menu

Kocasının Gölgesinde Kalmış Bir Büyük Usta: Margaret Millar

Yazan: Tülay Güneş Kılıç
Yayın Tarihi: April 03, 2020 01:14

Bu yazı daha önce 221B Dergi Eylül-Ekim 2017 tarihli Sayı 11'de yayınlanmıştır.

 

“Sevgili Ken,
Ben derse gidiyorum, öğleden sonra dönerim. Buzdolabındaki üzümler ile ekmek kutusundaki tatlı çöreklere sakın dokunma! Koltuğumun yanındaki hariç, oturma odasının tüm perdelerini sımsıkı kapalı tut. Pencerenin önünden geçerken çok yavaş hareket et veya en iyisi mi sürünerek geç ki onları ürkütmeyesin.”

Meksika gezisinden henüz dönmüş olan Ken Millar, bu notu alınca, karısının aklını kaçırıp kaçırmadığı konusunda kaygılanır. Halbuki endişelenmesini gerektirecek bir durum yoktur, yalnızca yavaş yavaş görme yetisini kaybetmek üzere olan eşi Margaret, yokluğu sırasında hayatının sonuna kadar sürecek olan kuş gözlemciliği tutkusuna kapılmıştır.

Türkçe’ye çevrilmiş yalnızca bir kitabı bulunan Margaret Millar, sadece tutkulu polisiye severlerin tanıyabileceği bir yazar. Ancak yayın dünyasına henüz atılmış eşi ile beraber anılmamak için kitaplarında Ross Macdonald takma adını kullanmayı seçen kocası Kenneth Millar, sıkı hafiye polisiyelerinin Dashiell Hammett ve Raymond Chandler ile birlikte çok bilinen üç silahşörlerinden biridir.

Suç edebiyatı tarihinin en seçkin çiftlerinden Margaret Millar ve Ross Macdonald, hiçbir zaman ortak bir işe imza atmadılar. Başından beri çalkantılı bir evliliğe fakat özellikle birbirlerinin yaratıcı çalışmalarını desteklemek açısından güçlü bir ortaklığa sahiptiler. 45 yıl süren birliktelik ve sorunlu bir çocuk yetiştirmenin verdiği baskı ve gerginlikler, toplamda yazdıkları 53 kitabın hepsine olmasa bile birçoğuna yansır. İlişkilerini tanımlamak için, “Senden nefret ediyorum ama seni seviyorum ve bu canımı yakıyor.” etiketinin yapıştırılabileceği Millar çifti, arkadaşlarına kariyerlerinin başlangıcında kurmaca karakterlerinin diyaloglarının çoğunun birbirleriyle yaptıkları argümanlardan oluştuğunu itiraf ederler. Margaret Millar, sonraları Ross Macdonald’ın gölgesinde kalmış ve özellikle 1969’dan itibaren kitap satışlarının yanına bile yaklaşamamış olsa da ünlü eşinden çok daha orijinal ve yaratıcı bir yazar olduğu söylenebilir. Yirminci yüzyılın son dönem en iyi yazarları arasında sayılan Millar, elli yılı aşkın kariyerine 27 kitabın yanında kısa öykü, şiir, film senaryoları ve radyo oyunları da sığdırdı. Üç boyutlu karakterler yaratmakta, ilginç konuları çarpıcı düğümlerle bezeyip bazen de kitabın en sonundaki bitiş cümlesiyle çözmekte son derece ustaydı. Margaret Millar, günlük hayatın sıradan rutinlerini ele alarak yüzeyin hemen altında dolaşan duygu ve düşünceleri bulmak gibi büyük bir yeteneğe sahipti.

Margaret “Maggie” Ellis Sturm, 5 Şubat 1915’te Kitchener, Ontario’da doğar. Babası iki kez belediye başkanlığı yapmış bir iş adamı ve annesi bir lise müdürünün kızıydı. Rahat ve mutlu bir aile ortamında büyüyen Maggie, çok küçükken piyano eğitimi alır, ergenlik döneminde verdiği resitallerle müzik konusunda kariyerine devam edeceği düşünülürken, arkeoloji ve klasik araştırmalara olan ilgisi, yaratıcı yazma yeteneği ile birleşerek kendisini farklı bir yola iter. Öte yandan gelecekteki kocası Ken Millar’ın çocukluğu çok zor şartlar altında geçer. Kırklı yaşlarındaki Kanadalı bir anne ve ABD’li baba bir tarafından dünyaya getirilen çocuk, şiddetli tartışmaların içinde büyür. Bir süre sonra şair-gazeteci baba evi terk edince Ken, annesi ile birlikte oradan oraya taşınıp durur. Birçok kez farklı akrabalar yanına yerleştirilip, bazen de devlet kurumlarının himayesine verilen Ken, ergenliği boyunca cinsel kimlik karmaşası yaşar ve çeşitli küçük suçlar işleyip başını belaya sokar. Fakat hiçbir zaman okumaktan, kitap tutkusundan vazgeçmez. Lise yıllarında tanıştığı Maggie’ye büyük hayranlık duyar ama yaklaşmaya çekinir, okul çıkışı evine dönen genç kızı gizli gizli takip etmekle yetinir. Aslında hem Maggie, hem de Ken okulun aynı münazara takımındadırlar ve yine her ikisinin de hikayeleri eş zamanlı okulun edebiyat dergisinde çıkar.

Maggie, 1933'te Toronto Üniversitesi’ne devam etmek için bir burs kazanır ve üç görkemli yıl boyunca elinde sigara ve içki bardağı, Yunan klasikleri, psikoloji ve arkeoloji öğreniminin özgürce tadını çıkarır. Fakat annesini kaybedince büyük bunalıma düşer ve okulu terkeder. Arka arkaya iş değiştirir, depresyona girer ve fırtınalı ruh hali onu intihar girişimine kadar götürür.

Tam bu sıralarda eski okul arkadaşı Ken ile yolları yine kesişir. On beş yaşından beri genç kız ile evlenmeyi kafasına koyan ve onun kaderi olduğuna inanan Ken, aynı zamanda Freud ve Kierkegaard üzerine konuşabilmekten çok memnundur. Arkadaşlıkları birkaç hafta içerisinde ateşli aşka dönüşür ve Ken üniversiteden mezun olduktan hemen sonra evlenirler. Özgür bir ruha sahip olan Maggie, yıllar sonra bunu, “İnsan evlendiğinde tuhaf oluyor, özellikle benim gibi bağımsız bir türdense.” diye anlatır. Bir arkadaşlarının adada bulunan kulübesinde, böcekler ve sıcak hava içerisinde geçirdikleri sekiz günlük rahatsız balayından sonra, derhal boşanmayı aklına koyar ama bir şeyler onu engeller. Fakat hayatı boyunca bu olasılığı pratiğe dökmemiş olsa bile kafasından hiç çıkarmaz. Seneler sonra, artık her ikisi de yaşlandıklarında bir akşam sofrada dili sürçer; kocasına “bir tabak daha alır mısın?” diye soracağına, “boşanmak ister misin?” der.

Maggie düğünden iki ay sonra hamile kalır, kalp yetmezliği yüzünden kesin yatak istirahati verilir. Kızları Linda’nın doğumundan sonra, bu sefer de şiddetli migren ağrıları yüzünden yataktan çıkmasına izin verilmez. Bu süreçte evi geçindirmek Ken’in üstündedir, yatağa mahkum bir eş ve küçük bir bebeğin masraflarını karşılamak zordur. Bir gün editörü sayesinde tanıştığı John Buchan’ın yönlendirmesiyle neredeyse vazgeçmek üzere olduğu yazılarına devam eder. Ancak hikayelerini el yazısı ile yayıncılara gönderemeyeceğinin, bunun pek hoş karşılanıp dikkate alınmayacağının farkındadır. Ne tesadüftür ki aynı akşam radyoda bir soru-cevap yarışmasının reklamını duyar, ödül bir daktilodur. ‘Bu daktiloyu kazanacağım’ der ve dediğini başarır. Yataktan çıkması yasak olan Maggie, kocasının hikayelerini daktiloya geçirir ve çeşitli dergilere gönderirler. Bir süre sonra hikayeler satmaya başlar ve Ken, karısı ile küçük çocuğun tedavi masraflarını, evin giderlerini karşılamaya yetecek kadar para kazanmaya başlar. Böylece genç yaşlarından itibaren yazar olmayı akıllarına koyan Millar çiftinden profesyoneliğe ilk adım atan Ken Millar olur.

Yatağa mahkum olan Maggie, eşinin hikayelerini daktiloya geçirmekten başka Ken’in ona kütüphaneden taşıdığı kucak dolusu polisiye romanları birbiri ardına okumaya devam etmektedir. Bir gün sinirlenir ve elindeki kitabı yere fırlatarak, ‘ben çok daha iyisini yazabilirim!’ der. Eşinin teşvikiyle hemen yazmaya başlar ve hummalı bir çalışma içerisinde, kitabını 15 gün içerisinde bitirir. Bu sırada Ken evi temizleyip, bebeğe bakmaktadır. Dr. Paul Prye adlı bir psikiyatrın baş kahraman olduğu The Invisible Worm’u (1941) Doubleday'a yollar, ünlü yayınevi bugünün parasıyla 4.000 dolar karşılığında kitabı satın alır. New Yorker’da çıkan yorumlar övgü doludur ve eleştirmenler Margaret Millar'ın "önemli potansiyele bir yazar" olduğunu duyururlar.

Margaret Millar büyük bir hevesle, hiç ara vermeden ikinci kitabına başlar ve bunu diğerleri takip eder. İlk dönem eserleri komedi ve gizem karışımından oluşan tuhaf bir mizah anlayışıyla yazılmış polisiyelerdir. Genç yazarın romanları, gazetelerde tefrika halinde yayınlanmaya başlar ve ailenin geçimine büyük katkı sağlar. Karısının doğal yazma yeteğenine büyük hayranlık duyan Ken, onun ilk okuyucusu ve eleştirmeni olur. Bu arada aile Michigan’a taşınmış, Ken üniversitede dersler vermeye başlamıştır. Akşamları küçük ofisinde ilk romanı üzerine çalışır ve bir ay içinde The Dark Tunnel’ı (1943) yazar. Eylemlerden çok söylenenlere önem veren Maggie, eşini daha iyi diyalog yazması için dışarı çıkıp insanları dinlemesi konusunda uyarır. Karı-koca Millar’lar yazma konusunda yaşadıkları dayanışmaya karşın günlük hayatta şiddetli tartışmalar yaşarlar, bir seferinde Maggie’nin kocasına attığı çiğ yumurtanın sarısı, en nihayetinde içlerinden biri pes edip temizleyene dek günlerce duvarda kalır. Küçük kızları Linda da bazen fiziksel şiddete dek varan bu tartışmalara şahit olacaktır.

Kırklı yılların ortalarında Maggie altıncı romanı üzerinde çalışıp eleştirmenleri kendisine hayran bırakmakla meşgüldür. Kendini dışarıda bırakılmış ve eşine göre başarısız hisseden Ken Millar, Deniz Kuvvetleri’ne katılır ve Güney Kaliforniya’ya gider. Bitirdiği romanı The Iron Gates (1945), Warner Brothers tarafından günümüzün 200,000 dolarına satın alınınca Margaret, kocasını ziyaret ederken görüp vurulduğu, dağlar ve deniz arasında kalan Santa Barbara’dan hayatının sonuna kadar yaşayacağı bir bungalov alır. Iron Gates’de Lucille’ın hikayesi anlatılır. Dr. Andrew Morrow'un ikinci karısı olan Lucille Morrow, şimdi yirmili yaşlarında olan iki üvey çocuğu ile her zaman uzak ve rahatsız bir ilişki yaşamıştır. Öldürüldüğünden şüphelendiği kocasının ilk eşi Mildred sık sık rüyalarına girer, bir gün kendisine gönderilen esrarlı bir paketle olaylar gelişir. Kuvvetli bir gizem kurgusu içinde, karakterlerin keskin çizgilerle belirlendiği bu psikolojik gerilim, Maggie’ye aynı zamanda Hollywood’tan senaryo yazarlığı teklifi de getirir. Iron Gates’in başrolü için teklif götürülen Bette Davis ve Barbara Stanwyck, kahraman hikayenin yarısında ortadan kaybolduğu için oynamayı redderler. Maggie bunu umursamaz, o artık bir “kariyer kadını”dır. Yeni senaryolar yazar, birçok yazar ve eleştirmen ile tanışır, aşırı utangaçlığı ile tanınan William Faulkner’ı birlikte öğle yemeğine çıkmaya ikna eder, velhasıl hayatından memnundur. Bunca yıl boyunca eşinin gösterdiği fedakarlıkları ödemenin zamanı geldiğini düşünen Maggie, kocasına bir mektup göndererek, daha fazla çalışmasına ihtiyaç olmadığını, onun da hikayelerine geri dönebileceğini yazar. Ken bunu büyük bir sevinçle karşılar.

Tüm bu ateşli çalışmalar sırasında altı yaşına gelmiş olan kızları Linda, bakıcılar tarafından büyütülmektedir. Yalnız bırakılan küçük kızın saatler boyunca jimnastik salonunda elleri kanayıncaya kadar çalıştığının kimse farkında değildir. Kenneth Millar kızına çok düşkünken, Maggie anneliğin pek ona göre olmadığının farkındadır. Çocuğun eğitimi karşısında zıt görüşlere sahiplerdir, Maggie asla öpmemek veya sarılmamak gibi katı kuralları olan, kendisine göre bilimsel olan bir yöntemi tercih ederken, bunun saçma ve zararlı olduğunu düşünen Ken Millar çok daha sıcakkanlıdır. Linda’nın iki yaşından itibaren çok zor kelimeleri telaffuz edebilmesi Maggie’nin çok hoşuna gider, tekrar tekrar kızına aynı kelimeyi söylettirir. İleri yıllarda yazacağı romanlarda yer alan küçük kız karakterlerinde Linda’dan esintiler ve onun hakkındaki düşünceler bolca görülür.

Birkaç yıl sonra tekrar bir araya geldikleri Santa Barbara’da, Millar çifti seçkin bir edebiyat topluluğunun üyesilerken, Maggie en iyi eserlerinden bazılarını bu dönemde verir. Neredeyse bitirmek üzere olduğu romanının konusunun Gore Vidal’in yazdığı bir televizyon oyunu ile çok benzeştiğini fark edince, yarım bırakmak ister. Fakat Ken farklı bir final önerisiyle romanı kurtarır. Nitekim genç bir kadının bir telefonla başlayan kabusunun anlatıldığı Beast in View, 1955 yılı Edgar En İyi Roman Ödülü’nü kazanır. Roman karanlık bir atmosfer içinde gitgide tırmanan gerilimle birlikte müthiş bir düğüm ve sürpriz çözümünü içerir. Ne yazık ki, kitap günümüz okurları için bayat gelecektir fakat unutulmamalıdır ki, konu ilk kez altmış küsur yıl önce işlendiğinde bu kadar sık kullanılmaktan yıpranmamıştı. Sonraları Alfred Hitchcock TV antolojisi serisinde, Joan Hackett'ın oynadığı Beast in View’ın yanında, Mary Astor ve Boris Karloff'un da bulunduğu Rose's Last Summer’a (1952) da yer verir.

Bu sıralarda kızları Linda sorunlu bir ergenlik geçirmektedir. Sıcak ilgi görmediği annesinin romanlarında kendi portresine raslamak, özel hayatının gözler önüne serildiğini görmek genç kızı çok incitir. Okul hayatı da çok parlak değildir, sınıf öğretmeni Ken ve Maggie'yi Linda'nın toplumsal uyumsuzluğundan dolayı uyarır ama ailesi, kızlarının kendi yolunu üniversitede çizeceğini düşünerek kayıtsız kalır. Linda devam ettiği devlet okulunda dışlanınca özel bir okula gönderilir, fakat orada da zengin çocuklar tarafından küçümsenir. 15 yaşında kendinden büyük oğlanlarla içmeye başlamıştır, bir yıl sonra babasının hediye ettiği arabayla ölümcül bir kaza yapıp, üç yayaya çarpar ve 13 yaşındaki bir kızı öldürür. Sarhoş olmasına ve gazetelerdeki aleyhine manşetlerine rağmen, sekiz aylık gözetim gibi küçük bir cezayla kurtulur. Bu süreçte yoğun ilaç tedavisi gören Linda, yaşadığı travmadan kısa yaşamı boyunca kurtulamayacak, sürekli üzerinde baskı hissedecektir. Bir keresinde üniversite kampüsünden kaybolur, sekiz gün boyunca izine rastlanmaz. Babası özel bir dedektif yardımıyla kızını arar ve Reno’da bulur. Daha sonraları nispeten sakinleşen Linda evlenir ve bir çocuğu olur. Millar çifti, kızlarının artık mutlu olduğunu düşünürlerken, daha otuz bir yaşındayken kalp hastalığı yüzünden uykusunda hayatını kaybeder. Maggie öylesine yıkılır ki, “Söyleyecek bir şeyim kalmadı.” diyerek, birkaç yıl boyunca yazmayı bırakır.

Margaret Millar, altı yıl sonra, 1976’da muhteşem bir dönüş yapar. Maggie, 18 romanında Lew Archer hikayeleri üreten kocasının aksine, bir seri dedektife sıkışmadığı için olacak, kitapları pek ticari başarı göstermez. Ancak Millar, çağdaşlarından önemli bir şekilde farklıdır. Birçok gizem kurgusunun güçlü erkekler veya Bayan Marple, Nancy Drew gibi agresif olmayan kadınları içerdiği bir dönemde Maggie'nin kahramanları akıllı, zor ve bazen de tehditkarlardır. Kötü, genelikle mülayim bir yüzün ardına saklanır ve güneşli, güzel bir gün aslında çok kötü şeyler olacağının işaretidir. Bu dönemde, kitapları büyük ilgi görmeye devam eden Ross Macdonald, Alzheimer’ın pençesine düşmüştür. Yavaş yavaş karanlığa bürünen zihni artık yazmasına izin vermeyecektir, ne Maggie’nin ne de senelerdir mektuplaştığı, platonik aşkı ünlü yazar Eudora Welty’nin elinden gelen bir şey yoktur.

Türkçe’de Gönül Suveren çevirisiyle, 1962 yılında Hürriyet Yayınları tarafından yayınlanan Kaderin Esirleri (Vanish in an Instant, 1952) hariç başka bir kitabı bulunmayan Margaret Millar’ın değeri ancak yenilerde tekrar anlaşılmaya başlandı. “İyi ki kocamla ben polisiyeler yazmışız, farklı bir türe yönelseydik kitaplarımız tekrar tekrar basılmazdı.” diyen Maggie, eserlerinin uzun bir süre yeni baskılarının yapılmamasını öngöremez. Agatha Christie’nin, “Her zaman farklı” diyerek kendisine hayran kaldığı, Truman Capote’un paylaştıkları aynı yayıncıya, Millar’ın son kitabı çıkar çıkmaz hemen kendisine göndermesi için yalvardığı yazarın, ancak son iki yılda tüm eserleri yeniden yayınlanmaya başlandı.

Margaret Millar, psikolojik gerilim türünün sanat biçimine dönüşmesine yardımcı oldu ve son derece gerçekçi ve canlı üç boyutlu karakterlerle dolup taşan kitaplar yazdı. Millar'ın romanları, bireyin iç dünyasıyla, stresli durumların zihninde yarattığı gerçeğin çarpıtmalarıyla ilgilidir. Her ne kadar Margaret kocası Ross Macdonald'ın yaptığı gibi, toplumsal analiz üzerine yoğun olarak odaklanmasa da, romanlarında sosyal kaygılarının izleri mevcuttur. Margaret Millar’ın en iyi romanları arasında A Stranger in My Grave (1960), How Like an Angel (1962) ve Beyond This Point Are Monsters’ı (1970) sayabiliriz. A Stranger in My Grave’de, Daisy Harker tuhaf kabuslar görmeye başlayana kadar kocası Jim ile huzurlu bir yaşam süren sıradan bir genç kadındır. Gerçekmişcesine yaşadığı rüyalarında dört yıl önce öldüğünü ve doğum-ölüm tarihlerinin yer aldığı kendi mezartaşını görür. Bir dedektif tutarak araştırmaya başlar ve gerçekten de üzerinde aynı tarihlerin lakin farklı bir ismin bulunduğu rüyasındaki mezartaşının tıpkısını bulur. Aralarında Julian Symons da olmak üzere, çoğu eleştirmen tarafından en güzel kitabı olarak nitelendirilen How Like an Angel’da, suç edebiyatında özellikle Kaliforniyalı özel dedektiflerin sık sık karşılaştıkları çılgın tarikat liderleri konusunu çok farklı işler. Margaret Millar, okuyucuyu tarikata bağlı kişilerin dünyasına sokar ve kahramanı hafiye ile dengeyi iyi kurarak, gerilimi tırmandırır. Hikayelerinin konusu ve karakterleri üzerinde kurduğu kontrol okura da yansıtır ve yanıltmadan fakat dikkatle seçip zamana yayarak verdiği bilgilerle onları manipule eder. İflah olmaz bir duruşma meraklısı Millar, Beyond This Point Are Monsters adlı romanında uzun bir zaman hiç kaçırmadan izlediği çeşitli davaları, sürekli gittiği mahkeme salonlarını ilk kez kaleme alır. Suçluluk duygusu ve derinlerde saklanan sırların bezediği, son cümlesine kadar gizemini koruyan roman, hayran olduğu sürprizli finallerin ustası Agatha Christie polisiyelerine benzemektedir.

Bu süre zarfında, kocası Ken Alzheimer hastalığı ile uzun süren bir savaştan sonra ölür ve Millar'ın resmen glokoma bağlı olarak kör olacağı ortaya çıkar. Değişik kişilerin bakış açılarından bir cinayet davasının izlendiği Spider Webs (1986) adlı olağanüstü bir roman ile kariyerine güzel bir nokta koyar. Uzun yıllar eşinin gölgesinde kalmış yazar, 1983’de Amerikalı Polisiye Yazarları Birliği tarafından “Büyük Usta” ünvanı ile ödüllendirilmiştir. Zaten 1957’de kendisi ve 1965 senesinde de eşi Ross Macdonald birliğin başkanlığını yapmışlardır. LA Times tarafından yazarlık kimliği ile değil ama çevreyi koruma faaliyetleri yüzünden 1965'te Yılın Kadını da seçilmiş olan Margaret Millar, 1994’te çok sevdiği Santa Barbara’daki evinde, kalp krizinden hayatını kaybetti. Son yıllarda görme yetisini tamamiyle kaybettiği için kapkaranlık dünyasında ona eşlik eden sadece kuş sesleriydi.

 

Kategori: Suç Edebiyatının Divaları
Etiketler:
Margaret Millar
Kaderin Esirleri

Yorum yaz
mode_edit

İLGİLİ KİTAPLAR

Nopic

İLGİLİ YAZARLAR

Nopic