menu

SAS Surinam Macerası'ndan Otuz Yıl Sonra

Yazan: Tülay Güneş Kılıç
Yayın Tarihi: April 04, 2020 18:54

Bu yazı daha önce 221B Dergi Temmuz-Ağustos 2016 tarihli Sayı 4'de yayınlanmıştır.

 

Şu dünyada en gözüpek ve çalışkanlarından biri olmasına rağmen Altesleri Prens Malko Linge’den başka kadri bilinmeyip, Hollywood tarafından görmezden gelinmiş bir casus daha bulmak çok zordur. Entelektüellerin küçümsemelerine karşın bir taraftan da gizlice okumaktan kendini alamadıkları SAS casus romanlarının yazarı, sağ görüşlü, Fransız gazeteci Gérard de Villiers, yarattığı kahramandan çok da farklı olmayan biriydi. Bond maceralarının Ian Fleming'in ölmesiyle birlikte sona ermesi üzerine yeni bir kurgu casus yaratmaya karar veren de Villiers, Simenon’dan geri kalmayacak derecede, aynı üretkenlikle birbiri ardına, yılda 4-5 kitap yazar. Kitaplarda bar ve sokak isimlerinden tutun, olayların akışına kadar son derece gerçekçi detaylı bilgiler verilmesi çoğu okurun kafasında kitapların gölge yazarlar tarafından yazılmış olabileceği kuşkusunu yaratır. Fakat Gérard de Villiers kahramanını bir ülkeye göndermeden önce kendisi gidip 2 hafta kadar kalır ve kitabı için gözlemlerde bulunurdu. Gazetecilikten gelen alışkanlıkla birçok bilgiye ulaşmak onun için zor değildi ve elbette araştırmalarında, sıkı ilişkileri olduğu Fransız ve CIA başta olmak üzere çeşitli haberalma örgütlerinin yardımlarına başvurmaktan kaçınmamıştı. Fransa'nın gerçekleştirdiği operasyonlar üzerine yazmamayı ilke edinen yazar, bir seferinde kendisine bilgi sağlayan bir CIA ajanının ismini değiştirmeyi unuttuğu için Fransız Gizli Servisi, Amerikalılardan özür dilemek zorunda kalır. Kendisiyle paylaşılan gizli bilgiler hayretler uyandırıcıdır, öyle ki Mısır Başkan'ı Enver Sedat ve Lübnan Eski Başbakan'ı Refik Hariri suikastlerini, Libya ABD elçisinin öldürülmesini, sonradan doğruluğu anlaşılacak ayrıntılı bilgiler vererek gerçekleşmelerinden çok önce yazmıştır.

Gérard de Villiers 2013 yılında hayatını kaybettiğinde geriye yüz milyondan fazla satan 200'e yakın SAS macerası bırakır. Kitaplarının kahramanı Avusturyalı Prens Malko, harabe şatosunu tamir ettirmek gibi zaruri bir ihtiyaçdan mütevellit part-time CIA ajanlığı yapan parasız bir asilzadedir. Kökleri ortaçağa dek uzanan on yedi kuşak sülalesinden kendisine, “Yüce Roma-Germen İmparatorluğu Prensi” ve “Soylu Sérénissime Altesleri” gibi bir ağız dolusu ünvandan başka bir şey kalmamıştır. Nitekim operasyonlarında kod adı olarak, Son Altesse Serenissime ünvanının kısaltması SAS'ı kullanır. İlginç bir yüzü olan Malko’ya, özenle taranmış saçları ve dudaklarının kenarında yer alan çizgiler kendini beğenmiş bir hava verir. Özellikle iki altın damlası seklindeki gözleri olağanüstüdür, yırtıcı kuşlarınkini andırır koyu sarı renkli gözleri kimi zaman yeşile döner ki bu kötüye işarettir. Eşsiz belleği nedeniyle CIA’de kendisini “IBM” diye çağırdıkları da olur. 25 (evet, yanlış okumadınız yirmi beş) dil bilen Malko, iki kez okuduğu kitabı ezbere tekrarlayabilir ya da on yıl önce yirmi saniye gördüğü birini bir anda tanıyabilir.

Prens Malko bir çeyrek yüzyıla yakın zamandır istihbarat ajanı olarak çalışmasına rağmen, bulaştığı olayların hiçbiri ilgisini derinlemesine çekmemiştir. Delicesine tutkun olduğu tek şey şatosudur. Yirmi küsur yıldır kazandığı tüm parayı bu taş yığını yutmaktadır. Malko, her ne kadar şatosunun tamiri için yığınla paraya ihtiyaç duysa da, boyunduruk altına girmekten kaçınan, bağımsızlığına düşkün biridir; bu yüzdendir ki kadrolu değil serbest ajan olarak çalışmayı tercih etmektedir. Dünyanın herhangi bir köşesinde, ne vakit en ufak bir komünizm tehlikesi belirse, prensimiz CIA tarafından göreve çağrılır. Her daim emre âmade Malko, küçük el çantasını kapar, siz deyin Barranquilla, ben diyeyim Kamçatka, gezer durur. Kötü adamların icabına bakarken, çevresini saran genç ve güzel kadınları da ihmal etmez.

Üstün-insan Malko dünyayı kurtarma misyonuna ilk kez Türkiye'ye gelerek başlamış, İstanbul, İzmir dolaşıp gizlice Boğaz’dan geçmeye çalışan Rus denizaltılarını bertaraf edip, asayişi berkemal eylemiştir. Ve bu işten paranın yanında Elko Krizantem gibi değerli bir yardımcı da kazanmıştır. Anadolu’da doğup büyüyüp, daha sonra İstanbul’a yerleşen Elko Krizantem karanlık işler söz konusu oldu mu, akla ilk gelen kişidir. Her tarakta bezi olup, şeytana pabucunu ters giydiren Elko, böylesine bir yetenekle başka ülkede olsa krallar gibi yaşayacak olmasına rağmen Türkiye’de ancak karnını doyurabiliyordur.

Soylu Sérénissime Altesleri Prens Malko’nun memleketimizde ne büyük işler başardığını öğrenip, takdir etmek istiyorsanız S.A.S. İstanbul’da (Tay Yayınları, 1983) adlı macerayı okumalısınız. Yazımızın konusunu teşkil eden SAS serüveni ise uzaklarda, bir Latin Amerika ülkesi olan Surinam’da geçiyor. Çoğu insan kendi halinde bir ülke olan Surinam’ın adını seksenlerde Portakallar’ın efsanevi kadrosunda bulunan Gullit, Rijkaard gibi futbolcular sayesinde duymuştur. İngiltere ve Hollanda, 1667’de yaptıkları bir anlaşma gereğince, Karayiplerde bulunan Surinam ile şimdinin New York’u, eskinin Nieuw Amsterdam’ını takas ederler. Hollanda Guyanası olarak bilinen Surinam’da kölelik dereceli olarak 1863’te kaldırılmaya başlanmasına karşın, ülke ancak 1975 yılında tam bağımsızlığına kavuşur. Altın, boksit gibi birçok değerli maden ve muz, kahve, kakao benzeri ürünlere sahip ülke kendi kaynaklarını kullanmaktan yoksundur, ancak yenilerde ABD ve Hollanda şirketlerinin tekelinden kurtulmaya başlanmıştır. Surinam topraklarının asıl halkı Kızılderililer azınlıkta olup, genellikle Amazon içlerindeki orman köylerinde yaşarlar. Zamanında Afrika’dan kaçırılıp köleleştirilen siyahlar, köleliğin kaldırılmasıyla birlikte bulundukları plantasyonlardan ayrılırlar. Bedava işgücünden olan Hollandalı çiftçilerin isteği ile Endonezya ve yine İngilizlerle yapılan bir centilmenlik anlaşması sayesinde Hindistan’dan ucuz işçiler getirilir. Zamanla Çinliler de bu kozmopolit ülkeye katılır. Çok küçük bir ülke olan Surinam adeta Birleşmiş Milletler’in bir kopyasıdır; her türden din, dil ve ırktan olan vatandaşlar, kendi kültürlerini korumakla beraber hiçbir etnik çatışma olmadan barış içinde yaşarlar, örneğin bir sinagog ve cami yanyanadırlar.

Fakat Surinam her zaman böyle huzur içinde değildi, 1980’de tam bağımsızlığını kazanmasının üzerinden henüz beş yıl geçmemiştir ki, sendika kurmalarına izin çıkmaması üzerine ayaklanan on altı çavuşun önderliğinde ordu bir darbe gerçekleştirir ve yönetimi ele geçirir. Ordunun başında bulunan Çavuş Dési Bouterse, resmi dil Dutchça yerine sokak dili olarak bilinen Taki Taki (Sranan Tongo) konuşan halkın içinden biridir. Evsizlere barınma olanaklarını yaratan, ülkede ekonomik açıdan bir denge yaratmayı, halkların eşitliğini hedefleyen Bouterse’nın adı, 1982 yılında “Aralık Cinayetleri” olarak bilinen olaya karışır. Askerlerin yönetimine karşı olan ülkenin ileri gelenlerinden, büyük çoğunluğu sivil on beş kişi, bir gece evlerinden apar topar alınıp Fort Zeelandia Kalesi’ne götürülür ve kurşuna dizilir. Tüm dünya ayağa kalkar. Ülke çalkantılı bir on yıl geçirir; her ne kadar yönetimde demokrat hükümetler görülse de ipler de facto diktatör olarak adlandırılan Bouterse’nın elindedir.

Creative Commons Dési Bouterse Zeelandia Kalesi’nde, 17 Mart 1982
ANP - ANP Foundation CC BY 2.0

Yazımızın konusu, SAS Surinam Macerası (Tay Yayınları, 1984) işte tam bu dönemde geçer. CIA ile işbirliği içinde olan Hollanda Gizli Servisi, Soylu Sérénissime Altesleri’nin ocağına düşmüştür:

Viyana’daki CIA şefi Frederick LeRoy ellerini birbirine sürttükten sonra Malko’ya:
— Surinam’dan söz edildiğini hiç duydunuz mu? diye sordu.
— Eski Hollanda Guyanası değil mi? Bir hükümet darbesinden sonra, ülke şimdi Kübalıların hakimiyeti altına sokulmak isteniyor. Bunları gazetelerden öğrendim.
— Çok doğru, dedi albay. 1980’de gerçekleştirilen hükümet darbesine ordudan on altı başçavuş katıldı. Sonra, Desi Bouterse adında biri devrim hareketinin başına geçti. Adam Kübalıların dümen suyunda.
— Hiçbir şey yapamadınız mı? diye sordu Malko.
Hollandalı gözlerini tavana kaldırarak:
— Batıda İngiliz Guyanası var, dedi. Onlar tam solcu. Doğuda ise, Fransız Guyanası yer alıyor. Fransızlar da bu işe karışmak istemiyorlar. Brezilya ve Venezuela çok uzakta kalıyor. Bu durumda Surinamlıların ülkelerini terketmekten başka çareleri olmadığını siz de tahmin edersiniz. Neredeyse ülkenin üçte biri buraya sığındı.
— Yani, ne kadar?
— Yaklaşık yüz yirmi bin kişi.
Frederick LeRoy söze karıştı.
— Albay Vries size hâlâ bir umut ışığı olduğunu söylemeyi unuttu, dedi. Devrime karşı çıkan adamlardan biri henüz Surinam’da bulunuyor: Başçavuş Julius Harb. İlk hükümet darbesinde Desi Bouterse’in ortağıydı.

Fakat Julius Harb tam ülkeden kaçmak üzereyken sevgilisinin evinde yakalanır. Çinli kız arkadaşı askerler tarafından vahşice öldürülürken kendisi de tutuklanıp, Memre Boeke’ye götürülür.

Memre Boekoe, Desi Bouterse ile Julius Harb’ın ortaklaşa yönettiği 1980 İhtilali’nin başlatıldığı kışlaydı.
Sonraları iki adam anlaşmazlığa düşmüşlerdi. Desi Bouterse devrim hareketine marksist bir yön vermek istemişti. Son büyük münakaşaları geçen aralıkta, ayın 8’inde olmuştu. O gece Desi Bouterse’in partizanları kendilerine başkaldıranların tümünü, sendikacıları, avukatları, gazetecileri tutuklamışlar ve öldürmüşlerdi. Surinam’ın seçkin insanları bir bir yok edilmişti.
Julius Harb uzun süre Desi Bouterse’e karşı çıkmış, bunun üzerine Desi Bouterse de eski dostunu yok etmek için elinden geleni ardına koymamıştı. Bu konuda ona yardım edenler Kübalı dostlarıydı. Kübalılar, Julius Harb’ın Surinam Ordusu ve halkı arasında itibarı olduğunu biliyorlardı. Bu nedenle Kübalılar için tek tehlikeli kişi Julius Harb idi. Rejime karşı çıkan diğerleri gibi Hollanda’ya kaçmadan önce onu yakalamaları gerekiyordu ve yakalamışlardı da.

Malko’dan istenen yalnızca, on gün sonra devrim mahkemesi tarafından yargılanıp ve aynı gece kurşuna dizileceği Fort Zeelandia’ya transfer edilecek olan Julius Harb’ı kurtarması değil aynı zamanda Merkez Bankası altınlarını da kaçırmasıdır. Üstelik tüm bunları ücretsiz yapması rica edilmiştir, prensimiz hiç düşünmeden kabul eder. Öyle ya, komünizm tehlikesi varken para kimin aklına gelir, eh belki daha sonra…

Böylece Malko, pirinç tüccarı kisvesinde daha önce hiç adımını atmadığı ve kimseyi tanımadığı Surinam’ın başkenti Paramaribo’ya varır. Kısaca Par’bo denilen şehir, tropikal iklimin tüm özelliklerini taşır, insanlar ise gayet sıcakkanlıdır. Gece yarısı başlayan sokağa çıkma yasağına rağmen hemen her akşam bol bol partiler verilir, içki su gibi akar. Malko şehrin en lüks oteli Torarica’da oda tutar ve hemen kontakt kuracağı kişiyi arar. Bu kişi Başkanlık sekreteri, güzeller güzeli melez Christina’dır. Genç kadın gününü gün etmesine rağmen darbe rejiminden nefret ediyordur, tek dileği Hollanda’ya yerleşmektedir. Melez Christina, prensimizin bu macera boyunca karşısına çıkacak olan tek kadın değildir elbette. Tehlikeli bir dişiye benzeyen Rachel ve Hollandalı Greta ile de yolları kesişecektir. Aslında SAS okuyucularının da çok iyi bildiği gibi dünyanın çeşitli ülkelerinde macera yaşayan Malko’nun çevresinde dönüp duran kadınların bini bir paradır ve hiçbiri de kınalı yapıncak değildir. Çoğu şuh, ne istediğini bilen, güven dolu ve bağımsız olan bu kadınların hangisi veya hangilerinin kitabın sonunda hakkın rahmetine kavuşacağını tahmin etmek, illaki muamma diyen iflah olmaz polisiye okurları için şüphesiz bir teselli kaynağıdır.

Gerekli kişilerin ismi verilen Malko kendisine yardımcı olacak adamları toparlamaya başlar. En büyük yardımcısı, her biri 12.5 kilo gelen dört altın külçesi vaat ettiği bir Hollandalıdır. Gözünü para hırsı bürümüş, yılan çiftliği sahibi Herbert Van Mook’un derdi, Harb’ı kurşuna dizilmekten kurtarmak değil, tüm altınları ele geçirmektir. Bu amaçla gizliden iş çevirmeye kalkar. İhanetler ve cinayetler birbirini izler, olaylar gelişir. Zırhlı arabadan kaçırılan Julius Harb ayağına kurşun yarası alırken, Malko’yu yılan sokar, kolu davul gibi şişer. Türlü türlü zorluklara rağmen operasyon başarıyla sonuçlanır, görev tamamlanmış, Surinam altınları ve özgürlük savaşçılarının lideri kurtarılmıştır.

Creative Commons Ronnie Brunswijk ve Jungle Komandoları, 19 Aralık 1986
ANP - Cor Speksnijder CC BY 2.0

Kitapta özgürlük savaşçısı olarak anılan Julius Harb karakteri için büyük ölçüde esinlenen Ronnie Brunswijk, Maroon (iç bölgelerde yaşayan yerli halk) kökenli bir askerdir. Darbe hükümeti sırasında Bouterse’nın çeşnibaşılığı ve korumalığını yapan Brunswijk, birkaç yıl içerisinde diktatörün en büyük düşmanı olur. Zenginden alıp, fakire verdiğini söyleyen “Robin Hood” Brunswijk, amaçlardan birinin de kokain ticareti kontrolünün ele geçirmek olduğu yıllarca sürecek bir gerilla savaşı başlatır. Buna karşın hükümet askerleri yoğun bir baskı rejimi uygular, köyler havadan bombalanır, su boru hatları ile elektrik bağlantıları kesilir, okullar ve klinikler imha edilir. İç savaş sırasında yaşanan en büyük kıyımlardan biri, Moiwana Katliamı olarak bilinen Brunswijk'i yakalama bahanesiyle köyüne saldırarak evleri ateşe verip, içlerinde hamile kadınlar ve çocukların da bulunduğu sivillerin öldürülmesidir. Bu dönemde birçok Maroon ormanlardan geçerek, Fransız Guyana’sına sığınır. Üç yıl sonra, 1989’da ateşkes imzalansa da iç savaşın etkileri birkaç yıl daha devam eder.

Surinam’ın yeni Devlet Başkanı Desire “Desi” Delano Bouterse (sağ) ve Ronnie Brunswijk (sol) 12 Ağustos 2010 tarihinde
Paramaribo’da düzenlenen Başkanlık yemin töreninde.
Copyright © 2016 – http://www.ertugrulkilic.com

Aradan yirmi beş yıl geçer ve işler boyut değiştirir. Bir süre Hollanda'da yaşayıp sonra ülkesine dönen Brunswijk siyasi parti kurar. Hakkında Aralık Cinayetleri başta olmak üzere birçok dava bulunan Bouterse, arttık hükümetin içinde yer almamasına rağmen siyasetten hiç vazgeçmemiştir. Uzun süren muhalefetten sonra 25 mayıs 2010 seçimlerinden birinci parti lideri olarak çıkan Bouterse, hükümeti kurmak için yeterli sandalyeye sahip değildir. Bunun üzerine her ikisi hakkında da, Hollanda tarafından uyuşturucu kaçakçılığı ve diğer suçlamalar ile tutuklama kararı bulunan iki parti lideri, ittifak yolunu seçip bir koalisyon hükümet oluştururlar. Brunswijk “Büyük büyük dedelerim köle tacirleri ile barış yaptılarsa, ben de Bouterse ile konuşabilirim.” açıklamasında bulunur ve böylece Dési Bouterse seksenli yıllarda, kukla başkanlar ile perde arkasından yönettiği ülkenin ilk kez resmi Devlet Başkanı olur. Beş yıl sonra yapılan seçimde Boueterse’nın partisi tekrar çoğunluğu sağlar, ama bu defa koalisyonda Brunswijk yoktur. Eski dost/düşmanların arası yine limonidir. Fakat Bouterse hükümetinin bu sefer işi çok zordur, yanlış politikalar ve inanılmaz boyutlardaki yolsuzluklar neticesinde Merkez Bankası rezervlerinin tükenmesi ve Amerikan dolarının birkaç ay içerisinde iki katından fazla değerlenmesi ile kötüleşen ekonomi yüzünden ülke tarihinde ilk kez IMF'den yardım alınır.

Kimbilir belki de, Bouterse yönetiminden pek hoşnut olduğu söylenemeyecek Hollanda ve ABD, Malko’ya bir kez daha başvurmaktansa en büyük silah olan parayı öne sürmüşlerdir. Ne de olsa Altesleri Prens artık yetmişli yaşlarında olmalı, öte yandan Dünyayı Kurtaran Adam’lardan da kaç kişi kaldı ki?

Kategori: Makaleler

Yorum yaz
mode_edit