Ona aldığı gri takımı giyiyordu. Rüyalarından hatırladığı gibiydi. Tıpkı geçmişte Seine kıyısında yaptığı gibi ona yaklaştı; parfümünü kokladı, sonbaharda toprağın, ezilmiş yaprakların, ölen çiçeklerin kokusuydu. Flavières, bir eli göğsünde, ağzı açık, uyurgezer gibi ilerliyordu. Bu kadarı fazlaydı. Gücü tükeniyordu.
1958 yılında Alfred Hitchcock tarafından filme alınan Vertigo, yalnızca daha önce Dişi Kurtlar adlı romanını yayınladığımız Boileau-Narcejac ikilisinin en ünlü yapıtı değil, aynı zamanda gelmiş geçmiş en sarsıcı, yazınsal derinliği en yüksek polisiye romanlardan biri… İkinci dünya savaşı yıllarında, psikolojik sorunları nedeniyle polislikten emekli olmuş Flavières, eski bir arkadaşının çağrısıyla bir tür özel dedektiflik işini üstlenir. Böylece hem bir aşk hikâyesine hem de son sayfasına kadar soluk soluğa okuyacağımız gizemli bir olaya tanık olmaya başlarız.
Önemli bir klasiği daha aradan çıkarttık şükür.
Boileau-Narcejac Fransız polisiyeciler Pierre Boileau ve Thomas Narcejac'ın kitaplarında kullandıkları müstear isim. 1954 tarihli bu klasiğin gerçek ismi de 'Vertigo' değil, 'Ölüler Arasında'. 1958'de Alfred Hitchcock 'Vertigo' ismiyle sinemaya uyarlayınca kitap da 'Vertigo' olarak bilinir oldu, iyi de oldu. Gizemin psikolojik gerilimle birleştiği gerçek bir klasik.
İkinci Dünya Savaşı yeni alevlenirken eski polis, yeni avukat kahramanımız Roger Flavières eski arkadaşı Gevigne'in yardım isteğini geri çeviremez. Gevigne'nin karısı Madeleine'in bazı tuhaf davranışları vardır. Madeleine, kendi yaşındayken intihar ederek ölen büyük büyük teyzesi Pauline Lagerlac'ın ruhunun içinde olduğuna inanmakta ve kendisi de intihara eğilim göstermektedir. Gevigne işlerinin yoğunluğu nedeniyle Flavières'den karısına göz kulak olmasını ister.
Flavières'in vertigosu (yükseklik korkusu) vardır ve bu yüzden geçmişinde başka bir polisin ölümünü önleyemediği için suçluluk duymaktadır. Polislikten de o yüzden ayrılmıştır. (Hollywood'dan önce 'travmatik geçmişli, kendisini suçlayan alkolik polis' temasının kullanılmadığını sanmanız beni üzer. Nitekim Hollywood da bu temaları bu klasiklerden öğrendi.)
Flavières takip ettiği Madeleine nehre atlayıp intihar etmeye kalkınca onu kurtarmak zorunda kalır ve kadınla tanışmış olur. Kocasının da rızasıyla kadınla arkadaşlık etmeye başlar. İşleri çıkmaza sokacak şekile kadına aşık olacağını bilmem söylememe gerek var mı?
Bir gün Madeleine daha önceki hayatında orada bulunduğuna inandığı küçük bir kasabaya götürür kahramanımızı. Kilisenin çan kulesine tırmanmaya başlar, bizimki de peşinden. Fakat bizimki yüksekten korkuyor... Kadına yetişemez, kadın kendisini kuleden aşağıya atar. Kahramanımız çok da kahramanca olmayan bir şekilde olay yerinden topuklar ve Paris'e kaçar. Gevigne'e karısının intiharına şahit olduğunu anlatmaz. Gevigne, karısının ölümü yüzünden polis tarafından sorguya çekilir. Daha sonra da Alman istilasında ölür.
Savaş bittiğinde Paris'e dönen Flavières halen suçluluk hissetmekte ve halen Madeleine'in aşkıyla yanmaktadır. Bir gün sinemada kadının yüzünü bir reklamda görür. Sorar, soruşturur ve reklamda oynayan aktrisi bulur. Kadın her ne kadar Renée Sourange isminde farklı bir kişi olduğunu söyleyip dursa da; bizimki onun Madeleine olduğundan emindir. Kadın gel zaman git zaman bizimkinin metresi olur. Flavières onun Madeleine gibi giyinmesini, Madeleine gibi davranmasını istemektedir.
Bu noktadan sonrası fena spolier oluyor, böyle bir polisiye klasiğinde size kıyamam. Sonundaki önemli 'twist' ile olayın hiç de doğaüstü olmadığını ve Flavières'in fena halde oyuna geldiğini anlarız. Depresif ve melankolik bir atmosferde şahane bir gizem!