Bu yazı daha önce 221B Dergi Kasım-Aralık 2019 tarihli Sayı 23'de yayınlanmıştır.
Agatha Christie'den çok önce, okyanusun karşı tarafı Amerika’da, Mary Roberts Rinehart adlı bir polisiye kraliçesi yaşadı. “Katil Uşak” kalıbını ilk kez o kullanmış, “Ah, Şimdiki Aklım Olsaydı” adlı başlı başına yeni bir edebi akımı literatüre sokmuş, Bob Kane’nin “Batman”ine ilham olan yarattığı kurgu karakterden milyonlarca dolar kazanmış, ilk kadın savaş muhabiri olarak Birinci Dünya Savaşı esnasında cephenin ön saflarına kadar sızmayı başarmış, siz deyin Churchill ben diyeyim Kraliçe Mary’e kadar herkesle görüşmüş, bir magazinde belki de ilk kez meme kanseri olduğunu açıklayan biri olmaktan çekinmemiş, Vahşi Batı’ya yaptığı at sırtındaki yolculuk sonrası Kızılderililerin en ateşli savunucusu olmuş, aşçıbaşısı tarafından öldürülmekten kılpayı kurtulmuş, kısa bir süre sonra da büyük bir yangında muazzam evini kaybetmiş üç çocuk annesi bu kadının hayatı adeta, “Gerçek kurgudan daha ilginçtir.” iddiasını kanıtlar.
Mary Roberts Rinehart, 12 Ağustos 1876’da Pennsylvania'nın Allegheny şehrinde doğdu. Ailesi, Tom ve Cornelia hala babaannesinin evinde beş aile üyesiyle birlikte yaşıyorlardı. Kız kardeşi Olive doğduktan kısa bir süre sonra, caddenin aşağısında kendi evlerine taşındılar. Benim Hikayem (My Story, 1931) isimli otobiyografisine göre babası büyük hayallerin adamıydı ama onları gerçekleştirmekte zorlanıyordu. Geçim sıkıntıları her daim mevcuttu. Mary, bir genç kız olup hemşirelik okuluna gitmek için evden ayrıldığında babasının intihar haberini aldığında pek şaşırmaz. Halbuki Tom Roberts, icat ettiği ve bugün bile halen kullanılan, dikiş makinaları için geliştirdiği teknolojiye önerilen on bin doları az bulup burun kıvırmasaydı ve zamanla da patent haklarını kaybetmeseydi, ileride gelecek milyonlar ile hiçbir ekonomik zorluk yaşamayacaklardı.
Mary Roberts küçüklüğünden beri çok iyi bir okuyucuydu ve özellikle hikayelere düşkündü. Lisedeyken, yerel gazetelerde yayınlanan kısa öyküler yazdı, ancak mezun olduktan sonra yazmaya devam etmek yerine, hemşire olmaya karar verdi. O sıralar amcası John Roberts, duvarkağıdı işinden büyük paralar kazandığı için şanslıydı. John’un maddi yardımıyla Pittsburg Homeopatik Tıp ve Cerrahi Hastanesi'ne gitti. Burada genç bir doktor olan Stanley Marshall Rinehart ile tanıştı ve Mary’nin eğitiminin sonunda, 1896’da evlendiler.
Mary'nin üç oğlu oldu, ancak hamilelikler sırasında ve sonrasında yaşadığı sağlık sorunlarıyla uzun zaman mücadele etti. En küçük oğlunun doğumunu izleyen ciddi jinekolojik sorunlar yıllarca tedavi ve ameliyatlara yol açtı. Bu sırada yazdığı şiirler gazetelerde yayınlandı ve karşılığında iyi ücretler kazandı. Bir hobi olarak başlayan yazarlık kariyeri, 1904 yılındaki kocası Stanley’in borsada bütün paralarını kaybetmesiyle ailenin başlıca geçim kaynağı haline geldi. Kısa öykülerin yanında daha uzun soluklu tefrikalara yöneldi, Rineharts’ın en çok bilinen polisiye romanı olan Ölüm Merdiveni (The Circular Staircase, 1908) ilk önce tefrika halinde yayınlandı.
Mary Roberts Rinehart, Ölüm Merdiveni ile birlikte, Anna K. Green’den etkilenerek iki tane polisiye roman yazar. Ama öylesine yazdığı bu kitapları bir çekmeceye tıkar ve unutur. Bir gün amcası John ziyaretine gelir, bir şeyler okumak ister. Mary, çekmeceden çıkardığı taslağı amcasının eline tutuşturur. Rahat bir koltuğa turup, okumaya başlayan John Amca, bir süre sonra ne öğle yemeğine iner, ne de kriket maçına. Akşama doğru Mary’nin yanına gider, ve “Hiç fena değil, bundan daha kötülerini de okudum. Neden bir yayınevine göndermiyorsun?” der. Pek de umutlu olmayan Mary, kitaplığından bir Anna K. romanı çeker ve içindeki yayıncının adı ile adresini alır. Kısa bir süre sonra ise yayıncı bizzat Mary’lerin evine gelir, o gece misafir olarak kaldığı Rinehart’ların evinde piyano çalıp şarkılar söyleyerek, dondurma yiyerek güle oynaya genç yazarın üç romanının telif haklarını birden satın alır.
Bob-Merril Yayınevi akıllıca bir taktikle, 1908 yılında daha popüler olacağını öngördüğü Ölüm Merdiveni’ni önce yayınlar. Ertesi yıl, Bobbs-Merrill diğer iki seri romanı da basar ve dördüncü sıradan The Man in Lower Ten yılın en çok satanlar listesine giren ilk polisiye roman olur.
Mary’nin yeteneği ve çalışma ahlakı, Rinehart ailesi için finansal kaygının sonu anlamına gelmeliydi, ancak Mary parayı kazandığından daha hızlı bir şekilde harcayabiliyordu. Çok pahalı restorasyon çalışmaları gerektiren büyük eski evlerden hoşlanıyordu. Neyse ki Mary Roberts Rinehart gayet üretkendi, romanlarının yanı sıra kısa hikayeler, tiyatro oyunları ve çizgi roman serileri de yazdı.
Macera duygusu sınırsız olan Rinehart'ın Saturday Evening Post ile uzun süredir devam eden bir bağlantısı vardı. Birinci Dünya Savaşı’nın Avrupa’da patlak vermesinden hemen sonra Post’a, savaş görüşmeleri yapmasına izin verecek tanıtım mektuplarını vermesi için ısrar eder. Avrupa'ya gider ve hemen ön cephelere gitmesine izin verecek bağlantılar peşinde koşmaya başlar. Hiç yapmamış olsa da hemşirelik eğitimi sayesinde Kızıl Haç ile irtibat kurar ve birkaç bombardımana şahit olacağı ön hat hastanelerini ziyaret eder. Amerika'ya gelmeden önce, sürgündeki Belçika Kralı Albert’ın yanında Winston Churchill ve İngiltere Kraliçesi Mary ile de röportaj yapmayı başarır.
Savaşı anlattığı yazılar Saturday Evening Post’un en çok okunan bölümleri olur, böylelikle Rinehart ilk kadın savaş muhabiri payesini kazanır. Avrupa seyahatini Wyoming'deki bir arkadaşının çiftliğinde kalmak için at sırtında yaptığı batıya doğru bir yolculuk takip eder. Rinehart, Kara Ayak Kabilesi ile derin bir dostluk geliştirir ve Kızılderili meselelerinin savunucusu olur.
Mary Roberts Rinehart, hayatının son yıllarına kadar yazmaya devam eder. Asıl ismi Hilda Adams olmasına rağmen polis tarafından Miss Pinkerton diye çağrılan hınzır bir hemşire ile Tish adlı senelerce devam eden bir çizgi roman karakterinin maceraları en popüler eserlerindendir. Çalışmalarının birçoğu sessiz de olmak üzere filme uyarlanır. Muhtemelen en ünlüsü, 1926'da sessiz bir film olarak yayınlanan The Bat, 1930’da The Bat Whispers olarak yeniden düzenlenir. Televizyon popüler bir ortam haline geldiğinde, hem Ölüm Merdiveni hem de After Hours, 1950'lerin sonunda televizyon dizisi olarak gösterilir.
Nereden Bilecektim Akımı
Amerika Birleşik Devletleri'nde, Arthur Conan Doyle'un 1892'de Sherlock Holmes'un Maceraları ile 1931'de Ellery Queen'in Dutch Shoe Mystery adlı polisiyeleri arasında yalnızca bir dedektif romanı satışta en üst sırada yer alır: Ölüm Merdiveni.
Rinehart, Ölüm Merdiveni ile polisiye edebiyatında yeni bir alt-tür de yaratmış olur. Nereden bilecektim (had-I-but-known) olarak adlandırılabilecek olan bu akım günümüzde, birkaç iflah olmaz romantik yazarlar haricinde tümden unutulmuştur. Özellikle S.S. van Dine’nın kurguladığı, züppe dedektif Philo Vance nefretiyle tanınan zamanın ünlü hiciv ustası ve şairi Ogden Nash, “Tahmin Etme, Bırak Ben Sana Söyleyeyim” adını verdiği şiirinde, eğer herkes bildiğini anında söyleseydi, kimse yanlış anlaşılmaktan korkmasaydı, her şeyin ne kadar farklı olacağını hicveder.
“Ah, o karanlık koridorda ne olduğunu bilseydim
asla oraya gitmezdim
duyduklarımı kendime saklamayıp da komisere söyleseydim
en az üç hayat kurtarmış olabilirdim,
ah eğer bilebilseydim…”
minvalinde komik bir şiir yazar.Fakat öte yandan insanlar bildiklerini anında söyleselerdi katil hemen ortaya çıkarılır, yeni cinayetler işlenmez, dolasıyla polisiye eserlerin çoğu da olmazdı.
Mary Roberts Rinehart’ın en iyi romanı olarak kabul edilen Ölüm Merdiveni şöyle başlıyor:
“Bu hikâye orta yaşlı bir kızın, yazın şehir dışında kiraladığı evde başına gelenleri anlatıyor. Alışmış olduğu şehir hayatını terketti ve mobilyalı bir yazlık ev kiraladı, orada başından geçen esrarlı olaylar mahallî polis memurlarını bir hayli uğraştırdığı gibi gazetelerimizin de kapış kapış satılmasını temin etti.
(..) Sunnyside'da geçirdiğim son yaz aylarca çılgınlıklar içinde bocaladım. Şimdi aradan aylar geçti, geçmiş günleri hatırlayıp, başıma gelenleri düşününce hâlâ nasıl yaşadığıma şaşıyorum. Son tatilde geçirmiş olduğum korku, ıstırap ve gözyaşı dolu günleri bu kitapta anlattım.”
Pek çok sıradan okuyucuya ve daha önce hiç okumamış olanlara göre, kitap genellikle kadın yazarlar tarafından yazılan ve kadın okurları için görünüşte tasarlanan bir yazma okulunun baskın örneği olarak gözükür. “Nereden Bilecektim? Ah, Şimdiki Kafam Olsaydı” diye özetlenebilecek türü etiketleyen pek çok ürününden biri denilebilir.
Evet, o yaz başından müthiş olaylar geçecek olan Rachel mali açıdan rahat, pek fiziksel çekiciliği bulunmamakla beraber zeki ve muzip bir kadındır. Hiç evlenmeyen yaşlı kız, ölen kardeşinin küçük çocuklarını himayesi altına almıştır ve bundan asla pişmanlık duymamıştır. Aynı şekilde yeğenleri Gertrude ve Halsey de halaları Rachel’a düşkündürler. Innes ailesi New York’un bunaltıcı sıcaklığından kaçmak için şehir dışında kocaman bir malikane kiralarlar, burası çok zengin bir bankere aittir.
Kısa bir sürede Sunnyside, güneşli yer olmakta çıkarak karanlık, her köşesi korkutucu olaylara gebe bir yere dönüşür. Bu muazzam evin en önemli özelliği ise spiral biçimindeki merdivenleridir.
Holde, üst kata doğru kıvrılan bir yuvarlak, yani helezoni merdiven vardı. Merdiven çok dardı. İlk geldiğimiz gün Halsey bu merdiveni göstererek:
“Bak Rachel teyze,” demişti. “Mimar, bu merdiveni bilhassa Armstrong'ların oğlu için buraya koymuş. Arkadaşları ile kumar oynayıp geç kaldığı geceler bu merdivenden kimseyi rahatsız etmeden odasına çıkıyormuş.”
Gerçi Armstrong’ların oğlunun kimseyi rahatsız etmemesi için merdivenlerin neden illa bu şekilde olması gerektiğini pek anlaşılmasa da, eve enteresan bir hava kattığını kabul etmek gerekir. Detektif romanları yazarı ve edebiyat eleştirmeni H.R.F. Keating’e göre ise bu helezonik şeklin manası büyüktür; tıpkı merdiven basamaklarının kıvrılarak yukarı doğru uzanması gibi Rachel de çok katmanlı gerçeğe yavaş yavaş ulaşacaktır.
Sessiz, sakin bir tatil arayışı içerisinde olan Rachel beklentilerinin tam aksiyle karşılaşacaktır. Mantıklı ve alaycı bir tabiata sahip olmasından ötürü yerinde durup, kurtarılmayı bekleyemez. Zaten bir süre sonra da, iş başa düştü mantığıyla olayların çözümü peşinde koşup, detektiflere yardımcı olur. Bu duruma Miss Marplevari klasik amatör yaşlı kız sendromu diyemeyiz çünkü öncesinde yalnızca Anna K.’nın Amelia Butterworth’u vardı.
"Sunnyside'da işlenen seri halindeki cinayetler insanların içinde gizli kalmış olan hislerin neler olduğunu bana öğretti. Atalarımızın koyun postlarına sarınıp av peşinde koşarken duydukları heyecanın ne olduğunu anladım. Ben de onlar gibi avlanmak arzusu içinde kıvrandım. Ben bekâr ve yaşlı bir kızım, onun için başımdan geçen ve sizin okuyacağınız maceraları yaşamak hayatım boyunca bir daha bana nasip olmaz artık."
Ölüm Merdiveni, gotik edebiyatın izinden giden romantik-süspans kurgusunun tüm özelliklerini taşır: Karanlık ve ıssız bir yere hapsolmuş tehlike içinde kadınlar, aniden sönen lambalar, tam o sırada camlı kapıdan içeriye bakan soluk bir yüz, merdiven dibinde beliren cesedin hemen arkasından gelen diğer ölümler, gece yarıları duyulan tuhaf gürültüler, gıcırtılar, tabanca sesleri, ne ararsanız kitapta bulunuyor. Karakterlerde pek derinlik aramayın, Julian Symons’un dediği gibi herkesin bir işi vardırama kimse de bir şeyler yapıyor gibi görünmez. Ne ahçı yemek pişirir, ne şoför araba sürer, ne de polis detektifleri cinayetleri çözer.
Rinehart’ın tipik polisiyelerinde iki tür araştırmacı vardır. Biri profesyonel bir dedektif, diğeri ise hikayeyi anlatan bir kadın amatör. Rinehart’ın kitapları aynı zamanda hem romantizmi (bazen iki dedektif arasında) hem de mizahı içermektedir. Rinehart’ın hikayeleri tipik olarak büyük bir evde ya da izole varlıklı bir toplulukta gerçekleşir. Savaşlar arası yılların İngiliz gizemlerinde, benzer bir ortam sosyal istikrar sağlamıştır; Bununla birlikte, Rinehart'da, ev genellikle çökmekte ve aile, masalın sonunda parçalanmaktadır. Gizli odalar, kullanılmayan tavan aralıkları ve gizli geçitler sadece şüphe uyandırmakla kalmaz, aynı zamanda varlıklı kişilerin, sırlarını birbirlerinden bile gizleyemek için boşuna çabaları sembolize eder. Bu durum aynı zamanda insanların ya gizlilik nedenlerinden, ya arkadaşlarına sadakatten ya da polise güvensizlikten önemli bilgileri gizlemelerini sağlar.
ABD’nin Polisiye Romanlar Kraliçesi Mary Roberts Rinehart, Öldürülmekten Nasıl Kurtuldu?
Mary Roberts Rinehart, Amerikan gizem kurgusunun bir numaralı ismi iken, kitapları cesetlerle dolu iken neredeyse kendisi de bir cinayete kurban gidiyordu. Eserlerinin aksine bu sefer katil namzedinin kim olduğu çok barizdi, bu kişi senelerce baş ahçılığını yapmış sadık çalışanı Reyes’den başkası değildi.
21 Haziran 1947 sabahı geç saatlerde, Mary Roberts Rinehart kütüphaneye oturmuş, uşağıyla konuşuyordu. Kendisini birkaç hafta önce işe almıştı ve gelip giden diğer uşakların aksine, kalıcı olacağını umuyordu. Mary, sadık ve becerikli bir uşak bulmak konusunda çok şansızdı, çünkü Büyük Depresyon sırasında çok ucuz bir fiyata satın aldığı Bar Harbor’daki yazlık ana köşk, çok sayıdaki konuk evleri ve geniş araziyi yönetmek her babayiğit kahyanın harcı değildi. Rinehart zengin doğmamıştı ama Ölüm Merdiveni ile başlayan yazarlık kariyeri ona çok iyi maddi kazançlar sağlamıştı.
Kocası Stanley’i kaybedeli beş sene geçmişti, oğulları da büyümüş ve kendi hayatlarını kurmuşlardı. Oğullarından ikisi, Stanley Jr. and Ted, 1929'da Farrar ve Rinehart Yayınevi’nin kurucu ortakları olmalarından bu yana kitaplarının tek yayıncıları haline gelmişlerdi.
Yetmiş bir yaşına yaklaşırken Rinehart, ölüme hiç olmadığı kadar yaklaşır. Görmüş geçirmiş sert hususi hafiyelerin cirit attığı karanlık ve tehlikeli sokaklar akımına karşın, kitapları çıkar çıkmaz hala çok satar. Yerleştiği Bar Harbor’ı andıran bir kasabada geçen en son çıkan romanı, Sarı Oda (The Yellow Room, 1945), cinayet, gizem, şüphe ve romantizm üzerine kurulmuştu ve okuyucular tarafından yine yoğun ilgiyle karşılanmıştı.
O günlerde Rinehart ayrıca, bir ay sonra Ladies Home Journal adlı magazinde yayınlanmak üzere bir makale hazırlıyordu. Yazısında 1936’da Bar Harbor’a yerleşmesinin ikinci yılında konulan meme kanseri teşhisini ve başarılı bir mastektomi ile hastalığın üstesinden nasıl geldiğini açıklıyordu. O zamanlar için bir devrim niteliğinde olan yazı büyük ses getirecekti. Rinehart, bir röportajında “Bu hikayeyi yazmak kolay değildi,” der, “ama her üç kanser ölümünden bir tanesi kolaylıkla önlenebilecek iken sessiz kalmaya devam edebilir miydim?”
Kanser, çok yaklaşmasına rağmen Mary Roberts Rinehart'ı öldürmedi. Fakat ölüm onu sonra yine Bar Harbor'da yakalamaya çalıştı.
Blas Reyes’in artık canına tak etmişti. İstifa edecekti ve bu sefer kararı kati idi. Daha önce de birkaç kez denemişti, ancak Bayan Rinehart asla beyanlarını ciddiye almamıştı. Baş aşçısı her istifa ettiğinde, ertesi gün onun mutfakta ocağın başında olacağına inancı tamdı, bu neredeyse akşam istifa / sabah işbaşı oyununa dönmüştü.
Mary’in, ertesi sabah Reyes’in tam olması gerektiği yerde, kendisine ve misafirlerine sunulmak üzere mükemmel yemekler hazırlamak için mutfakta olacağına dair hiç kuşkusu yoktu. Fakat bu sefer fena yanılıyordu.
1907'de, yirmi dört yaşındayken, Filipinler'den San Francisko'ya göç eden Reyes, yeni göç yasasının ardından Amerikan topraklarına gelen büyük Filipinli mülteci dalgası arasındaydı. Önceleri bir generalin yanında uşak olarak çalıştı. Washington'a taşınan Dr. ve Bayan Rinehart'ın yanına ise 1922’de girdi. Rinehartlar onu işe aldığında, hem baş uşak ve aynı zamanda şef ahçı olarak görev aldı.
Rinehart’larda çalışmak Reyes’in hayatını değiştirdi. İrlanda asıllı ikinci eşi, evin hizmetçisi olan Peggy ile orada tanıştı. Fakat Filipinli aşçıya göre, Doktor Stanley asıl patron idi ve Mary evin hanımı da olsa bir kadından emir almak hiç hoşuna gitmiyordu. On sene sonra Stanley’nin vefatından sonra işten ayrılmak istedi ama eşi Peggy’nin karşı koymaları sonucu yerinden kıpırdayamadı. Fakat son derece huzursuzdu, buna rağmen on beş yıl daha gönülsüzce çalışmaya devam etti.
Bardağı taşıran son damla, Mary’nin yeni bir uşak/kahya işe alması oldu. Yeni bir kahya geldiğine göre kendisi artık en yüksek rütbeli çalışan statüsünden çıkmıştı. 64 yaşındaydı, ve çeyrek yüzyıldır Rinehart’lara çalışıyordu. Bu hiç de adil değildi, artık evine dönmek istiyordu.
Reyes meşum olaydan bir gün önce, 20 Haziran’da yine istifa eder ama bu sefer Bayan Rinehart hiç üstelemez, oralı bile olmaz. Bu Reyes’i çileden çıkarır. Yaşadıkları daireye gidip eşine hemen eşyaları toparlamasını, ayrılacaklarını söyler. Peggy bir yere gitmeyeceğini belirtince içmeye başlar ve sonrasında şiddetli kavgaya tutuşurlar.
Sabah iki gözü iki çeşme Peggy’yi gören Mary çok şaşırır. Neler olduğunu dinleyince hayreti daha da artar çünkü şef ahçısının dünkü istifasını hiç ciddiye almamış, diğerleri gibi blöf olduğunu düşünmüş, bu yüzden aldırış etmemiştir.
Eğer Mary Roberts Rinehart, yıllardır mutfağını emanet ettiği aşçıbaşısı Reyes’in kafasından geçenleri bilseydi 21 Haziran sabahı kütüphanede yalnız başına kalır mıydı hiç? Tıpkı eserlerindeki tehlike içindeki narin kadınların durumuna düşmüştü, “Ah, bir bilebilseydi, tüm bunlar olur muydu?”
Öğle yemeğinden hemen önce, Mary Roberts Rinehart hala kütüphanedeydi, uşakla olan görüşmesini bitirdikten hemen sonra tanıdığı bir ses duydu.
“Çık dışarı,” dedi adam.
Dönüp bakınca gözleri kan çanağına dönmüş Reyes’i gördü. Filipinli adam yakasının düğmesi açık gömleğiyle, kütüphanenin girişinde duruyordu.
“Ceketin nerede?” diye sordu Mary sakin bir şekilde. Reyes, Rinehart'a doğru ilerleyerek aralarındaki mesafeyi kapattı. Beş metre uzaktayken kalça cebinden bir şey çıkardı.
"Tam burada."
Elinde bir tabanca tutuyordu. Tetiğe bastı, o an Mary öleceğini düşündü. Fakat tabanca tutukluk yapmıştı.
Rinehart mutfağa doğru koşmaya başladı. Reyes onu yakalamaya çalışsa da iterek elinden kurtulmayı başardı. Patronunun değil de kendisinin tehlike içinde olduğunu düşünen yeni uşak da yardım istemek için sokağa fırladı.
Polisi aramak için telefona doğru koşarken, kiler kapısının yanında duran bir genç adam Rinehart’ın dikkatini dağıttı. Rinehart neden orada olduğunu sorunca, bahçıvan yardımcılığı için başvurduğunu söyledi.
“Genç adam,” dedi Rinehart, “Daha sonra geri dönmeniz gerekecek. Burada beni öldürmeye çalışan bir adam var. ” Çocuk gider ve bir daha asla geri dönmez.
Patronlarının öldürülmek üzere olduğunu gören hizmetçi ve şoför imdada koşarlar. Reyes’i sıkı sıkı yakalayan şoför, aşçının elindeki tabancayı bahçe duvarının ardına fırlatır. Soförün elinden kurtulan Reyes bu sefer de mutfağa koşar ve her iki eline birden kocaman mutfak bıçaklarıyla Mary’nin hemen arkasında belirir. Çalışanlar koşturup bir kez daha Reyes'i etkisiz hale getirirler ve polisi beklemeye başlarlar.
Rinehart, olay yerine gelen polis şefine, “Saldırıya neyin sebep olduğunu düşünemiyorum” der.
Karakolda Blas Reyes sorgulanır. Polis şefine göre Reyes, cesaretini kaybettiğini ve “eve dönmek istediğini” söyleyen bir itiraf imzalar. Aşçıbaşı tam bir itirafta bulunmasına rağmen, tutarlı bir gerekçe gösteremez.
Ertesi sabah, devriye memuru, Blas Reyes'i hapishane hücresinde pantolon kemeriyle asarak intihar etmiş bir halde bulur.
Öfkeden çok büyük bir üzüntü hisseden Rinehart, eski çalışanının kasabanın kilise mezarlığına gömülmesinde ısrar eder.
Başaşçısının intiharı Rinehart için Bar Harbor’daki karanlık günlerin başlangıcı olur. Dört ay sonra, Acadia Milli Parkı'ndaki orman yangınları, neredeyse Bar Harbor'un tamamını ve adadaki diğer kasabaları da sarsar. Alevler, aralarında Rinehartların evi de olmak üzere 17.000 dönümden fazla arazi ve iki yüzü aşkın evi tahrip eder.
Mary Roberts Rinehart kış için New York'a döner ve bir sonraki romanına son dokunuşlar verir. Ancak Blas Reyes'in kaybı sonsuza dek sevdiği evinin kaybıyla bağlantılı olacaktır. “Reyes o gece yerel hapishanede kendini astı ve belki de en iyi çıkış yolu bu oldu.” Rinehart devam eder. “O evi hep sevmişti ve şimdi hem kendisi hem de ev gitti.”
Mary Roberts Rinehart, Baskerville’lerin Tazısı’nın (1901-1902) yayınlanmasından iki yıl sonra polisiyeler yazmaya başladı ve Ian Fleming James Bond kitapları üzerinde çalışmaya başladığında hala yazıyordu. Rinehart öldüğü zaman, kitapları yirmi milyondan fazla satmıştı.
Mary'nin kocası Stanley Rinehart ile olan hayatı, yazılarından da anlaşılacağı üzere belli ki çok eğlencelidir. Durmaksızın seyahat edip, üç oğullarıyla birlikte keyifli bir yaşam sürerler. Her ikisi de güçlü karakterlere sahip olduklarından dönem dönem yaşadıkları sorunların üstesinden gelmeyi başararak otuz altı yıllık mutlu bir evliliğe imza atarlar. Mary Roberts Rinehart 1958'de, kocasından yirmi beş sene sonra ölür ve Arlington Ulusal Mezarlığı'na gömülür.
Kaynak:
Mary Roberts Rinehart – My Story, 1931
Jan Cohn - Improbable Fiction: The Life of Mary Roberts Rinehart, 1980
Charlotte MacLeod - Had She but Known: A Biography of Mary Roberts Rinehart, 1994
Sarah Weinman – The Near Murder of Mary Roberts Rinehart, 2019