman oturduğu köşe boştu, her ayağa kalktığımda onun da doğrulduğunu, bana adım adım eşlik etmesini görmemek tuhaf bir duyguydu.
Bahara doğru, aldığı yeni tekneyi kutlamaya davet etti. Gitmedim. Bir yılı aşkın bir süre sonra Georges Simenon’dan dedektif hikayeleri şerefine düzenlenen parti için bir başka davet aldım.
Sim, Simenon olmuştu. Artık gerçek adını kullanıyordu. Gazetelerin ön sayfaları Komiser Maigret’nin polisiye edebiyatına sansasyonel bir giriş yaptığını yazıyordu. Müfettişler her yanlarından geçtiğimde gülmemek için kendilerini zor tutuyorlardı. Karım alışverişe çıktığında, gazeteleri gösterip, ‘bu sizin kocanız değil mi?’ diye sormayan dükkan sahibi yoktu.
Bu kitabı yazdığım ve Simenon’un yayıncısının daha bir pasaj bile okumadan basmayı teklif ettiğinin haberleri çıktığında, arkadaşlarımın biraz da istihza ile, “Eh, demek sıra Maigret de!” dediklerinin farkındaydım. Zaten yıllardır, raporlarımın parantezlerden ibaret olduğu şakası yapılırdı. Bu muhtemelen benim her şeyi tüm netliğiyle açıklamak gayretimden kaynaklanıyordu.
Hatıralar başlığı, meslek hayatım boyunca elimden geçen davalardan bahsedeceğimi düşünen okuyucularda korkarım hayalkırıklığı yaratacak. Fakat ben de, seneler boyunca Simenon’un Maigret’sini taklit edip etmediğim, soyadımın gerçek mi yoksa romancıdan ödünç mü aldığım sorularıyla karşılaşınca aynı şekilde hayalkırıklığına uğramışımdır.
“Neden şikayet ediyorsun? Ünlü biri oldun işte!” diyenleri duyar gibiyim.
……….
Yazarı Simenon ile karşılaşmasını alıntıladığımız Maigret’nin Hatıraları (Les Mémoires de Maigret), 1950 yılında yayınlandı. Simenon'un, Maigret metninde bir karaktere dönüştüğü, bir süre sonra karakterle yazarın rol değiştirdiği, kimin kurgu, kimin gerçek olduğunun belirsizleştiği kitaba otobiyografi demek zor. Komiser büyük ölçüde yaratıcısıyla olan ilişkisini göz önüne sererken, taşrada geçen çocukluğu, gençliğinde doktor olmak istemesine rağmen sonraları polis olmayı seçmesi, karısı Louise ile tanışması, babasının ilgisizliği gibi hayatının çok özel anlarını da okuyucularla paylaşır. Son bölümlerde ise on beş yıldır görev yaptığı Paris’in suç dünyası hakkında gözlem ve anılarını sunar.
Maigret serisinin 35.si olan bu keyifli kitapta, komiserin niyeti bütün gerçekleri ortaya çıkarmak ve hakkında yazılan hataları düzeltmektir. Kendisi yanlış tanıttığını düşündüğü yazarını, polis soruşturmalarını aşırı basitleştirdiği konusunda eleştirir. Simenon bunu gerekli olduğunu zira sıkıcı bürokratik işlemlerin kimsenin ilgisini çekmeyeceğini savunur.
Esasen çok da anlaşıyora benzemeyen Komiser Maigret ile Simenon’un yıllar boyu kopmamalarını sağlayan Madam Maigret’den başkası değildir. Huzurlu bir evliliği olan Komiser Maigret eşine son derece bağlıyken Simenon’un kadınlar konusundaki ünü aşikardır. Fakat Madam Maigret, kurgu ve gerçek, her ikisinin de gönlünü Fransız Mutfağı’ndan yaptığı muhteşem yemeklerle kazanmıştır. Öyle ki sonraları, ünlü bir yemek yazarının kaleme aldığı, Madam Maigret’nin Tarifleri (Madame Maigret's Recipes, 1975) adlı bir yemek kitabı çıkarılır.
Maigret çoğu zaman yazarından veya onu canlandıran aktörlerden yakınsa da komiserin en büyük şikayeti hiçbir zaman takmadığı bir melon şapka ve aslında hep dolabında askıda duran, kadife yakalı bir pardösü giydirilip dolaştırılmasıdır.
Ne ilginçtir ki karakterin yazarından hoşnutsuz olduğu kadar, Simenon da Maigret’den pek hazzetmez. Tıpkı Arthur Conan Doyle ve Agatha Christie gibi esas karakterinden kurtulmaya, onu yok etmeye çalışır. Fakat okuyucu buna asla izin vermeyecektir.
Kategori: Makaleler