"Aman Tanrım, yağ ne kadar kızmış. İçine ne koymayı düşünüyorsunuz?"
"Yorkshire puding yapıyorum."
"Bildiğimiz Yorkshire pudingi. Yanında bir de eski İngiliz usulünde pişirilmiş rozbif; bugünkü yemek bu mu?"
"Evet."
"Cenaze yemeğini andırıyor. Güzel kokuyor."
Yorkshire Puding (6 kişilik)
2 yumurta
1 kap un
1 kap süt
1 çay kaşığı zeytinyağı
Tuz, karabiber
Fırını 400°'de ısıtın.
Önce yumurta sarılarını beyazlarından ayırın ve iyice çırpın. Çırptığınız bu yumurta sarılarına azar azar unu ekleyin, sonra zeytinyağı ve süt ile kıvamını açıp, tuz ve karabiberi karıştırın. Krema kıvamını alıncaya kadar tekrar çırpın.
Diğer tarafta bekleyen ve katı hal alıncaya kadar çırptığınız yumurta beyazlarını yavaşça hamura yedirin. Kızgın etsuyu damlattığınız tepsiye dökün, yarım saat kadar, altın sarısı bir renge bürünüp iyice kabarana kadar pişirin.
Kızarmış et ile servis edebileceğiniz Yorkshire puding için önemli bir püf noktası, bütün malzemelerin oda sıcaklığında olmasıdır, yoksa ekmeğiniz kabarmaz.
Hepsi mutfağa doluşmuşlardı. Gazocağında patatesler neşeyle kaynıyordu. Fırındaki böbrekli böreğin kokusu eskisinden daha fazlaydı.
Dışarıda kış tüm sertliğiyle sürer ve kar, zaten yolları kapatmış olmasına aldırmadan lapa lapa yağmaya devam ederken bu sıcacık mutfakta olmayı kim istemez? Peki, bu mutfağın her yerden üç kilometre uzakta ve şiddetli rüzgârın telefon tellerini koparttığı, odaları bir türlü ısınmayan eski bir köşkte olduğunu söylersek? “Sorun değil, biraz soğuktan insana zarar gelmez.” diyenler olacaktır, o zaman hemen sözkonusu köşkün sakinleri arasında, diğerlerini öldürmeye and içmiş, acımasız ve sinsi bir katilin de bulunduğunu ekleyelim. “Bernie Rhodenbarr varsa no problemo, hiç olmazsa ölürken güleriz.” diye atılanlar için ziyadesiyle müteessiriz; zira Molly, kocası Giles ve bu genç çiftin birbirinden tuhaf pansiyonerleriyle başbaşa kalacaksınız maalesef. Fakat bu durumun iyi bir yanı da yok değil; Molly tüm zor koşullara rağmen önünüze karnınızı doyuracak iyi bir yemek koymak için can havliyle çabalayacaktır.
Molly dimdik ve hareketsiz duruyordu. Kızarmış olan yanakları alev alev yanmaktaydı. Bir iki dakika vücudu kaskatı durduktan sonra ağır ağır sobaya doğru gitti. Yere diz çökerek fırının kapağını açtı. Burnuna nefis bir yemek kokusu geldi. Genç kadın biraz keyiflendi. Sanki birdenbire alelade şeylerle dolu o sevgili, bildik dünyaya dönüvermişti. Yemek, evişi, yuva kurmak... Sıradan, heyecansız bir hayat...
Ta ilk çağlardan beri kadınlar erkekleri için yemek pişirmişlerdi. Tehlike ve delilikle dolu öbür dünya ortadan kaybolmuştu. Mutfağında çalışan kadın güvenlikte demekti... Her zaman orada güvenlikte demekti...
Aynı şekilde Poirot da Hastings ile İngiliz yemekleri hakkında dertleşirken, yanlarına gelen sevgili dostunun kızı Judith’e, bakın ne tür öğütler veriyor:
"… Sonra, yemekler... İngilizlerin o en kötü yemekleri burada pişiriliyor. Brüksel lahanaları tam İngilizlerin sevdiği gibi koskocaman ve kaskatı. Patatesler haşlama. Bunlar ya sert kalıyor ya da parça parça oluyor. Sebzeler su tadında. Daima, daima su tadında. Hiçbir yemeğe tuz ve biber koymuyorlar..." Arkadaşım anlamlı anlamlı sustu.
"Yemeklerin korkunç olduğu anlaşılıyor," dedim.
Poirot mırıldandı. "Ben şikâyet etmiyorum..." Ardından şikâyet etmeye koyuldu.
…
Poirot, "Ona yemekleri anlatıyordum," dedi.
Judith sordu. "Yemekler çok mu kötü?"
"Bunu sormaman gerek, yavrum. Yani sen deney tüpleri ve mikroskoplardan başka hiçbir şey düşünmüyor musun? Orta parmağına mavi odun alkolü bulaşmış. Midesiyle ilgilenmemen kocan için hiç de hoş bir şey olmaz."
"Evleneceğimi hiç sanmıyorum."
"Pekâlâ da evleneceksin. Tanrı seni neden yarattı?"
Judith, "Birçok şey yapmam için yarattığını umarım," dedi.
"Bunların başında da evlilik gelir."
Judith, "Pekâlâ," diye mırıldandı. "Siz bana iyi bir koca bulun. Ben de onun midesiyle yakından ilgilenirim."
Poirot, "Benimle alay ediyor," dedi. "İlerde bir gün yaşlıların ne kadar akıllı olduklarını anlayacak."
Kuşkusuz ki Poirot ile hiç karşılaşmamış olsalar bile Miss Marple, zarifçe başını eğerek ona hak verecektir. Zira kendisi de eski hizmetçisi Cherry’e, “Kızım kocana çok iyi bakman lâzım. Dikkat et, ona elinden geldiği kadar iyi yemekler hazırla. Akşamdan bir konserve açıp adamın önüne koymayasın. Erkeklerin iyi gıda almaları gerekir.” diye sıkı sıkı nasihat etmiştir.
Mutfağının sıcaklığında güven bulan Molly ve kocasına taze yemek pişirmekten başka bir şey düşünmeyen Cherry benzeri evli kadınlar ile Oxford matematikten yüksek dereceyle mezun olmasına rağmen ev hizmetçiliğini tercih eden Lucy’nin yanında, Anne Beddingfeld, Lady Eileen Brent (Bohça) gibi serüven peşinde koşan genç kızlarla tamamen farklı karakterler yaratmış olan Agatha Christie, yemek olgusunu polisiyelerinin arka fonunda sürekli kullandı. Yemek, insanların zehirlenerek, boğularak, tabancayla ateş edilerek, türlü türlü yollardan çeşitli şekillerde, değişik nedenlerle öldürüldüğü bu kitaplarda normal düzeni anımstan öğelerin başında gelir. Çünkü hayat her türlü şartta devam ediyordur; siz ne kadar acı içinde olursanız olun, uyumak, yemek yemek gibi temel yaşamsal işlevleri gözardı edemezsiniz.
Gece 3’te tabanca sesiyle yatağınızdan fırlamış, merdivenlerden koşarak aşağıya inmiş, kütüphane kapısı önünde dizilerek, sabahlıklarına sarınmış, korku ve endişe içerisinde bekleyen leydileri nazikçe bir yana iterek, içeriden kilitli kapıyı bir omuz darbesiyle açmış ve evsahibini başı kanlar içinde, koltuğuna yığılmış bir halde bulmuşsunuzdur. Ve akabinde uşak Jeeves’e bağırarak karakola telefon etmesini emretmişsinizdir. Polis gelmiş, notlar almış, suç yerini incelemiş, ahçı kadının hemen hazırladığı sıcak çay ve kurabiyeler eşliğinde tanıklarla konuşmuş, sabahın ilk ışıklarıyla tekrar dönmek üzere köşkten ayrılmıştır. Yorgunluktan ayakta duramıyorsunuzdur, odanıza çekilmeye, biraz da olsa uyumaya karar verirsiniz, ertesi gün için güç toplamanız lazımdır. Gözünüzü henüz kapatmışsınızdır ki, kapı gıcırdayarak açılır…
Jeeves sessiz adımlarla içeri süzülür, ağır kadife perdeleri açar, sabah çayınızı komodinin üzerine koyarken; “Ne güzel bir gün, değil mi efendim?” diye mırıldanır o duygusuz sesiyle. “Be adam!,” diye bağırmak gelir içinizden, “daha birkaç saat önce senelerdir yanında çalıştığın, bunca ekmeğini yediğin Sir Cozy öldürüldü, günün neresi güzel?” Ama bu tür lakırdılar amcasının Güney Afrika’daki elmas madenlerini denetlemekten henüz dönmüş genç bir centilmene yakışmayacağı için susarsınız.
Kahvaltı için aşağı indiğinizde büfenin her zamanki gibi çok zengin olduğunu görürsünüz. Cinayet ve diğer ufak tefek işler, ahçı kadın Susan’ın daha az çeşit çıkarmasına mazaret teşkil edemez asla. Tabağınıza bir şeyler alıp kahvenizin doldurulmasını beklerken, göz ucuyla Binbaşı Barnaby’in tabağına bakmaktan kendinizi alamazsınız, o da ne! Kaç akşamdır anlata anlata bitiremediği Afganistan Harbi hatıralarıyla herkese fenalıklar geçirtmiş olan bu yaşlı askerin tabağında, böbrek ve biftek sote, jambonlu yumurta, kazciğeri, salam, çörek, bal, marmelat, iki çeşit reçel, tereyağı, hepsi birbirine karışmıştır. Görünen o ki Sir Cozy’nin öldürülmesi o muazzam iştahından bir şey kaybettirmemiştir, aksine... Sol tarafınızda bulunan genç ve zarif Lady Claire ise bir parça kızarmış ekmeği, çay fincanından aldığı küçük yudumlar eşliğinde çiğneyip duruyordur. Öyle ya ne de olsa Claire bir hanımefendidir ve herkesçe bilinen bir gerçektir ki hanımefendiler çok yemezler, zaten şimdiye kadar hiç kimse Claire’i bir dilim greyfurt ya da kızarmış ekmekten başka bir şey yerken görme onuruna erişememiştir.
Kahvaltıdan sonra Müfettiş Japp ve ekibi çıkıp gelirler, tekrar tekrar aynı soruları sorup, pencerede parmak, bahçede ayak izlerini araştırırlar. Kafalarını sallayarak ayrılırlar ama gönlünüzü ferah tutunuz, onlar ki dünyanın son umudu, soyları tükenen birer çılgındırlar, muhakkak ki tekrar döneceklerdir. Biraz kafanızı dinlemek, olanlar üzerine düşünmek için bahçeye çıkarsınız. Ellerinizi golf pantolonun cebine sokup, dalgın dalgın ıslık çalmaya henüz başlamışsınızdır ki, bahçıvan yamağı James beliriverir önünüzde. “Sizi öğle yemeğine bekliyorlar, Sir.” der. Çaresiz yemek odasına doğru yollanırsınız, bahçeye açılan terasın Fransız kapılarına ulaştığınızda gözünüze çarpan ilk şey parlak, siyah rugan ayakkabılar olur. Bu papuçlar yumurta kafalı, gür siyah bıyıklı, her lafının arasına olur olmaz mon ami sıkıştıran ufak tefek bir yabancıya aittir. “Oh, mon dieu! Hindi içine doldurulmuş kaz içine doldurulmuş tavuk içine doldurulmuş jambon içine doldurulmuş mantar! Ah Lady Charlotte, bu zamanda böyle bir ahçınız olduğu için kendinizi şanslı addetmelisiniz!” der kocası dün gece öldürülmüş evsahibesine.
Güçbela öğle yemeğini atlatırsınız, ama önünüzde size bekleyen çok daha zorlusu vardır. Şu Amerikalı pişkin hafiyelerinin kafaları ellerindeki viski bardağı ile orantılı çalışırken, sizin gibi kır köşkü polisiye sakinlerinin en büyük gizli silahları zarif ve ince çin porseleninden yapılmış çay fincanlarıdır. Ve bu fincanlar genelde akşamüstü 5 sularında ortaya çıkarlar. Akşam çayından kaçmak için otomobilinize atlayıp, köye inmek istersiniz ama nafile! Garaja giden yolda, “Bertie! Bertie, hadi ama kuzum, çaya bekliyorlar.” sesini duyarsınız, on beş yaşından beri sizinle evleneceği günün hayallerini kuran, Sir Cozy’nin at suratlı kızı Hortense’dır bu. İçinizi çekip, idama giden bir tutuklu adımlarıyla ağır ağır terasa çıkarsınız.
Pamuk saçlı, pembe yüzlü, omuzlarında dantel şal, elinde kırmızı bebek patiği örgüsü bulunan yaşlı bir kadıncağız yarımay gözlüklerinin üstünden sizi şöyle bir süzdükten sonra, Claire’e dönerek konuşmasına devam eder.
“İnsanın başına bazen böyle şeyler geliyor. Geçen yıl Bertram Oteli’nde kalırken -bildiğiniz gibi Bertram’ın o eski ihtişamı kalmadı artık kapıcılar bile öyle saygısızlar ki. Düşünün mesai başında sigara içiyordu birisi, üstelik üniforma ceketinin omuzundaki yaldızlı sırmalardan biri kopuktu. Bertram’ın eski müdürü Bay Saunders hayatta olsaydı, eminim böyle bir skandala asla izin vermezdi. Sevgili yeğenim Raymond, biliyorum söylememe gerek yok ama hatırlatayım yeniden, belki -hiç ihtimal vermiyorum ya- bilmeyenler olabilir, kendisi çok ünlü bir yazardır. Sevgili eşi Joan da çok ünlü bir tiyatro oyuncusudur aynı zamanda, evet ne diyordum, ikisi de çok ünlüdürler. Geçen gün elma almak için gittiğim manav George, “Miss Jane. İstediğiniz gibi elmaları seçin, hiç sakıncası yok.” demez mi, şaştım kaldım. Çünkü manav ürünlerini kimseye ellettirmez, kendisi seçer, alta da çürükleri doldurur bazen. Halbuki her Pazar karısı ile kiliseye giderler bir de. Neyse, meğer manav ile eşi, Joan’ın –biz aile arasında kısaca ona Joyce deriz- hayranlarıymış, her Paskalya Yortusu’nda Devonshire’da sahnelenen…”
Claire size doğru yaralı köpek bakışları fırlatarak, gözleriyle kurtar beni diye yakarıyordur ama sizin değil Claire’i, kendinizi kurtaracak haliniz kalmamıştır, adınızı sorsalar iki dakika düşünüp ancak yanıtlayacak (ki o da yanlış!) bir hale getirilmişsinizdir. Kapıya doğru dönerek, “Efendim Jeeves? Telefon? Bana mı, derhal geliyorum.” dersiniz boşluğa. Belinizden iki büklüm kıvrılıp reverans yaparak, arka arkaya odadan çıkarken; Jeeves nerede diye bakınan leydilerin görüş alanından kaybolursunuz.
Odanıza çıkarsınız bir koşu, merdivenlerde kimseye, özellikle elinde tepsi ile bir orta hizmetçisine, yakalanmadığınız için derin bir oh çekersiniz. Kendinizi yatağa yüzüstü atıp, evsahibini kimin ve niçin öldürdüğünü, Hortense’dan nasıl kurtulabileceğinizi, Claire’i yaşlı kadının yanında bırakmakla bir cinayetin daha işlenmesine neden olup olmadığınızı düşünürsünüz. Günboyu çektiğiniz stress ve yorgunluk yüzünden gözleriniz ağır ağır kapanmak üzeredir ki, heyhat! Derinden gelen bir gong sesi yankılanır köşkte. Herkes bilir ki gongun üçüncü çalışında herkes resmi akşam kıyafetlerine bürünmüş bir halde, yemek salonunda hazır ve nazır bulunmalıdır. Siz Bertie, yıldırım hızıyla fırlarsınız yataktan, alelacele traş olup, yakası kolalı, önü fırfırlı beyaz gömleğinizi giyip, yakut kakmalı kol düğmelerinizi takarsınız. Yemek salonuna indiğinizde, Tommy ve Tuppence Beresfordların da davetli olduğunu görürsünüz her ne hikmetse.
Bütün leydiler, hatta Hortense bile uzun gece elbiseleri ve mücevherlerle son derece şıktırlar. Somon füme,fırınlanmış kuşkonmaz, rosto ve yorkshire pudingini, çikolatalı sufle ile gorgonzola peyniri takip eder. Yemek esnasında cinayetten konuşmak görgü kurallarına uymayacağından, bu seneki Derby yarışlarında büyük atak yaparak herkesi şaşırtan Kont Edwards’ın atı Sarıkanat’tan, artık herkesin yazı Cannes’da geçirebiliyor olmasından, İskoçların Shakespeare sahnelemeyi asla beceremeyeceğinden konuşursunuz. Yemekler yenildikten sonra leydiler Mavi Salon’a çekilirler, centilmenler de porto şarabı eşliğinde pürolarını içip, Sarıkanat’ın jokeyinin ne uslanmaz bir kumarbaz olduğu, Cannes’daki gece klüpleri, Lady Macbeth’de oynayan şu İskoç aktrist Mary’nin Lord Curzon’un metresi olup olmadığı gibi daha ciddi konuları tartışırlar. Sonra briç oynamak için Mavi Salon’da bekleyen leydilerin yanına dönerler, briç masalarının hemen yanındaki ayaklı sehpalar üstünde kazciğeri sürülmüş kanapeler, bir lokmalık tereyağlı salatalık sandviçleri, çilekli kekler, daha neler neler yoktur ki.
Bitti sanıyorsunuz değil mi, hayır daha gece yarısı sıcak kakaoları var ama yok, yüreğim dayanmayacak. Yazımızın kahramanı Bertie’yi bu son zulümden maruf tutarken, sizleri sevgili dostum Poirot’un sözleri başbaşa bırakıyorum, lütfen dikkate alınız.
“Her ne yaparsanız yapın, asla kütüphanede çay içmeyin. Ve akşam yemeklerinde tetikte olmayı kesinlikle bırakmayın, yalvarırım size. Ne yiyip içtiğinize dikkat edin. Asla ama asla yatmadan önce uyku ilacı veya bir fincan sıcak çikolata istemeyin, İngilizlerin deyimiyle belayı çağırmış olursunuz. Bu gibi durumlarda her zaman birileri, birilerini zehirlemeye calışır neredeyse. Hizmetlilerin nasıl olduklarını ise söylememe gerek var mı, bir fincan rahatlıkla başkasınınkiyle karıştırılabilir.
Öylelerini biliyorum ki, böyle bir hafta sonunda yanlarında kendi yiyeceklerini götürür ve odalarında kilit altında tutarlar. Evsahiplerine belki bir fincan papatya çayı için güvenebilirler ama bu da çok nadirdir. Biraz abartı mı dediniz? Belki öyle. Eh, insan kendisi yaşayıp görmeli, non?”
Kaynaklar:
Agatha Christie – 16:50 Treni, Fare Kapanı, Ve Perde İndi, Ve Ayna Kırıldı, Cinayetler Oteli
Dick Riley (ed.) , Pam McAllister (ed.) - The Bedside, Bathtub & Armchair Companion to Agatha Christie
Yıllardır Christie okurum, her kitabında İngiliz adetleri ve yemek çeşitlerinden biraz bulunurdu. Bunları böyle derli toplu bir yazıda okumak çok hoş oldu.
(Vaktiyle ben de bunların Salisbury steak dedikleri şeyin hamburger olduğunu ögrenince şaşırmıştım.) Teşekkürler Tülay Güneş Kılıç.
(Bu arada en güzel Christie romanlarından biri olan 16:50 trenini ve katilin maskesinin düşürülüş sahnesini de hatırlamış oldum.)
Ben teşekkür ederim, beğenmenize sevindim. Yazı için Agatha Christie'leri karıştırdığımda neredeyse hemen her kitabında yemeğe büyük yer verdiğini gördüm; insanlar sürekli bir şeyler içip, yiyorlar. Şöminebaşı İngiliz polisiye karakterleri kriket, tenis, golf gibi sporlara düşkün olmasalar, feciymiş halleri.