menu

Adam Öldürmenin Yalın Sanatı / Raymond Chandler

Yazan: Bekir Karaoğlu
Yayın Tarihi: April 23, 2010 17:01

Raymond Chandler (1888-1959) detektif romanında gerçekçi ekolün Dashiell Hammett’le birlikte en büyük temsilcisiydi. Kahramanı sıkı detektif Philip Marlowe’un serüvenlerini, arka planda Los Angeles’in sosyal ve kültürel yapısıyla birlikte anlattığı romanları (Göldeki Kadın, Elveda Güzelim, Büyük Uyku, Yüksek Pencere, Uzun Elveda, vb.) bu türü edebiyat düzeyine çıkaran örneklerdir.

Chandler 1944 yılında “Adam Öldürmenin Yalın Sanatı” adlı bir deneme yayınladı. Bu denemesinde klasik çözümlemeci ekolü eleştirdi ve Hammett’i örnek vererek kendi detektif romanı anlayışını anlattı. Bu deneme daha sonraları, detektif romanı inceleyenlerin en çok atıfta bulunduğu bir kaynak oldu.

 

ADAM ÖLDÜRMENİN YALIN SANATI

 

(The Simple Art of Murder)

Her türlü roman gerçekçi olma niyetiyle yazılır. Günümüzde gülünç denecek kadar debdebeli ve yapay görünen eski zaman romanları, onları ilk okuyan insanlara hiç de öyle gelmiyordu. Detektif romanının edebiyat düzeyinde görülmemesinin pekçok nedeni vardır. Her şeyden önce, bu roman türü genelde “adam öldürme” üzerine kuruludur ve bunun iç karartıcı bir yönü vardır. Kişinin, ve dolayısıyla insan ırkının, bir tür çaresizliği olan cinayetin önemli sosyolojik boyutları da var olabilir; nitekim olmalıdır da. Ama, çağlardan beri işlenegeldiği için yeni bir tarafı yoktur. Detektif romanı, eğer gerçekçi olacaksa (ki çoğunlukla değildir) soğukkanlı bir ruhla yazılmalıdır, aksi halde onu ancak bir psikopat yazabilir veya okuyabilir. Cinayet romanının, başkalarının ne düşündüğüne aldırmadan kendi işine bakması, kendi problemlerini çözmesi veya kendi sorularına cevaplar bulmasında umut kırıcı bir yön vardır. İyi yazılmış olup olmadığı dışında tartışacak bir şey yoktur, zaten onları satın alan yarım milyon insanın böyle bir isteği de yoktur. Kaliteli detektif romanı yazmak bunu meslek edinmiş kişiler için bile zor iştir.

Detektif romanı (bu terimi kullanalım, çünkü İngiliz formülü bu alanda hala en etkili ekoldür) okuyucularını yavaş ve ısrarlı bir süreçle bulmak zorundadır. Bunu böyle yapıyor olması ve sonra okuyucunun yakasını bırakmaması bir gerçektir – bunun nedenlerini araştırmak benimkinden daha sabırlı bir kafanın işi olacaktır. Keza, hayati önemde ve anlamlı bir sanat türü olduğu iddiasında da değilim. Hayati ve anlamlı sanat yoktur; sadece sanat vardır ve ondan da çevremizde o kadar az vardır ki.

Vasat detektif romanı herhalde vasat edebiyat romanından daha kötü değildir, ama vasat edebiyat romanı göremezsiniz, çünkü yayınlanmaz. Ama, vasat detektif romanı – hadi vasatın üstünde diyelim – yayınlanır.

Ve tuhaf olanı şudur ki bu vasat, gerçekle alakası olmayan, mekanik ve sıkıcı romanlar bu türün şaheserleri sayılan kitaplardan pek de farklı değillerdir. Belki tempoları biraz daha yavaş, diyalogları biraz daha kuru, kahramanlarının kesilmiş olduğu karton biraz daha ince, yazarın elçabukluğu biraz daha açıkta olabilir; ama o da aynı türden bir kitaptır işte. Oysa, iyi bir edebiyat romanı kötü edebiyat romanıyla aynı değildir. O bambaşka bir şeydir. Fakat, iyi detektif romanıyla kötü detektif romanı tamamen aynı yerdedir ve aynı işi görürler. Geleneksel (veya klasik, veya çözümlemeci, veya mantık problemli) denilen detektif romanının temel açmazı, mükemmelliğe erişmesi için gerekli özelliklerin aynı bir yazarda bulunmasındaki zorluktur. Yüreği soğuk olan çözümlemeci yazar aynı zamanda canlı kanlı karakterler, güzel diyaloglar, iyi bir tempo ve gözlem gücüne dayalı ayrıntıları bulup kağıda dökemez. Asık suratlı mantıkçının romanındaki atmosfer bir karatahta kadar soğuktur. Bilimsel detektif kahramanımızın dört dörtlük bir laboratuvarı olabilir, ama üzgünüm yüzünü hatırlayamıyorum. Öte yandan, canlı karakterleri ve akıcı bir üslubu olan yazar arkadaşın da kilitli kapının arkasında bir cinayet kurmaya ayıracak zamanı yoktur.

Her detektif roman yazarı hata yapar, hem de zannettiğinden daha çok. Conan Doyle’un öyle yanlışları vardır ki pekçok öyküsünün tadını bozmuştur. Ama, o bir öncüydü, ve Sherlock Holmes aslında bir duruş, ve birkaç düzine unutulmaz diyalogdu. Ama, beni asıl çileden çıkaranlar, Bay Howard Haycraft’ın detektif romanının Altın Çağı dediği dönem yazarlarıdır. Bay Haycraft’a göre bu, Birinci Dünya Savaşı ile başlayıp 1930 lara kadar süren dönemdir. Bana kalırsa bu çağ hala sürüyor. Yazılan detektif romanlarının dörtte üçü hala o dönemin devleri tarafından yaratılan ve mükemmelliğe eriştirilen formüle uyar; bunlar cilalandıktan sonra mantık ve çözümleme problemi diye tüm dünyaya satılırlar.

Dorothy Sayers’in romanlarından birinde evinde öldürülen bir adam sözkonusudur. Bu adamın kafasına ağırlık düşüren bir mekanizma vardır; ama bu mekanizmanın doğru çalışabilmesi için adamın ancak belli bir saatte radyo düğmesini çevirmesi, radyonun önünde belli bir yerde durması ve ancak belli bir miktar eğilmesi gerekir. Yani, üç beş santim yanda dursaydı okuyucular hava alacaklardı. Buna avam tabiriyle Tanrı’nın kucağına oturmak denir. Tanrı bir caninin işini bu kadar rasgetiriyorsa, o adam yanlış meslek seçmiş demektir. Keza, Agatha Christie’nin ortaokul fransızcasıyla konuşturduğu işbilir Belçikalı detektifi Hercule Poirot’nun ilginç bir tümevarım yöntemi vardır. Romanlarından birinde Bay Poirot, bir yataklı vagondaki şüphelilerden hiçbirinin bu cinayeti işleyemiyeceğini ispatladıktan sonra, beyin hücrelerini çalıştırarak, bu cinayeti hepsinin birlikte işlediği sonucuna varıyor. Bunu sanki bir mutfak blenderini parçalarına ayırır gibi basit işlemlerle yapabiliyor. Bu tür bir numara zeki okuyucuyu şaşırtır da, ancak bir geri zekalı bunu tahmin edebilir.

Klasik detektif romanı hiçbir şey öğrenmedi ve hiçbir şeyi unutmadı. Bu romanlar her hafta albenili kapaklarıyla, gazete ve kitapçıların vitrinlerinde, pembe dizileri saymazsak, baş köşeyi alıyorlar. Belki kurguları biraz daha akıcı, diyalogları biraz daha canlı, hepsi o kadar. Kişiler artık eski porto likörü değil, dakiri ve martiniler içiyorlar, Vogue dergisinin modasına göre giyiniyorlar, House Beautiful dekorlu evlerde oturuyorlar; daha bir şıklık var ama daha fazla gerçekçilik yok. Miami ve Cape Cod’daki otellerde daha fazla yaşıyoruz ve Kraliçe Elisabeth dönemi bahçelerdeki güneş saati yanında pek zaman harcamıyoruz... Ama, temelde yine şüpheliler bir araya toplanmışken, yine Bayan Pottington Postlethwaite’in birbiriyle uyumsuz onbeş konuğun önünde Lame’nin Çan Şarkısı’nın en tiz notasında teklerken, görünmeyen bir el tarafından som platinden bir hançerle öldürülmesi; yine yakası ponponlu pijamasıyla gecenin ortasında çığlığı basan genç taze ve odaların birinden fırlayıp diğerine koşan ve böylece okuyucunun zaman kavramını yitirmesine yolaçan konuklar; yine ertesi sabah asık suratlı bir sessizlik içinde Singapur kokteyli yudumlayan ve, fötr şapkalı bön polisler Acem halısının altını ararken, bilmiş edayla birbirine sırıtan konuklar. Şahsen ben İngiliz üslubunu tercih ederim. Onlar hiç olmazsa daha sade, kişiler takım elbise giymek ve içki yudumlamaktan başka bir fanteziye kaçmıyorlar. Geri plan daha inandırıcı, sanki Cheesecake Köşkü, filmlerdeki gibi sadece kameraya bakan cephesiyle değil, gerçekten mevcut; golf çayırında uzun yürüyüşler var ve kişiler MGM stüdyosunda denemelere çıkan adaylar gibi davranmıyorlar. İngilizler dünyanın en iyi yazarları olmayabilirler, ama en sıkıcı yazarları olmakta birebirdirler.

Tüm bu romanlar hakkında çok basit bir hüküm verilebilir: bunlar entelektüel problem olarak da, roman sanatı olarak da kısa düşüyorlar. Çok fazla yapaylık var ve dünyada olup bitenden habersizler. Dürüst olmaya çalışıyorlar, ama dürüstlük de bir sanattır.

Dashiell Hammett yazmaya başladığında bilinçli bir sanat kaygısı taşıdığını hiç sanmıyorum; o sadece ilk elden iyi bildiği bir dünya hakkında yazarak geçinebilmeye çalışıyordu. Diğer yazarlar gibi o da bir kısmını kendi uyduruyordu, ama somut bir temeli vardı; bu temel gerçek dünyaydı. İngiliz detektif yazarlarının bildiği tek gerçeklik Surbiton ve Bognor Regis aksanıyla kişileri konuşturmaktı. Eğer dükler, baronlar ve Venedik vazoları hakkında yazıyor idiyseler, bunlar hakkında kişisel deneyimleri, zengin bir Holywood yıldızının Bel-Air’deki şatosuna astığı Fransız Empresyonist tablosu veya kahve sehpası olarak kullandığı yarı antik Chippendale seti hakkında bildiklerinden daha fazla değildi. Hammett cinayeti Venedik vazosundan çıkardı ve sokağa attı; elbette hep orada kalacak değil, ama Emily Post’un görgü kitabında hanımların tavuk kanadını nasıl yemesi gerektiği türünden düşüncelerden sıyrılabilmek için bu iyi bir başlangıç oldu. Hammett daha başından (ve neredeyse sonuna kadar) hayata keskin ve agressif bakan insanlar için yazdı. Onlar hayatın çirkin yönlerine bakmaktan çekinmeyen insanlardı, zaten orada yaşıyorlardı. Şiddet onları etkilemiyordu, çünkü yaşadıkları sokakta şiddet vardı. Hammett cinayeti, onu işlemek için belli bir sebebi olan insanlara geri verdi. Cesedi öyle, kakmalı tabancalarla düelloyla, kürare veya tropikal balık zehiriyle değil, en gerçekçi yollardan önümüze getirdi. O bu insanları kağıda döktü, cinayet gibi netameli işlerde kullandıkları dilleriyle konuşturdu ve düşündürdü. Onda sanat vardı, ama okuyucuları bunun farkında değillerdi, çünkü böyle inceliklere müsait olmadığı varsayılan bir dil kullanıyordu. İnsanlar kendi bildikleri argoyla yazılmış iyi bir melodram okuduklarını sanıyorlardı. Bu bir bakıma böyleydi, ama fazlası vardı. Her söylem konuşmayla başlar, ve sokaktaki adamın konuşması edebiyat olacak düzeye geldiğinde, doğal dil gibi görünür. Hammett’in üslubu, en kötü anlarında Epikürcü Marcus’tan bir sayfa gibi anlaşılmaz olsa da, en iyi anlarında her şeyi anlatabiliyordu. Hammett’e veya kimseye özge olmayan, sadece Amerikan dilinin özelliğinden kaynaklanan (bu, başka dillerde de olabilir) bu üslupla, söylemesini bilemeyeceği veya hissedemiyeceği şeyleri ifade edebiliyordu. Onun ellerinde bu dil, nüansları olmayan, yankı vermeyen veya ufuktaki tepeden öteye bir hayal gücü taşımayan bir söylemdi. Hammett’in kalpsiz olduğu söylenir, oysa onun en güzel romanım diye iftiharla sözettiği romanı bir adamın arkadaşına duyduğu vefanın öyküsüdür. O tutumlu, sade yaşantılı ve sıkı bir adamdı; ve ancak büyük yazarların başarabildiği düzeyde yazdı, hep yazdı... Daha önce kimsenin yazmamış olduğu düşünülen sahneleri yazdı. Ve tüm bunları yaparken detektif romanının biçemini bozmadı. Zaten bunu kimse yapamaz, çünkü tüketici hep aynı biçemi ister. Gerçekçilik çok yetenek, çok bilgi ve çok duyarlılık gerektirir. Hammett şurada biraz gevşemiş, burada biraz kurcalamış olabilir. Herhalde, budalalar dışında, tüm büyük yazarlar yaptıkları işin yapaylığının farkındadırlar. Ve Hammett detektif romanının önemli bir yazım türü olabileceğini ispat etti. Malta Şahini bir deha ürünü olabilir veya olmayabilir, ama bunu yapabilen bir sanat, “hipotez olarak”, her şeye kadirdir. Bir detektif romanı böyle iyi olabiliyorsa, ancak züppeler onun daha iyisinin olamayacağını iddia ederler. Hammett başka bir şey daha yaptı, detektif romanı yazmanın keyifli bir uğraş, saçma sapan ipuçlarını ıkınarak birbirine eklemekten daha iyi bir uğraş olduğunu gösterdi.

Gerçekçi üslup kolayca kötüye kullanılabilir: bu, aceleden, duyarsızlıktan, veya bir yazarın ne söyleyebileceği ile onu nasıl söyleyeceğini bilip bilmemesi arasındaki ince köprüyü aşabilme yeteneğinden kaynaklanabilir. Bunu taklit etmek kolaydır, ama sertlik güç olmaz ve küstahlık espri yapmak değildir; hareketli sahneler yazmak durgun bir sahneyi yazmak kadar sıkıcı olabilir: keza, sarışın afetlerle cilveleşme sahneleri, genç yazarlar tarafından sadece sarışın afetlerle cilveleşme amacıyla yazılmışlarsa yine sıkıcı olurlar. Böyle o kadar çok taklit yazıldı ki, artık bir detektif romanında kahramanımız “Hı hı” dediği anda hemen onun Hammett taklitçisi olduğuna hükmedilebiliyor. Öte yandan, pekçok kişi Hammett’in detektif romanı yazmadığını, onun tehlikeli arka sokaklardaki polis vakalarının içine, tıpkı martini kadehine konulan zeytin tanesi gibi, biraz gizem katarak naklettiğini ileri sürüyorlar. Ben bunlara her yaştan ve her iki cinsiyetten yaşlı hanımefendiler diyorum; onlar hala cinayetlerinin gonca manolya kokusuyla gelmesini bekliyorlar, ve katiller ister bir playboy ister bir üniversite profesörü veya saçları ağarmış sevimli bir nine olsun, cinayetin ne ciddi bir vahşet olduğunu unutuyorlar. Klasik veya problemli detektif romanını savunan diğer bazı kesimler de, bir romanda tüm yönleriyle ortaya konmuş bir problem ve herbiri etiketlenmiş ipuçları yoksa, onun detektif romanı olamıyacağını savunuyorlar. Bunlar, örneğin Malta Şahini’ ni okurken, detektif Spade’in yardımcısı Archer’i kimin öldürdüğüyle hiç kimsenin ilgilenmediğini (ki romandaki tek problem budur), çünkü okuyucunun dikkatinin hep başka şeylerle meşgul edildiğini ileri sürerler. Öte yandan, Sırça Anahtar romanında Taylor Henry’yi kimin öldürdüğünün önemi okuyucuya sürekli hatırlatılır; oysa her iki romanın etkisi aynıdır: hareketlilik, entrika, ikili oyunlar... ve karakterlerin giderek gelişmesi; zaten detektif romanının doğru yapabileceği tek şey budur. Gerisi salon oyunlarından başka bir şey değildir.

Ama tüm bunlar (Hammett de dahil) benim için yeterli değil. Gerçekçi detektif yazarı kentlerin, hatta tüm bir ülkenin gangsterlerce yöneldiği, oteller, apartmanlar ve ünlü lokantaların, paralarını fuhuştan kazanmış zengin adamlarca sahip olunduğu, meşhur bir film yıldızının aynı zamanta bir mafya erketesi olabildiği, iki adım ötenizde oturan nazik beyefendinin sayısal loto mafyasının başı olabildiği bir dünyayı yazmaktadır; bu dünyada mahzeni kaçak viskiyle dolu bir yargıç cebinde içki şişesi bulundu diye bir adamı hapse mahkum edebilir, yaşadığınız kentin belediye başkanı para bulmak için adam öldürmeyi onaylayabilir; bizler yasalardan sözedip uygulamadan çekindiğimiz için o kentin karanlık bir sokağında yürümek tehlikeli olabilir; o kentte gün ortasında bir banka soygununa tanık olduğunuz ve kimin yaptığını gördüğünüz halde hemen kalabalığa karışıp uzaklaşabilirsiniz, çünkü soyguncuların kolu uzun arkadaşları var olabilir veya polis sizin tanıklığınızdan hoşlanmayabilir, veya onları savunan avukatın sizi mahkemede hırpalayıp paçavraya çevirmesine siyasete bulaşmış bir yargıç göz yumabilir. Bu, pek hoş bir dünya değildir elbet, ama yaşadığınız dünyadır işte. Ve bazı sıkı ve soğukkanlı yazarlar bu dünyayı size akıcı ve hatta keyifli bir üslupla anlatabilirler. Bir insanın öldürülmesi keyif verici bir şey değildir, ama bazan beş kuruş için öldürülmesi uygarlık dediğimiz şeyin ilginç bir yüzü olabilir. Tüm bunlar hala yeterli değildir. Sanat denilebilecek her şeyde bir “anlamını bulma” niteliği olması gerekir. Eğer yüksek bir trajediyse salt trajediden ibaret olabilir; kara bir mizah veya güçlü bir adamın kahkahası olabilir. Ama o kalleş sokaklarda, kendisi kalleş olmayan, lekesiz ve korkusuz bir adam yürümelidir. Bu tür romanlardaki detektif böyle bir adam olmalıdır. O kahramandır, o her şeydir. O hem sıradan hem de alışılmadık, sözünün eri biri olmalıdır. İyice eskitilmiş bir deyim kullanmak gerekirse, “adam gibi adam” olmalıdır, ama bu içgüdüsel ve kaçınamıyacağı bir duruş olmalıdır. Dünyasında en iyi adam, her dünya için yeterince iyi bir adam olmalıdır. Onun özel yaşamı umurumda değil; ama hadım ağası veya zampara değildir; sanırım bir düşesi baştan çıkarabilir ama bir bakireye elini sürmeyecektir. Sıradan biri olmalıdır, çünkü sıradan insanların arasında dolaşacaktır. Karakter sahibi biridir, yoksa işini iyi yapamaz. Kimsenin parasını hileyle almaz, kimsenin hakaretini karşılıksız bırakmaz. O yalnız bir adamdır ve gururu, onu gururlu biri saymanızda yatar, aksi takdirde ona rasladığınıza pişman olurdunuz. Yaşıtlarının diliyle, yani alaycı bir sertlikle, hoyratça bir mizah anlayışıyla ve yapmacıktan nefret ederek, konuşur. Öykü bu adamın gizli bir gerçeği arayışının serüvenidir, ve o serüvene yatkın biri olmasaydı öykü de olmazdı. Ondaki duyarlılık sizi bazan şaşırtabilir, ama kendine ait, içinde yaşadığı dünyaya ait bir duyarlılıktır bu. Eminim, ona benzer yeterince sayıda adam olsaydı, dünya daha emniyetli bir yer ve yaşam yine daha az sıkıcı bir yer olurdu.

İngilizceden çeviren:

Bekir KARAOĞLU

Kategori: Bekir Karaoğlu Yazıları
Etiketler:
Raymond Chandler

Yorum yaz
mode_edit

İLGİLİ YAZARLAR

Nopic