menu

Yetenekli Bayan Highsmith

Yazan: Tülay Güneş Kılıç
Yayın Tarihi: April 04, 2020 19:31

Bu yazı daha önce 221B Dergi Mart-Nisan 2019 tarihli Sayı 19'da yayınlanmıştır.

 

Bir restaurantda otururken birdenbire çantasından çıkarıp masanın üzerine koyduğu salyangozları izlemeye koyulan, önündeki yemek tabağına hiç dokunmayan çünkü yiyeceklerin insanların midesinde bir kütle gibi durup hasta ettiklerini düşünen ama viski ve sigarayı elinden hiç bırakmayan bir kadın. İçlerinde en yakın arkadaşları olmalarına rağmen Yahudiler ve siyahları eline geçen her fırsatta aşağılayan bir kadın. Geçmişinde sayısız kadın sevgilisi bulunan, özellikle evli veya ilişkisi olanları tercih edip, çiftlerin arasına girmekten haz alan, genç sevgilileri ile Nabokov’un Lolita’sına ilham verdiği söylenen, kuzguni siyah saçlı, delici bakışlı bir kadın. Toplum tarafından benimsenen “iyiler her zaman kazanır, kötüler cezasını bulur” minvalindeki adalete hiç inanmamış, suç ve vicdan kavramlarını hiç önemsememiş bir kadın. Yazdığı ilk romanı ile şöhreti yakalamış, ilerleyen yıllarda adı Dostoyevski ile aynı kefeye konulmuş bir kadın. Yine ilki Hitchcock olmak üzere eserleri birçok ünlü yönetmen tarafından filme uyarlanmış, günümüzde de yenileri çekilmeye devam eden bir kadın. Amerikalı vatandaşları tarafından anlaşılmamış, tıpkı alter-ego karakteri gibi beklediği ilgi ve beğeniyi Atlantik’in öte yanında bulup oraya taşınan bir kadın: Patricia Highsmith.

Mary Patricia Highsmith, 19 Ocak 1921'de Teksas Fort'da her ikisi de sanatçı olan anne ve babasının ayrılmasından tam dokuz gün sonra doğar. Annesi Mary Coates Plangman, sonraları kızına, hamileliğini sona erdirmek için terebentin içtiğini itiraf edecek ve gülerek, “belki de bu yüzden sen hep terebentin kokusunu sevdin.” diyecektir. Annesi yasal olarak bebeğin velayetini korurken, Highsmith’in anneannesi Patricia’ya birkaç yıl boyunca bakar. Highsmith, sonraları o günleri hayatının en mutlu zamanı olarak hatırlayacaktır.

Pat, üç yaşındayken annesi yeniden evlenir, birkaç yıl içinde yine sanatçı olan üvey babası Stanley Highsmith tarafından resmen evlat edinilerek onun soyadını alır. Bir süre sonra New York’a taşınan aile, küçük bir dairede yaşamaya başlar. Stanley’i babası olarak bilen küçük kız, gerçeği öğrenip asıl babasıyla tanıştığında 12 yaşındadır. Bu durum küçük kızın kafasını karıştırmakla kalmaz, annesiyle zaten sallantılı olan ilişkisine iyice darbe vurur. Patricia bir söyleşisinde o günleri şöyle anlatır: “Kaldığımız daire çok küçüktü, bu yüzden oturma odasında uyumak zorundaydım. Annemin, üvey babamı yaralayan kesin sözlerini duymamak için sağır olmam gerekirdi, adama resmen işkence çektirirdi.”

Ailesiyle yaşadığı travmalar küçük kızı yalnızlığa iter. Başarısız bir ilişkinin istenmeyen hatırlatıcısı olan Patricia, çok genç yaşından itibaren yalnızlığını kitaplarla gidermeye çalışır. Yerel kütüphanenin en sadık müavimlerinden biri olan Pat’in ilgisini, yaşının çok ötesinde eserler, içinde savaşın getirdiği acıları yansıtan fotoğraflarla yüklü tarih kitapları çekmektedir.

Patrica Highsmith yaşamı boyunca sayısız ilişkileri olmasına karşın asla uzun vadeli bir birliktelik kuramadı. Arkadaşlarıyla bile arasına mesafe koyarak, hayatının çoğu zamanını tek başına geçirdi. Bir zamanlar yayıncılığını yapmış olan Otto Penzler, kendisi için, “kaba, acımasız, sert, hiç sevmeyecek ve sevilmeyecek biri.” tabirlerini kullanır. Eski bir sevgilisi, Highsmith’i kızgın ve herkese karşı biri olarak hatırlar. Patricia, yazılarında nadiren aile kavramı hakkında olumlu bir şeyler söyler. Kendi yaşamındaki aksaklıkları eserlerine yansıttığı iddialarına ise şiddetle karşı çıkar, geçmişinin yazılarını etkilemesine asla izin vermediğini söyler. Ancak ne tesadüftür ki, kurguladığı kötü niyetli kahramanlarının çoğu tıpkı ebeveynleri gibi sanatçıdırlar.

Patricia Highsmith, annesi ve üvey babasıyla birlikte New York'a taşındıktan sonra Julia Richmond Lisesi'ne devam eder. Erken yaşta sanatın çeşitli dallarında yetenekli olduğunu fark eden Patricia, yazmaya başlamadan önce birçok arayışa girince resim ve heykeltraşlığa yeteneği bulunduğunu keşfeder. 15 yaşındayken kendini tamamiyle yazmaya verir, hikayelerindeki tuhaf karakterler ve suç faaliyetleri ileride yazacağı kurguların işaretini gösterir. Liseden sonra edebiyat dergisinin editörlüğünü üstlendiği Columbia Üniversitesi, Barnard Koleji’ne gider. Bir üniversite öğrencisi olarak artık daha profesyonel standartlarda yazıyordur. Okul dergisinde yayınlanmaya uygun bulunmayan kısa öykülerinden biri olan, The Heroine, 1945'de Harper's Bazaar'da çıkar.

Mezun olduktan sonra, kısa öyküler yazmaya devam ederken, içlerinde çizgi roman yazarlığı da bulunan çeşitli işlerde çalışarak geçimini sağlamaya uğraşır. Bu dönemde, bir Noel öncesi büyük mağazaların birinde yaptığı kısa süreli tezgahtarlık, yaşamının dönüm noktalarından birini teşkil edecek ve kırk yıl boyunca kitabın kapağına adını koymaya çekindiği bir romana dönüşecektir.

Yaşadığı güçlüklere karşın yazmaktan hiç vazgeçmeyen genç kız, 1948’de hayranı olduğu Truman Capote’un referansıyla New York, Sarasota Springs'de bir sanatçılar topluluğu olan Yaddo'ya kabul edilir. Müzmin nişanlısı yazar Marc Brandel ile burada tanışan Highsmith, yazmak için ideal olan bu sessiz ve sakin ortamda iki yıl sonra yayınlanacak ve büyük sükse koparacak ilk romanı Trendeki Yabancılar’ı (Strangers on a Train) yazar. Barones Orczy’nin bir hikayesiyle benzerlik taşıyan roman çok başarılı bulunur, fakat en çok hemen ertesi sene çıkan film uyarlaması sayesinde Patricia Highsmith, psikolojik gerilim ustaları arasına girmeyi başarır. Beyazperdeye Raymond Chandler ve Czenzi Ormonde tarafından uyarlanan Trendeki Yabancılar, Alfred Hitchcock tarafından yönetilir ve tüm zamanların en iyi klasik gerilim filmlerinden biri olarak anılır.

Marc Brandel ile inişli çıkışlı bir ilişki içerisinde olan Patricia, aynı zamanda birçok kadınla kısa süreli birliktelikler yaşar. Eşcinsel olduğunu asla kabul etmeyen genç kadın, 1949 senesinde psikanaliz sayesinde değişmeyi umar. O yılın sonunda bir Avrupa gezisi için New York’tan ayrılır ve en nihayetinde ne evlilik ne de çocuklarla ilgilenmediğine karar verip, nişanını yüzüncü defa ama bu sefer son olmak üzere bozar. Altmışlı yıllardan beri bir yandan seyahatlerine yoğun bir şekilde devam ederken, bir yandan da yazmaya odaklanan Highsmith, önce Fransa’da on üç, sonrasında İsviçre’de on beş yıl geçirir. Doksanların başında sağlığı gitgide zayıflamaya başlar; yetersiz beslenme, aşırı sigara ve içki tüketimi etkilerini gösterir ve akciğer kanseri, anemi dahil olmak üzere birçok ciddi hastalığa yakalanır.

Highsmith, 4 Şubat 1995'te İsviçre'nin Locarno kentinde hayatında kimse olmadan, yapayalnız ölür. Arkasında yirmi iki roman ve yedi kısa hikaye kitaplarının yanında yazma üzerine deneyimlerini paylaştığı Plotting and Writing Suspense Fiction (1966) adlı otobiyografik bir eser bırakır. Highsmith, kendisini edebiyat dünyasına sokan sanatçı komününe borcunu hiç unutmaz ve 3 milyon doları aşan bütün mal varlığını, ileride kitaplarından gelecek olan gelirlerle birlikte Yaddo’ya bağışlar.

Patricia Highsmith, hayata veda ettiğinde memleketi ABD’den bir yayıncısı bile yoktu ama yirmi yıl kadar sonra yaşarken hiç olmadığı kadar popüler olacak, bütün eserlerinin yeni baskılarının yanında hakkında iki eşsiz biyografi kitabı çıkacaktı. Bunlara ek olarak Jill Dawson’un 2016’da basılan ve ana karakteri tamamen Highsmith’den esinlemiş, ‘karısını öldürmeyi planlayan bir adam hakkında bir roman yazmayı düşünen bir romancı hakkındaki bir roman’ olarak tanımlanan The Crime Writer da sayılmalıdır.

 

Ve Bruno ve Carol ve Ripley

Patricia Highsmith, Yaddo’ya gittiğinde koltuğunun altında biri bitmek üzere olan, üç roman taslağı vardı. Trendeki Yabancılar yayınlanan ilk romanıydı ve sansasyon yaratmıştı. Hikaye, Guy Haines ve Charles Anthony Bruno adlı iki adamın bir tren yolculuğu esnasında karşılaşmaları ile başlar. Birbirlerine yakınlık duyan iki genç adam, sohbet ederlerken aslında birçok ortak noktaları olduğunu fark ederler. Bunlardan en önemlisi, ikisinin de yaşamlarında onlara ayakbağı olan ve mutluluklarını engelleyen bir yakınlarının bulunmasıdır. Başka birinden hamile olmasına rağmen Guy’ın karısı sırf kocası başka biriyle evlenmesin diye boşanmayı reddetmektedir, Bruno’nun babası ise aile servetinin iplerini sıkı sıkı tutmuş, oğlunun istediği lüks hayata kavuşmasını engellemektedir. Aslında sorunlarının çözümü basittir, birinin karısı, birinin de babası olur da eğer ölürlerse bütün problemler ortadan kalkacaktır. Fakat bir cinayet soruşturmasında polisin süpheleneceği ilk kişiler, maktüllerin ölümünden en çok fayda sağlayacak yakınlarıdır.

Bruno’nun aklına parlak bir fikir gelir, o Guy’ın karısını öldürecek, Guy da karşılık olarak onun babasını ortadan kaldıracaktır. Cinayet esnasında başka yerlerde olduklarını kanıtlayan iki genç adam da hiçbir kuşku altında kalmadan, istedikleri hayata kavuşacaklardır. Hiç kimsenin iki erkeğin tanıştığını bilmesi mümkün olmadığından, her biri diğerinin cinayeti için sağlam bir şahitlik sağlayarak şüpheleri asla üzerlerine çekmeyeceklerdir.

Guy, konuşulanları ciddiye almaz, çılgın bir yabancının hezeyanları olarak görür. Fakat Bruno için durum tam tersidir, Guy’ın ayrı yaşadığı eşi Miriam’ı öldürür. O sırasını savmıştır, şimdi Guy sözünü yerine getirmeli ve Bruno’nun despot babasını ortadan kaldırmalıdır.

İki adam arasındaki karşıtlık, romanın temelini oluşturur fakat filmi izleyenler kitap ile çakışan farklılıkları hemen göreceklerdir. Guy’ın olmak istemediği her şeyi Bruno temsil eder. Charles Bruno gerçek bir psikopattır ama Guy Haines da Hitchcock’un yansıttığı gibi masum değildir. Ünlü yönetmen Guy’ın mesleğini mimarlıktan profesyonel tenisçiye dönüştürür, böylece Guy filmin büyük bölümünde kelimenin gerçek anlamıyla beyaz giyen “iyi adam”dır. Filmdeki en çarpıcı değişiklik romanı çevreleyen karanlık atmosferi içermemesidir. Halbuki Patricia Highsmith için mutlu sonlar yoktur.

Gerilim alanındaki yeni popülaritesine rağmen, Highsmith bir sonraki çalışmasında türün dışına çıkar, Tuzun Bedeli (The Price of Salt, 1952) adlı lezbiyen bir aşk hikayesini yazar. Yayıncısı tarafından reddedilen Highsmith, ilk kitabıyla kazandığı başarıyı gölgelememek kaygısıyla romanını Claire Morgan takma adı altında yayınlamak zorunda kalır. Kitap, lezbiyen temalı bir roman için kaydedilen en eski örneklerden biri olarak son derece başarılı olur, bir milyonun üzerinde satar. 1990'da kitabın yeni basımında Highsmith, en nihayetinde isminin yazılmasına razı göstererek kitabın kendi eseri olduğunu kabul eder.

1948 yılının Aralık ayında, yirmi yedi yaşındaki Patricia, bir sene sonra basılacak ilk romanını henüz bitirmiştir. Noel zamanı, Bloomingdale mağazasının oyuncak bölümünde tezgahtarlık yaparak psikanaliz masraflarını çıkartmaya çalışır. Kafasını en çok meşgul eden şeylerden biri nişanlısıyla evlenme konusunda hissettiği belirsizliktir. Barnard mezunu olan Highsmith, dönemin sofistike kişileri gibi eşcinselliği düzeltilebilir bir psikolojik kusur olarak görmekle birlikte, kendisini değiştirmeye yönelik herhangi bir girişimi reddecek kadar özsaygıya sahiptir.

 Bir gün çalıştığı mağazaya şık görünüşlü bir kadın, kızı için oyuncak bebek almaya gelir. Highsmith daha sonra, “Belki onu yalnız olduğu ya da üzerindeki pahalı bir vizon ceketi için veya etrafa ışık saçan sarı saçları yüzünden fark ettim.” diye anlatır. Buz görünüşlü sarışınlar Alfred Hitchcock gibi, Highsmith’i de her zaman büyülemişti, hele evli ve zengin olanlarına hiç dayanamıyordu. Genç kadının eldivenini ağır ağır çıkarıp oyuncak bebeği incelemesi Pat’in başını döndürür. Bebeğe şöyle bir bakan sarışın kadın, Patricia’ya döner ve siparişinin gönderilmesini istediği evinin adresini verip ayrılır.

Tendeki Tuz ya da yıllar sonraki yeni basımlarındaki adıyla Carol, Highsmith’in tatlı dilli, psikopat Tom Ripley gibi katil ya da kitaplarının çoğundaki mutsuz kocalardan oluşan katil namzedlerini barındırmayan, suç ve şiddet içermeyen tek romanıdır.

Highsmith birkaç yıl sonra yaratacağı Tom Ripley ile edebiyat dünyasının en sıradışı ve popüler karakterlerinden birine imza atar. İtalya’da bulunduğu sırada, bir sabah altıda sahilde yalnız yürüyen bir adam görür ve orada ne yaptığı üzerine kafa yorar.

Highsmith bir röportajında, 1955’te çıkan Yetenekli Bay Ripley (The Talented Mr. Ripley) hakkında şöyle der: “Benim için kitabı yazmak hiç kolay değildi aslında romanı Ripley yazıyor hissine kapılıyordum, ben sadece kalemi tutup anlattıklarını kağıda geçiren bir araçtım.”

Pat hiçbir zaman 'Ripley olan kadın' olmadı, ancak Ripley'e istediği özelliklerin birçoğunu ve aynı zamanda takıntılı küçük alışkanlıklarının pek azını verdi. Highsmith, on beş yıl boyunca büyüleyici anti kahramanını bir daha ele almamasına rağmen 1970'te Ripley Underground, ardından 1974’de Ripley's Game ve 1980’de The Boy Who Followed Ripley ile okuyucunun karşısına çıkar. Serinin en son kitabı 1991 basımlı Ripley Under Water olur.

Tom Ripley hiç şüphesiz bir psikopattır; aslında kendisi için Charles Bruno'nun zarif bir versiyonu diyebiliriz. Yerleşik bir düzeni ve hiçbir zaman yeterli parası olmayan Tom, elde edemeyeceği lüks yaşamın peşindedir. Arkadaş ve tanıdıklarını kendi avantajları doğrultusunda kullanmada hiçbir tereddüt taşımayıp, önceliği hep kendi çıkarlarına verse de esasen hoş bir karakterdir.

Bir gün tesadüfen, İtalya'ya taşınan ve Amerika Birleşik Devletleri'ne geri dönmeyi reddeden bir tanıdığı Dickie Greenleaf'in babasıyla karşılaşır. Bay Greenleaf, oğlunun çok yakın arkadaşı olduğunu düsündüğü Tom’dan yardım ister ve Dickie'yi eve dönmesi için ikna etmesini rica eder. Tom, adamın yanılgısını düzeltmez, masrafların üstlenildiği İtalya gezisi çok caziptir. Fakat Tom İtalya’ya vardığında soğuk karşılanır, Dickie durumdan son derece hoşnutsuz kaldığını saklama ihtiyacı duymaz. Tom problemlerine nihai bir çözüm planlamaya başlar.

Kitabın geri kalanı ve diğer dört Ripley romanının büyük bir kısmı, Tom'un geçmişini geride bırakma çabalarına adanmıştır. Ripley serbest kalmaya devam etse de, yakında yakalanabileceği korkusundan asla kurtulmaz ve bu durum gerginliğin romanın sonuna kadar devam ettiği anlamına gelir. Cinayetler bol ve şok edici olmalarına ragmen okuyucular kendilerini ahlaksız Bay Ripley’i içten içe desteklerken bulurlar.

Polisiye romanlar yazarı ve eleştirmen H.R.F. Keating, Ripley ile ilgili bir anektoduna şöyle başlar: “Bana göre önceleri bir hırsızken kitabın bitimine doğru çifte katilliğe terfi eden Tom Ripley’den hoşlanmamak, hiç olmazsa sempati duymamak mümkün değildi. Fakat bazıları bunun tam aksi yönünde düşünüyorlardı. Yılın en iyi polisiye romanına verilen Altın Hançer için İngiliz Polisiye Yazarlar Birliği olarak toplandık, Ripley’in Oyunu oylamaya konulduğunda üyelerimizden biri şiddetle tepki gösterdi, eğer bu kitap seçilirse jürilikten istifa edeceğini kesin bir dille bildirdi.”

Nitekim ödül o sene başkasına gider, hatta ne ilginçtir ki ilk üç Ripley romanı da gerek Altın Hançer, gerekse Edgar en iyi roman ödüllerinde finalist olmalarına rağmen kupayı kaldıramazlar. Hoş bu durum, Patricia Highsmith’in çok da umurunda değildir. Zaten 1951’de de Trendeki Yabancılar Edgar yılın en iyi ilk romanında finalist olmakla kalmıştır. Fakat birkaç yıl sonra Patricia Highsmith, Yetenekli Bay Ripley ile Edgar Özel ve Fransız Grand Prix de Littérature Policière ödüllerini kazanır, 1964 yılında da Ocak Ayının İki Yüzü (The Two Faces of January) ile en iyi yabancı roman hançer ödülünü alır.

Suç kurgusunun çok önemli yazarlarından biri olarak kabul edilen Patricia Highsmith’in birkaç romanı polisiye olarak adlandırılsa bile eserlerinin çoğu psikolijik gerilim olarak nitelendirilir. Fakat Highsmith, bir kategori içine konulmaktan hiçbir zaman hoşlanmadı. Haklıydı, çünkü tıpkı George Simenon gibi türün kurallarını çiğnemeden ama sınırları zorlayarak adeta yeni bir sanat dalı yaratmıştı.

Highsmith kitaplarına has en belirgin özellik, okuyuculari sinirlendirip rahatsız edecek şekilde güçlü verilen, karakterlerin gelişim süreci ve karanlık atmosferlerdir. Highsmith, insan doğasının karanlık tarafına sert bir şekilde bakar ve herkesin şiddete başvurabilecegini, hatta cinayet işleyebilecek kapasitede olduğunu ortaya çıkarır. Highsmith adalet ile hukuk arasındaki "ince çizgiyi" belirtmeye gerek duymaz çünkü zaten adaletin olmadığını savunur. “Ben adalete olan tutkuyu oldukça sıkıcı ve yapay buluyorum, ne yaşam ne de doğa, adaletin yerine gelip gelmedigini umursamıyor.” der.

Altın Çağ'ın zirvesinde yükselen bir yazar olarak Patricia Highsmith’in, ne ilginçtir ki kim-yaptı bulmaca polisiyeleri veya detektif kahramanlarla hiç işi olmadı. Katilin kimliği kitaplarında asla bir soru olarak sunulmadı. "Ben bir bulmaca hazırlayıcısı değilim, zaten sırları da sevmem." diyen Patricia Highsmith, hiçbir zaman olayların göründüğü gibi olduğuna inanmadı. Romanlarında kurbanlara değil katillere sempati beslediğini ise hiç saklamadı.

Çarpık kişilikli Bruno gibi karakterleri çizme konusundaki eşsiz becerisi, Patricia Highsmith'i modern gizem ve gerilim kurgusunun en önemli yazarları arasına yerleştirir. Fakat Trendeki Yabancılar ile literatüre polisiye romancısı olarak girmek Patricia Highsmith için lanetlenmeyle eşdeğerdi. Çünkü Pat, suçluluk duygusunun günlük insanlar üzerindeki etkisini incelikle işlediği eserlerinin Dostoyevski, Kafka, Camus ve Poe isimleriyle birlikte anılması gerektiğini düşünüyordu. Suç kurmacası yazarı olarak tanındığı için hikayeleri, görmek istediği gazete ve dergiler yerine, Ellery Queen Mystery Magazine gibi polisiye dergilerde yer aldı. Ölümünden sonra, 2002’de The New Yorker’da The Trouble With Mrs. Blynn ismini taşıyan hikayesinin yayınlandığını görse çok mutlu olurdu.

Patricia Highsmith’in eserleri karanlık ve rahatsız edicidir. Çoğu zaman romanları, belli belirsiz derecede kaygıları olsa da sıradan bir yaşam süren, yine sıradan bir karakter ile başlar. Bu kişi, gerçekte ya da mecazi olarak yıkımına yol açan bir yoldan, çoğu zaman kendi eksiklikleri ya da akıl hastalıklarıyla birlikte ilerler. Romanlarının birçoğu aynı düzeni izler, örneğin, Beceriksiz’de (The Blunderer, 1995) işlenen tam da budur - kendi yetersizlikleri yüzünden sabote edilen bir adamı anlatır. Tatlı Hastalık (This Sweet Sickness, 1960), tacizciliğe kadar giden bir saplantı çalışmasıdır. El Sürçmesi (The Tremor of Forgery, 1969) suçluluk duygusunun yıkıcı etkilerinin bir hikayesidir. Bir istisna olan Edith'in Güncesi (Edith's Diary, 1977) dışında tüm gerilim romanlarının başkahramanı erkektir.

Patricia Highsmith’in romanları defalarca filme uyarlandı. Alfred Hitchcock’un yanı sıra Claude Chabrol, Claude Miller, René Clement, Wim Wenders, Anthony Minghella, Liliana Cavani gibi ünlü yönetmenlerin bulunduğu filmler ticari açıdan çoğu zaman başarı getirdi. 1960 yapımı Bir Fransız-İtalyan ortak çalışması olan ilk Bay Ripley uyarlaması Plein Soleil’de başrolde Alain Delon yer alır. Highsmith, Delon'un çizdiği Ripley portesini çok beğendiğini söyleyerek ideal aktörü ilan eder.

“Ben her zaman aşığım.” diyen, Arthur Koestler’in de bulunduğu az sayıdaki erkek sevgililerinin yanında onlarca kadın aşığı bulunan Patricia Highsmith yapayalnız öldü. Son derece karmaşık, bazen anlaşılmaz ama etkileyici bir yaşam süren Highsmith, kitaplarının yanında, tıpkı kahramanı Ripley gibi sürekli yalan söylediği, olmasını istediği gibi değiştirdiği anılarla dolu el yazmaları ve günlükler bıraktı.

 

Kategori: Suç Edebiyatının Divaları
Etiketler:
Patricia Highsmith
Edith'in Güncesi
Carol
Trendeki Yabancılar

Yorum yaz
mode_edit

İLGİLİ KİTAPLAR

Nopic Nopic Nopic

İLGİLİ YAZARLAR

Nopic