menu

Agatha Christie: Kurgu ve Gerçek İçiçe

Yazan: Tülay Güneş Kılıç
Yayın Tarihi: April 04, 2020 19:57

Bu yazı daha önce 221B Dergi Mart-Nisan 2017 tarihli Sayı 8'de yayınlanmıştır.

Kurguladığı birçok değişik cinayet yöntemi ve karakterlerle en yaratıcı yazarlardan olan Agatha Christie, 1970 yılında 80. yaşgününü ve 80. kitabının basımını aynı anda kutladığında, zengin hayalgücünü gerçek hayatta işlenmiş suçların anlatıldığı gazete yazıları ile beslediğini itiraf eder. Yazarın polisiye edebiyatına düşkünlüğü, küçükken ablasının okuduğu Sherlock Holmes hikayeleriyle başlar. Çocukluğu deniz kıyısında, hizmetçilerle dolu büyük bir evde mutlu ve refah geçmesine rağmen sonraları peşpeşe cereyan eden talihsiz olaylar, trajedi ve üzüntüler ölüme karşı ilgisini artırır. Neyse ki Agatha Christie, bu pek sağlıklı sayılamayacak ilgiyi, ilerleyen yıllarda geniş hayalgücünü de katarak başarılı bir yazarlık kariyerine çevirmesini bilecektir.

Altın Çağ yazarlarının çoğunda olduğu gibi Christie kitaplarında işlenen suçlar genelde cinayetlerdir, fakat Agatha meslektaşlarının aksine katil seçimlerinde erkekleri ön planda tutarak cinsiyet ayrımcılığı yapmaz. Yazım kariyerine başladığı, I. Dünya Savaşı’nın ilk yıllarında yazılan polisiyelerde, kahramanlar her zaman iyi ve güçlülerden seçilirken, düşman ölmeleri elzem kötülerden oluşurdu. Masum kurbanları öldüren katiller kötüydüler ve kahraman dedektifler tarafından yakalanmayı hakediyorlardı. Bu kadar basitti. ‘Çok iyi olabilecek insanlar da çok kötü olabilirler’ felsefesini taşıyan Agatha Christie’nin tarzı ise daha farklıydı. Mesela dedektif karakteri, adını mitolojin en güçlü kahramanlarında Herkül’den almasına rağmen ufak tefek ve çelimsiz biriydi. Sonraki yıllarda, II. Dünya Savaşı esnasında, meslektaşı Graham Greene tarafından, propaganda yazarlığı yapması istendiğinde, olaylara tek taraflı bakamayacağı, karşı taraftan da mutlaka iyi birilerinin bulunduğuna inandığı gerekçesiyle teklifi reddeder.

Christie, cinayet davalarını büyük bir alakayla takip eder, çeşitli dergi ve gazetelerde Bravo ve Craydon Cinayetleri gibi açıklığa kavuşturulamamış gerçek suçlar üzerine teoriler üreten yorumlar yazardı. Karındeşen Jack ve Lindberg Bebeği Davası gibi yaşanmış olaylar en iyi dedektif romanlarına esin kaynağı olmuştur. Yazarın ilgisini çeken vakalardan birisi zamanın meşhur Bravo davasıdır. Dava Vekili Charles Bravo, zengin dul Florence Ricardo ile evlenir. Onlarla birlikte kalan kadının arkadaşı, dul Jane Cox sık sık Florence’nın eski sevgilisi Dr. James Gully yüzünden çıkan tartışmalara kulak misafiri olur. Dört ay kadar sonra Charles Bravo akşam yemeğinden hemen sonra ağır hastalanır. Dr. Gully’nin müdahalesine rağmen üç gün sonra hayatını kaybedince yapılan otopsi sonucu zehirlendiği ortaya çıkar. Jane Cox’un, ‘Charles, hasta yatağında bana intihar ettiğini itiraf etti’ ifadesine karşın şüpheler genç dul ve eski sevgilisi doktor üzerine yoğunlaşır. Jane Cox’un ölen adama aslında pek de yakın olmaması da göz önünde tutularak artık yakın arkadaş olmaktan çıkıp birbirine düşman olan her iki kadın hakkında dava açılır. Kimin yaptığı konusunda kanıt bulunamaz ama ortada bir cinayet olduğu barizdir. Halk arasında kabul görülen yaygın görüş, kadının kocasını zehirlediği yönündedir. Davayı yakından takip eden Agatha Christie’ye göre ise her iki kadın da suçsuz olup katil doktordur. Yanlış Hüküm’de (Ordeal by Innocence) bu dava üzerine şöyle yazar: “Bu bana, yüz yıl önce olmuş, Bravo olayını anımsattı. Kitaplar hâlâ o olaydan söz ederler: Cinayeti karısı işledi derler, hayır Bayan Cox'dur, veya Dr. Gully öldürmüştür, veyahut Charles Bravo zehiri kendisi alıp içmiştir. Bir sürü varsayım yürütülmüş, ancak gerçek ortaya çıkmamıştır. Buna karşın, Florence Bravo, aile tarafından terk edilerek, alkolik olup ölmüş; Bayan Cox, toplum tarafından horlanmış üç küçük çocuğuyla yalnız başına yaşamış, ihtiyarlayıncaya kadar da kendisine katil gözüyle bakılmıştı. Dr. Gully ise, gerek meslek gerek sosyal yönden mahvolmuş bir insan olarak yaşamını sürdürmüş. Ama bu işi biri yaptı, ve işin içinden sıyrıldı, ötekiler ise suçsuz oldukları halde ceremeyi onlar çekti.”

Yeri gelmişken burada bir parantez açıp, bu davayı anlatan ve Türkçeye ‘Sevimli Örümcek’ diye çevrilen çok parlak olmayan eserin kimin olduğunu soralım. Çünkü Agatha Christie olmadığı kesin, yıllar önce Cinairoman.com’da yaptığımız araştırmalar bir sonuç vermedi ama ’70, ’73, ’81, ’88 ve hatta 2ooo yılında bile ısrarla baskısını çıkardıklarına göre Altın Kitaplar’a bu muammayı aydınlatma konusunda güvenebiliriz sanırım.

Karındeşen Jack cinayetlerinden ilham alan Agatha Christie, Cinayet Alfabesi’nde (The ABC Murders), trenle seyahat eden alfabetik sıra saplantılı bir katil tarafından, ülkenin çeşitli bölgelerinde gerçekleştirilen şaşırtıcı ve görünüşe göre nedensiz bir cinayet dizisi kurgular. Katil her seferinde gönderdiği mektuplarla Hercule Poirot'yu nereye gideceğinden haberdar eder ve yine her cesedin yanına cinayetin gerçekleştiği şehir veya köyün sayfasında açılan demiryolları rehberinin bir kopyasını bırakır. Gizemi çözmeden önce, Belçikalı dedektif, kadim dostu ve güvenilir yardımcısı Yüzbaşı Arthur Hastings ile yaptığı konuşmada dünyanın en meşhur seri katili ile paralellik kurar: "Çok korkuyorum, Hastings. Karındeşen Jack'ın yakalanmadan uzun zaman cinayet işlediğini unutma." der.

Agatha Christie’nin, Doğu Ekspresinde Cinayet (Murder on the Orient Express) romanının temelinde, ‘Bebek Lindberg’ trajedisi yatar. 1927'de 'Yalnız Kartal' lakaplı Amerikan Charles Lindbergh New York'tan Paris'e, tek motorlu bir uçakla, ilk defa durmadan tek başına transatlantik uçuş yaptığında ulusal bir kahraman olarak kabul edilir. Ne yazık ki, beş yıl sonra, yirmi bir aylık oğlu Charles Jr, yatak odasından kaçırılır. Bebeğin sağ salim dönmesi için istenen elli bin dolar ödendiği halde çocuğun bırakılacağı söylenen sahilde yapılan günlerce süren aramalardan bir sonuç alınamaz. Kaygılı ve yorgun Lindbergh ile eşi Anne'in çilesi, kaçırıldıktan hemen sonra öldürüldüğü anlaşılan bebeğin cesedi, evlerinden dört mil ilerde, sığ bir mezarda bulunana kadar devam eder. Katil için ülke çapında bir ava çıkılır ve fidye ödemede kullanılan banknotların seri numaraları gazetelerde basılır. İki yıl sonra, hafif bir suçtan sabıkası olan Alman asıllı bir marangoz, Bronx'daki bir benzin istasyonunda bu banknotları kullanarak bir miktar petrol satın aldığı için yakayı ele verir.

Agatha Christie'nin ilgisini çeken bir diğer olayda seri bir katil, Croydon'da aynı ailenin üç üyesini Nisan 1928 ile Mart 1929 arasında zehirleyerek öldürür. Emekli sömürge memuru Edmund Duff kısa süren bir hastalıktan sonra vefat ettiğinde kalp rahatsızlığı denilir, geçilir. Ancak kayınvalidesi Vera Sidney ve annesi Violet Sidney'in de birbiri ardına bir ay içinde ölmesi üzerine şüpheler uyanır. Üç ceset mezarlarından çıkarılıp incelenildiğinde arsenik içerdikleri tespit edilir. Zehirin mağdurlara yakın bir aile üyesi tarafından yiyecek ya da ilaç olarak verilmiş olduğu düşünülür. Savcılık yeterli kanıt bulunmamasına rağmen, Edmund'un dul eşi Grace Duff’dan kuşkulanır ve kocasından bir doktorla ilişkisi yüzünden kurtulmak istediğini, diğerlerini ise maddi kazanç nedeniyle öldürdüğünü iddia eder. 1968'de Sunday Times editörüne gönderdigi mektupta, Agatha Christie, gizem için bir çözüm getiremediğini, ancak soruşturmayı mezarın ötesinde bir 'kim-yaptı' bulmacası gibi sürdürmeye devam edeceğini açıklar: “Tek söyleyebileceğim, sevgili Francis Wyndham, ölürsem cennete ya da başka bir yere gidersem ve eğer bu davanın savcısı da oradaysa, bana gerçeği açıklaması için yalvaracağım.” diye yazar.

 

Agatha Christie’nin Tekerleme Sevdası

Agatha Christie’nin kendisine büyük başarı kazandıran ve sıklıkla yinelediği, zehirle işlenen cinayetler gibi formüllerden biri de okuyucularda merak duygusu uyandıran çocuk tekerlemeleridir. Küçükken dadısının anlattığı masallardaki tekerlemelerden etkilenen Agatha, çok sonraları polisiye romanlar yazmaya başladığında bunları sık sık kullanacak, hatta birkaç kitabının başlığı olarak seçecektir. Çocuklar için ‘acımasız küçük şeyler’ diyen Miss Marple’a, herhangi bir durum veya bir kişi eski bir çocuk tekerlemesini hatırlatır ve olayı çözüverir. Bir İngiliz’den daha İngiliz olan Poirot da ancak emekliliğinden sonra İngiltere’ye yerleşmesine rağmen nedense tüm bu tekerlemeleri ezbere bilir. Bunlar çoğu zaman anlamsız kelime dizimleri olmakla beraber bazen de On Küçük Zenci’de (Ten Little Indians) olduğu gibi konuyla direkt alakalı, cinayetleri aydınlatacak ipuçlarını içlerinde barındıran tekerlemelerdir.

Lizzie Borden baltayı aldı
Babasına kırk salladı
Ne yaptığına bakınca
Anacığına da kırk bir kere salladı

Lizzie Borden üzerine söylenen bu çocuk şarkısı, Miss Marple’ı haklı çıkartacak derecede zalimdir. Borden Cinayetlerine yoğun ilgi duyan Agatha Christie, kitaplarında zaman zaman bu davaya atıfta bulunur. Örneğin Yanlış Hüküm romanında, Borden davasına iki kere referans yapılır. Çünkü, Christie'nin kitabında işlenen suç gibi, Andrew ve Abbey Borden'in cinayetleri de evdeki birisi tarafından işlenmiş gibi görünür. Ağustos 1892'de, otuz iki yaşındaki Lizzie Borden, babası ve üvey annesini Massachusetts'teki evlerinde vahşi bir cinayete kurban gitmiş bir halde bulur. Şüpheler babasının yaptığı evlilikten hiç memnun olmayan genç kızın üzerinde toplanır. Fakat mahkum etmek için kesin deliller bulunamayınca Lizzie Borden serbest kalır. Buna karşın halkın gözünde tek sanık olmaktan ömrü boyunca kurtulamaz.

Mrs. McGinty öldü.
Nasıl öldü?
Benim gibi diz çöktü.
Mrs. McGinty öldü.
Nasıl öldü?
Benim gibi elini uzattı.
Mrs. McGinty öldü.
Nasıl öldü?
İşte böyle öldü…

Hercules Poirot ve Ariadne Oliver tarafından araştırılan bir cinayet gizemi olan Hizmetçinin Ölümü (Mrs. McGinty’s Dead) Dr. Hawley Harvey Crippen'in işlediği cinayete dayanır. 1900 yılında ABDli dişhekimi ve aktris karısı Belle Elmore İngiltere'ye taşınır. İngiltere’de doktorluk yapamayan Crippen patentli ilaç satmak gibi çeşitli işlerde çalışır. On yıl sonra karısını ölümcül bir doz zehir vererek öldürüp, sonra cesedi parçalayarak mahzene gömer ve soranlara karısının, bir akrabasının hastalığı nedeniyle Amerika'ya döndüğünü söyleyerek Belle'nin kayboluşunu açıklar. Bu arada sekreteri ve metresi Ethel le Neve, Londra'daki evine taşınıp Belle'nin kürklerini ve mücevherlerini açıkça giymeye başlayınca kuşkular çoğalır. Polis çağırılır ama evin araştırılması herhangi bir sonuç vermez. Suçluluk duygusu taşıyan çift telaşla kaçınca, polis evi daha kapsamlı bir şekilde araştırmak için olanak bulur ve mahzende bir insan gövdesi ortaya çıkarılır. Kafa ve uzuvlar hiç bulunamaz ama ve Belle Crippen'in gövdesi bir parça abdominal doku ile tanımlanır. Agatha Christie, bir kitabında, kahramanlardan birine “Hep Ethel Le Neve'nin, onun suç ortağı olup olmadığını merak etmişimdir.” dedirtir.

Üç Kör Fare
Nasıl koşuyorlar bak,
Nasıl koşuyorlar bak!
Hepsi de çiftçinin karısının peşinden koştular.
Kadın da kuyruklarını et bıçağıyla kesti.
Hayatında böyle garip bir şey gördün mü hiç?
Şu
Üç Kör Fare gibi…

  1. Dünya Savaşı sona ermek üzereyken İngiltere’de iki küçük kardeşin yaşam savaşı tüm acımasızlığıyla devam etmektedir. Sekiz çocuklu yoksul bir aileden gelen O’Neill kardeşler, 8 yaşındaki Dennis ve 5 yaşındaki Terence, 1940 senesinde devlet tarafından himaye altına alınır. Dört yıl boyunca birçok koruyucu aile yanında kalan kardeşler, en son Reginald and Esther Gough’ların çiftliğine yerleştirilirler. Henüz altı ay geçmeden, Bayan Gough doktora telefon açarak oğlanlardan birinin durumunun kötü olduğunu bildirir. Doktor hemen çiftliğe koşturmasına rağmen ne yazık ki küçük çocuğu kurtarmayı başaramaz. Dennis O’Neill şiddet ve açlık yüzünden öldüğünde daha 12 yaşındadır. 9 yaşındaki kardeşi Terence’in mahkemede yaptığı şahitlik tüyler ürpertici gerçekleri ortaya çıkarır. Çocukları evlatlık edinmelerinin karşılığında devletten para alan çiftçi ve eşi, O’Neill kardeşlere günde en fazla bir dilim ekmek vererek ağır koşullarda çalıştırıp korkunç işkencelerde bulunmuştur. Genelde sarhoş olan çiftçi, küçük çocuklara dayak atarken, karısı sessizce izlemekle yetinir. Dava dört gün sürer; jüri çiftçiyi 6 yıla, eşini ise 6 aya mahkum eder. Kısa bir süre sonra boşanan çifte verilen ceza tatmin edici olmaktan çok uzaktır. Küçük Dennis’in ölümü İngiltere’yi ayağa kaldırır. Daha önce de yanlarına aldıkları çocuklara kötü davrandıkları gerekçesiyle birçok şikayetler almış bir aileye, geçmişi araştırılmaksızın tekrar çocukların emanet edilmesi büyük sorumsuzluk olarak görülür. 1946’da parlemantoya verilen bir önergeyle Çocuk Koruma Kanunu güçlendirilir. Davayı ilgiyle takip eden bir diğer kişi de böylesine ağır bir çocukluk travmasının ilerleyen yaşlarda kişiyi nasıl etkileyeceğini merak eden Agatha Christie’dir. Bu trajediden esinlenerek, Kraliçe Mary’nin sekseninci doğum günü için Üç Kör Fare adlı radyo oyununu yazar. Daha sonra eserin ismini Fare Kapanı (The Mousetrap) olarak değiştirip, tiyatro oyunu haline sokar. 1952 yılından beri Londra’da perdelerini açan Fare Kapanı, en uzun süre sahnelenen oyun olarak tüm rekorları kırmıştır.

Kurgudan Daha Tuhaf Olan Gerçek

Agatha Christie yaşanmış olaylardan ilham aldığı kadar gerçek suçlara da ilham kaynağı olmuştur. Seyahat etmeyi çok seven yazar, birçok defa gittiği İran’ı, Parker Payne hikayelerinden birine mekan olarak seçer. Mayıs 2009'da İran polisi ülkedeki ilk kadın seri katili tutukladığında, sanık Ölüm Düşesi’nin kitaplarından esinlendiğini açıklar. Otuz iki yaşındaki şüpheli, Tahran'ın yaklaşık yüz mil kuzeydoğusundaki Qazvin şehrinde altı kişiyi öldürmekle suçlanır. Savcı, İranlı gazetecilere şunları söyler: “Agatha Christie kitaplarındaki cinayet yöntemleri alınmış ve herhangi bir iz bırakmamaya çalışılmış.” Polis, sanığın dört kadının öldürülmesini itiraf ettiğini ve borcunu ödemek için umutsuz bir para ihtiyacından dolayı bunu yaptığını açıklar. Kurbanlarını dikkatle seçen sanık, yaşlıları ve orta yaşlı kadınları hedef alır, arabasıyla gidecekleri yere bırakmayı teklif eder ve uyku ilacı katılmış meyve suyu ikram ederek kendilerinden geçmesini sağlar. Bayılan kurbanlarını boğan kadın üzerlerindeki değerli eşya ve paralarını aldıktan sonra, cesetleri tenha köşelere atar. Kadın katil sorguda, daha önce evsahibesi ve teyzesini de öldürdüğünü itiraf eder, kadınlara, ‘beni sevgisinden mahrum eden anneme çok benziyorsunuz’ diye yaklaştığını ve böylelikle onların güvenini kazandığını söyler.

1977'de çok ciddi hasta olan on dokuz aylık bir bebek, tedavisi için Katar'dan Londra’ya götürülür. Doktorlar bilinci yarı açık ve söylenenlere tepki vermeyen çocuğun durumundan endişelenirler. Ertesi gün çocuğun başında nöbet tutan bir hemşire, Ölüm Büyüsü (The Pale Horse) adlı eserini okurken kitabı aniden bırakarak doktorlara koşar. Hastalığın kitaptakine benzer talyum zehirlenmesi semptomları taşıdığını söyler, laboratuar testinde on misli fazla talyum miktarı tespit edilince teşhisin doğru olduğu görülür. Muhtemelen küçük kız, haşere öldürmek için kullanılan ev zehirinden yemiştir. Durum umutsuz gibi görünmesine rağmen çocuk tedaviye iyi yanıt verir ve tamamiyle iyileşir.

Agatha Christie'nin ölümünden sonra, İkinci Dünya Savaşı sırasında yazıp, bir kasada muhafaza ettiği son romanı Uyuyan Ölüm (Sleeping Murder) yayımlandı. Kitapta bir kadın, çocukluk evine döner; burada yaşadığı olaylar, annesinin katledilen cesedini görmesi gibi bastırılmış anılarını tetikler. 1979’da Kuzey Karolina’da bir kadının yaşadıkları Christie'nin hikayesiyle şaşırtıcı bir benzerlik gösterir. Nisan 1944'te, Annie Perry on yaşındayken, babası aniden yaşadıkları çiftlikten kaybolmuştur. Şimdi otuz beş sene sonra, Annie'nin gözünün önüne aniden şimşek gibi bazı sahneler belirir. Geri gelen hatıraları arasında bir Paskalya pazarında, annesini mutfakta içinde birçok tencere ve kanlı su dolu bir lavabonun başında, babasının çıplak vücudunu ise kullanılmayan bir odada görmesi vardır. Tüm gece bir şeylerin kesilip parçalandığı seslerini duyduğunu da anımsar. Ayrıca babasının ortadan kaybolduğu hafta dışarıda bulunan tuvaleti kullandığında, adamın yüzü bir su birikintisinde belirmiştir. Bu rahatsız edici görüntüler hakkında bir psikiyatriste danıştıktan sonra, polise gitmesi önerilir. Polis olayı ciddiye alır ve eski tuvaletin bulunduğu yeri kazdıklarında insan kalıntılarına rastlanır. Kocasının kayıp olduğunu bildiren Annie'nin annesi Winnie Cameron, yıllar sonra bu korkunç keşif ortaya çıkarıldığında cinayeti itiraf ettiğine dair bir not bırakarak kendini öldürür.

 

Gerçek Kişiler ve Alter Egosu Ariadne Oliver

Christie ellili yıllarda yapılan bir söyleşisinde, hiçbir zaman gerçek olay ve kişileri yazmadığını iddia etse de eserleri incelediğinde bazen bunun pek doğru olmadığı görülür. Otuzlu yaşlarının ortasında, yavaş yavaş şöhret ve paraya kavuşmak üzereyken kendisi de büyük bir travma geçiren Agatha Christie’nin çevresinde başından talihsiz olaylar geçmiş insanlar hiç eksik olmadı. Cinayet davalarını büyük bir merakla takip eden Agatha Christie, yaşanmış olayları ve çok sık olmasa da bazen gerçek kişileri kitaplarına konu etti. Bunlardan birisi Beklenmeyen Misafir’de (The Unexpected Guest) yazdığı bir karakter için örnek aldığı abisi Monty idi. Babasını küçük yaşta kaybeden Agatha Christie’nin ablası ve abisiyle arasında büyük yaş farkı vardı. Yasadışı fildişi ticareti yaptığı Afrika’dan dönen Monty savaşta ağır yaralanır. Ailenin kara koyunu olarak görülen genç adamın sadece altı ay yaşanması beklenirken, Monty yavaş yavaş iyileşir ve can sıkıntısı gidermek için penceresinden, yoldan geçen insanlara ateş etmek gibi tuhaf bir yolu seçer. Şikayetler üzerine kapıyı çalan polislere, gayet rahat, “Evde kalmış, yaşlı, aptal bir kadın sırtı titreyerek giriş yolundan aşağı iniyordu. Buna dayanamadım ve onun sağından solundan birkaç kez ateş ettim. Hepsi bu.” diye anlatır.

“Asla Miss Marple’ı oynamak istemedim. Herhangi bir şiddetten özellikle cinayetten her zaman nefret etmişimdir.” Oscar ödüllü Margaret Rutherford’un bu sözleri sarfetmesinin altında yıllar boyunca büyük bir itinayla sakladığı korkunç bir sır yatar. Akıl hastası babası uzun süren tedavisinin ardından hastaneden taburcu edildikten sonra tekrar ağır bir psikotik nöbet geçirir. Birini başını ezerek öldürdükten sonra boğazını keserek intihar girişiminde bulunur. Ünlü akıl hastanesi Broadmoor’da geçirdiği yedi yıldan sonra karısının gözetiminde serbest bırakılır. Karı-koca, tek çocukları Margaret doğduktan hemen sonra yeni bir başlangıç için soyadlarını değiştirip Hindistan’a giderler. Fakat Margaret üç yaşındayken depresif annesi kendini bahçedeki bir ağaca asınca İngiltere’ye geri dönerler. Kederli koca kendi isteğiyle bu sefer temelli olmak üzere Broadmoor’a giderken Margaret teyzesi tarafından yetiştirilir. Tüm bu olanlar kendisinden saklanarak, ebeveynlerinin öldüğü söylenen küçük kız, gerçeği ancak 12 yaşındayken tesadüfen öğrenir ve tüm hayatı boyunca deli babasının kaçıp kendisine zarar vereceği korkusuyla yaşar.

Bir diğer Agatha Christie karakterini canlandıran Peter Ustinov, sonsuza kadar Poirot’yu oynayamayacağını söyler. Ünlü aktör, 1984 yılında bir televizyon programı için Yeni Delhi’ye gider. 31 Ekim sabahında, ekibiyle birlikte resmi konutundan henüz ayrılan, Hindistan Başbakanı İndira Gandhi’yi beklerlerken silah sesleri duyulur. En güvenilir korumalarından Beant Singh’in revolverinden çıkan 3 mermiden sonra, diğer koruması Satwant Singh’in otomatik silahından 30 mermiye maruz kalan Gandhi hemen orada can verir. Çok değil, bir gün önce Indira Gandhi, kalabalık bir topluluk önündeki konuşmasında "Uzun bir yaşamla ilgilenmiyorum. Bunlardan korkmuyorum. Bugün ölürsem, kanımın her damlası yurdumun canına can katacaktır.” demiştir.

Annesinin ölümü ve çok sevdiği eşinin boşanma talebi karşısında depresyona giren Agatha Christie, zamanında büyük yankılara yol açan 11 günlük kayboluşundan bahsetmekten pek hoşlanmaz, böyle bir şey hiç yaşanmamış gibi davranmayı tercih ederdi. Oysa arabası boş bulunup kendisinden hiç haber alınamadığında tüm İngiltere seferber olmuş, kaçırıldığı veya kocasının öldürdüğüne kadar varan sayısız spekülasyonlar yapılmıştır. Arthur Conan Doyle da olayla ilgilenenler arasındadır. Fakat Sherlock Holmes’ün rasyonel dedektif soruşturmacılığı yerine spitüralizmi tercih eder. Medyum Horace Leaf’e kime ait olduğunu belirtmeden, kayıp yazarın bir eldivenini verdiğinde gelen yanıtlar gerçeğe çok yakındır. Doyle şöyle anlatır: “Hiçbir şey söylemediğim halde hemen Agatha’nın ismini söyleyerek, bu kişiyle ilgili bir sorun olduğunu ama endişelenecek pek bir şey bulunmadığını söyledi ve ‘Biraz kafası karışmış, biraz da maksatlı bir şekilde yapıyor. Ama ölü olmadığı kesin, yaşıyor. Önümüzdeki Çarşamba kendisinden bir haber alınacak.’ diye ekledi.” Salı günü, Agatha Christie’nin kocasının metresinin adıyla bir otelde saklandığı ortaya çıkınca medyumun söylediklerinin ne kadar doğru olduğu anlaşılır. Agatha Christie, daha sonra yazdığı Sittaford Malikanesi’nin Gizemi (The Sittaford Mystery) için mekanı Dartmoor ve konusunu spiritüalizm seçerek, bir sene önce hayatını kaybeden Artur Conan Doyle’un anısına takdirlerini sunar.

Mahremiyetine düşkün yazar özel hayatını gözler önüne sermekten pek hoşlanmazdı. "İnsanlar kitaplarla ilgilenmeli, yazarları ile değil.” diyen Agatha Christie, duygusal romanlar yazarı Mary Westmacott’un kendisi olduğu ortaya çıktığında büyük hayalkırıklığı yaşadı. Çünkü polisiye eserlerinin aksine bu romanlarda takma adının ardına sığınıp, psikolojisini, düşüncelerini, duygu ve hayallerini açıkça ortaya sermekten çekinmemişti. Fakat bu durum yine de, Christie’nin yazdığı bu birkaç romantik kitabın ötesinde asıl alanı polisiyelerde kendinden hiçbir iz bırakmadığı anlamına gelmiyor. Aksine, Ariadne Oliver adında bir kadın yazar yaratarak kendi parodisini çizmekten çekinmedi. Çok tanınmış bir cinayet romanları yazarı olan Bayan Oliver, kadın haklarını savunur ve sık sık, “Scotland Yard'ın başında bir kadın olsaydı,” diye başlayan önerilerde bulunur.

Bu eksantrik karakter, otuzlu yıllardan yetmişlere uzanan bir zaman dilimi içerisine yayılmış 7 roman ve 1 kısa hikayede yer alır. Ariadne Oliver çoğunlukla Poirot’ya eşlik eder ama “Yaşamdan Zevk Alamayan Emekli Subay Vakası” hikayesinde, müşterilerinin fantazilerini gerçekleştirmelerine yardım eden Parker Pyne’ın yaratıcı kadrosunda bulunurken, Ölüm Büyüsü romanında Malezya’da görev yapmış emekli polis memuru Mark Easterbrook’un yanında görürüz. Filler de Hatırlar’da (Elephants Can Remember) geçen, öylesine söylenmiş tek bir cümleden Bayan Oliver’ın evlenmiş olduğunu anlarız ama ne kocası ne de özel yaşamı hakkında başka bir fikrimiz yoktur. Her iki eşi tarafından da aldatıldığı iddia edilen Agatha Christie, evlilik kurumuna karşın güvenini yitirdiği için olacaktır ki alter egosunun yanına bir koca iliştirmez.

Agatha Christie kendini pek ciddiye almadığını gösterircesine bir mizah öğesi olarak yararlandığı Ariadne Oliver’ın nev’i şahsına münhasır tuhaf özellikleri vardır. Olanca heybetli cüssesine rağmen ufak ve spor arabaları tercih eder, mor rengini pek sever ve ruhsal durumuna göre sık sık saç stilini veya duvar kağıtlarını değiştirir. Tıpkı yaratıcısı gibi, romanlarının konusunu genelde geniş bir banyo küvetinin içinde uzanıp, ısıra ısıra elma yerken belirler. Elmalara aşırı düşkündür ve her daim kucağında taşıdığı bir kese kağıdından yediği elmalardan saçılan kırıntılar, Poirot’nun dehşetle gözlemlediği üzere üstüne başına dökülü halde dolaşır. Fakat Elmayı Yılan Isırdı (Hallowe’en Party) macerasından sonra bir daha bırakın elma yemeyi, görmeye bile tahammül edemez. Bunun nedeni artık yaşlanmaya başlayan Ariadne Oliver’ın eskisi gibi rahat kıtır kıtır elma yiyememesinden çok, Agatha Christie’nin içinde uzanıp elma yiyeceği, büyük ve sağlam küvetlerin artık yapılmaması olabilir.

Agatha Christie, hicvi bırakıp en iyi bildiği iş dedektif romanları üzerine, Bayan Oliver üzerinden konuşmaya başladığında gerçek kimliğini ortaya koyar. Her ikisi de iyi bir dedektif romanının uzunluğu konusunda aynı düşüncelere sahiptirler, elli bin kelime yeterlidir ama okuyucu kısa bulacağı ve kendilerini aldatılmış hissedecekleri için bir cinayet daha işleterek romanlarını uzatırlar. Zehir, yine kurgu ve gerçek her iki yazarın da en çok sevdikleri cinayet yöntemidir, belki başa ağır cisimle vurma yoluna ara ara başvurabilirler ama ateşli silahlara tahammülleri yok denecek kadar azdır. Agatha Christie ile Bayan Oliver arasında bir diğer benzer nokta ise, okuyuculardan aldıkları kitaplarındaki hatalara işaret eden mektuplardır. Örneğin, Bayan Oliver cinayetin can noktası bir sebzeyi yanlış bir mevsimde yazınca okuyuculardan gelen tepki ile Christie’nin, bir Poirot macerasında kritik bir önem taşıyan borunun 140 cm olması gerekirken ancak 30 cm diye yazması üzerine gelen eleştiriler aynı şiddettedirler.

Ariadne Oliver bazen küçük takma bukleler takarak markiz modeli, bazen de rüzgardan dağılmış görüntüsü verilmiş kısa perçemlerden oluşan karmakarışık bir saçla, fakat her seferinde yeni bir biçimle Poirot’nun karşısına çıkarak, dedektifin gözlerini hayretle açmasına neden olur. Kimbilir Agatha Christie belki de hiç sevmediği halde, okuyucuların yoğun ilgisi yüzünden yazmayı bırakamadığı en ünlü dedektifinden intikamını, bu tuhaf kadınla sık sık yollarını keşiştirerek alıyordur. Bayan Oliver’a, ünlü dedektifi Sven Hjerson için, “Tabii o aptalın biri. Ama okuyucular adamdan hoşlanıyorlar.” dedirterek aslında Poirot üzerine olan düşüncelerini tüm çıplaklığıyla ortaya koyar. Bu tuhaf ve sevimli kadın, her ne kadar Poirot’nun başağrısı gibi görünse de aslında, farkında olmadan yaptığı bir davranış veya söylediği bir söz ile çok önemli bir kurgu karakter vazifesini yerine getirir. Polisiyelerde çok sık rastlanan bu yan karakterler bilindiği üzere pek zeki sayılmazlar, varlıklarının en büyük sebebi yakaladıkları bir ipucu ile kendileriyle aynı zekaya sahip okuyucunun eş zamanda olayları takip etmesini –ve elbette yanılmasını sağlamaktır. Hikayenin sonunda esas kahraman her şeyi açıkladığında, hem bu yan karakterlerin hem de okuyucunun ufku açılır, hayranlıkları bir misli artar. Poirot’nun içgüdüleri ona birinin suçsuz olduğunu söylediğinde bunu somut bir gerçek olarak ele alır ve işin peşine düşer. Öte yandan, Bayan Oliver “Kadınların önsezilerini önemsemezlik edemezsiniz. Onlar böyle şeyleri bilirler.” diye içgüdülerinden bahsedecek olsa, buna kısaca basmakalıp bir “kadın önsezisi” olarak kestirip atar ama sonra yanıldığını görür. İşte başlangıçta duygusal romanlar yazarıyken sonraları polisiyeci olarak gördüğümüz Ariadne Oliver, kadınlık içgüdüleri ve acaip düşünceleriyle, bilinçsiz de olsa olayların çözülmesine yardımcı olur. Mesela bir kadının en dikkat çekici fiziksel özelliklerinden biri olarak görülen saçlar üzerine takıntısı, Poirot’nun bir cinayeti aydınlatmasını sağlar. Gerçi aynı davada tuhaf davranış ve sözleri artık eskisi kadar abartılı olmayan, daha olgunlaşmış bir Bayan Oliver görürüz. Kitabın sonunda Poirot bunu, “Fakat, düşünün, sevgili Madam. Size neler borçlu olduğumu anlatamam bile. Bütün o parlak fikirleri aslında bana veren sizsiniz.” diye itiraf eder. Halbuki tanıştıkları ilk vaka olan Briç Masası Cinayeti’nde (Cards on the Table), katil ortaya çıktıktan sonra, “Ben her zaman katilin o olduğunu söyledim,” der ama her zaman centilmen olan Poirot bunun sürekli değişen bir fikir olduğunu, dört ayrı kişinin daha katil olduğunu iddia ettiğini yüzüne vurmaz.

Agatha Christie, hayatının sonuna doğru, 1971'de bir dergi kendisini, "Dünyanın en gizemli kadını" olarak tanımladiginda çok öfkelenir. “Kim olduğumu sanıyorlar? Banka soyguncusu mu?” der ve devam eder: “ Ben sadece sıkı çalışan sıradan bir yazarım.” Bu mütevazi sözlerine rağmen şurası bir gerçektir ki, Agatha Christie, kurgusuyla gerçeğiyle polisiye dünyasında unutulmaz bir iz bırakmıştır.

Kategori: Makaleler
Etiketler:
Agatha Christie

Yorum yaz
mode_edit

İLGİLİ YAZARLAR

Nopic