“Leo Bruce da kim?”
Yukarı Kattaki Çığlık elinize tesadüfen geçer. Yıllarca kütüphanenizin en tozlu köşesinde pinekler. Okunmayacağından emin; Çin Portakalı ile On Küçük Zenci’nin arkasında omuzlarını büzer, sıkışıp kalır. Üzerine “Dünya Dedektiflik Romanları” yazmamış olsalar, çoktan elden çıkarırdınız. Her sahaf ziyaretinden önce bir daha sorgularsınız bu kararınızı; göz ucuyla bakarsınız: “Atsam mı, satsam mı?” Leo Bruce da kim ki sonuçta?
Kitabın kapağında Rupert Croft-Cooke yazsaydı fikriniz değişir miydi? Rupert Croft-Cooke’un çağrıştırdıklarına bakalım: Nemli İngiliz taşrasında Victoria sitili bir malikâne, öncesinde özel olarak giyinilen akşam yemekleri, yemek sonrası şöminenin önünde içilen şeriler, şeriye eşlik eden cinai sohbetler, briç partisi tüm sessizliğiyle sürerken aniden duyulan yukarı kattaki çığlıklar...
Yukarı Kattaki Çığlık tam da bu çağrışımların kitabı. Altın Çağ polisiyelerinin tüm hazır malzemesini kullanıyor, gerçek bir “locked-room/kapalı oda” gizemi oluşturuyor ve “whodunnit/katil kim” geleneklerine harfiyen uyuyor…
Yo, hayır. Aslında geleneklere uyuyormuş gibi gözüküyor. Ama bu da yazımızın sürprizi olsun!
Rupert Croft-Cooke, dönemindeki popüler kültür ürünlerinin elli yıl sonra “klasik” mertebesine yükseleceğini, meraklılarca kapışılacağını bilseydi; bir İngiliz beyefendisine yakışacak ismini “Leo Bruce” gibi Amerikanvari bir müstear adla değiştirmezdi. Belki polisiye yazınının geleceğini öngöremedi, belki sahne-ismi modasına kapıldı, belki de isminden ve geçmişinden kaçıyordu… Ya da belki de kasıtlı bir fiildi? Belki de Altın Çağ polisiyesi gibi gözüken bir “Altın Çağ parodisi” yazdı ve buna uygun olarak ismini de parodileştirdi. Hayatta olsaydı sormak isterdim. Maalesef 1979 senesinde ben açarken gözlerimi, o kapatıyormuş. Nur içinde yatsın.
76 yıllık yaşamı oldukça maceralı geçmiş: İngiltere’nin Kent bölgesinin Edenbridge şehrinde büyümüş, Wellington College’de eğitim görmüş. On yedi yaşında Fransa'da yaşamaya başlamış, on dokuzunda Arjantin'e gitmiş. Buenos Aires Üniversitesi’nde okurken bir yandan da haftalık La Estrella gazetesini çıkarıyormuş. Yedi yıl sonra Londra'ya dönmüş, 1929 ile 1931 yılları arasında sahaflık yapmış. Derken gelsin Almanya, İsviçre, İspanya… İkinci Dünya Savaşı'nda İngiliz istihbarat birliklerine katılmış ve Bombay, Karaçi, Delhi gibi görev yerlerini gezmiş. Altı yıl süren askerliğini Britanya İmparatorluk Madalyası ile ülkesine dönerek tamamlamış. Londra’da haftalık yüksek sosyete gazetesi The Sketch için kitap eleştirileri yazıyormuş ki; 1953 yılında homoseksüellik suçundan dava edilmiş, altı ay hüküm giymiş. Bunun üzerine İngiltere’den ayrılmış ve 1954 yılında Fas’ın Tanca şehrine yerleşmiş. Vefatına kadar da serbest gazeteci ve yazar olarak çalışmaya devam etmiş.
1930’dan başlayarak politikadan seyahate, sosyal eleştiriden anıya, mutfak kültüründen tarihe kadar geniş bir yelpazede 80’in üzerinde kitap yazmış. Eserleri arasında şiirler ve oyunlar da var. Yayınlanmış polisiye romanları ise 31 adet. Ne kadar ilginçtir ki; diğer kitaplarının aksine, polisiyelerinde maceralı hayatına dair hiçbir ipucu vermemiş okuyucuya. Polisiyeleri safkan İngiliz tarzını her zaman korumuş.
Yukarı Kattaki Çığlık – Case For Three Detectives Rupert Croft-Cooke’un “Leo Bruce” takma adıyla 1936 yılında kaleme aldığı ilk polisiye roman. Bu romanda yarattığı Çavuş William Beef karakteri ilerleyen yıllarda yedi kitapta daha boy gösterecek ve serileşecek. Hali vakti yerinde tarih öğretmeni, emekli komando Carolus Deene ise 23 romanda amatör dedektiflik yaparak Çavuş Beef’ten daha fazla olayın çözümüne imza atacak.
Ancak Çavuş Beef imzasını polisiye tarihine atmış bir kere!
“Cockney” olarak tabir edilen bir “East-Ender” - Doğu Londralı - olan Çavuş Beef, 50’li yaşlarda iri yarı bir adam. Basit bir kasaba polisi, ancak serinin ilerleyen kitaplarında polisliği bırakıp kendi dedektiflik bürosunu açacak kadar da polislik kurumundan hazzetmediğini hissettiriyor. Yukarı Kattaki Çığlık macerasının daha 18. sayfasındayken polisiye edebiyatı dünyasına epey cüretkâr bir giriş yapıyor:
…“Cesedi muayene ettim ve bir neticeye vardım.”
Williams: ”Ne? Ne ettiniz?” diye sordu.
“Cesedi, kan lekelerini ve bıçağı muayene ettim ve bir neticeye vardım diyorum.” dedi.
Hayretle: “Yani cinayeti kimin islediğini biliyor musunuz?” diye sordum.
“Henüz o kadar ileriye gitmedim. Yalnız yapılacak şeyi yaptım.” dedi.
Nefsine olan bu itimadı sinirime dokundu. ”Bir an önce Scotland Yard ile temasa geçseniz iyi olur.” dedim.
O gene kati bir tavırla: ”Belki de buna lüzum kalmaz.” dedi.
Bütün kasaba halkını tanıyan Doktor: “Bu saçma gurura ne lüzum var?” dedi. “Bu sizin göreceğiniz bir iş değil. Bakalım Scotland Yard bile bu işin içinden çıkabilecek mi? Hemen telefon edip haber vermeli.”
Komiser: “Ben vazifemi bilirim.” dedi.
Doktor kızmıştı: “Siz galiba bu gece kafayı tütsülemişsiniz.” dedi. “Gidip emniyet amirini göreyim.”
Komiser hiç aldırış etmedi. “İstediğinizi yapabilirsiniz.” …
Ne okuyucular ne de hikâyenin kahramanları ciddiye alıyor Çavuş Beef’i. Neden alsınlar ki? Altın Çağ polisiyelerinde centilmen/leydi dedektifler olayı çözerlerken kasaba polisleri ancak figüran olarak ayak işlerine koşturabilirler. Nitekim çok geçmeden hususi otomobili ve pahalı puroları ile ilk centilmen dedektifimiz Lord Simon Plimsoll varıyor olay yerine:
… “Gene şu mahut kapalı oda hikâyelerinden biri! Ben de yeni bir şey bulacağımı sanıyordum.”…
Dorothy L. Sayers’a aşina okuyucular, kitaba aniden ithal olan bu karakterin aslında Lord Peter Wimsey’in ta kendisi olduğunu anlamakta gecikmeyecekler elbette. “Ne işi var Lord Peter’in?” demeye kalmadan ikinci dedektifimiz sahneye çıkıyor:
… İki büklüm olmuş ufak tefek bir adam gözüme ilişti. Saçsız başı bir yumurtaya benziyordu. Onu derhal tanıdım. Yanına sokuldum: “Yanılmıyorsam Fransız polis hafiyesi Mösyö Amarante, değil mi?” dedim.
Gözlerini kaldırarak ciddi bir tavırla: “Evet dostum, karşınızdaki büyük Amarante'dir.” dedi…
Nuriye Müstakimoğlu çevirisinde Mösyö Amarante olarak adlandırılan bu karakter, orijinal eserde Mösyö Ames Picon olarak tanıtılıyor. Bu karakterin kimin üzerinden modellendiğini çıkaramayanlar olduysa, bir ipucu daha verelim:
… “O halde vaziyeti bilmiyorsunuz.” diye başlayacak oldum.
Derhal sözümü kesti: ”Sizin bildiklerinizin hepsini, hatta biraz daha fazlasını biliyorum dostum!” …
Mösyö Picon’un bu Hercule Poirot tavırlarının kitap boyunca okuyucu için sonsuz bir eğlence olduğunu söylemek gerek. Poirot’nun tevazudan epey uzak özgüveni birden sivriliveriyor kurgunun akışında. Lord Peter ile Poirot suretlerinin kapışması için bir iddia kuponu dolduracak oluyoruz ki; hikâyeye katılan üçüncü dedektifimiz de kendi iddiasını ortaya koyuyor:
… Sabah Lord Simon'la şüphe altında olanlardan üçünü görmüştüm ve Lord Simon nazariyesinin tamamlanmış olduğunu söylemişti. Öğleden sonra Mösyö Amarante'yle şüphelilerden ikisini görmüştüm. O da meseleyi hallettiğini söylemişti. Simdi Monsenyör Smith'in de bu iki adama bakarken aynı şeyi düşündüğünü biliyordum…
“Monsenyör” unvanının Katolik Kilisesi’nde belli seviyedeki din adamlarına verildiği bilgisini verelim. Her yeni dedektifimizin dönemin polisiye karakterlerinden uyarlandığını artık öğrendik ya; Monsenyör Smith’e modellik eden Altın Çağ’ın en ünlü rahip dedektifi Peder Brown’u da hemen tanıyoruz tabii.
Dorothy L. Sayers, Agatha Christie ve G. K. Chesterton birbirleriyle yarışıyor! Kim kazanacak? Katili kim bulacak?
Yukarı Kattaki Çığlık için yazımızın girişindeki alıntı: “Belki de bu güne kadar yazılmış en olağandışı polisiye…” yabancı bir kitap sitesinden yapıldı. Gerçekten de polisiye antolojileri bu kitabı “polisiye parodisi” olarak adlandırıyor ve polisiye tarihinde özel bir yere koyuyor. Kitap, döneminin en ünlü yazarlarının en ünlü dedektiflerini, isimlerinin dilbilimsel benzerliğine kadar yeniden yaratıyor, birbirine kırdırtıyor. Daha da önemlisi; bunu kör kör parmağım gözüne yapmadan, geleneklerden sapmadan, olağan bir kapalı-oda gizemi içerisinde başarıyor. Yani olağan görünerek olağanüstüyü gerçekleştirebiliyor.
Parodi ise kitabın sonunda zirveye çıkıyor: Ünlü dedektiflerimizin üçü de okuyucuyu şaşırtacak giriftlikte ancak sorgulanmayacak sağlamlıkta mantıklar geliştirmişler elbette. Nazariyeler tek tek açıklanıyor. İnce düşünülmüş, detaylı gözlemlere dayanan, “gri hücrelerin” performansını maksimize eden çözümler bunlar. Önce Lord Simon, sonra Mösyö Picon, en son da Monsenyör Smith çözüyorlar olayı. Bu arada birbirlerinin teorilerini de çürütmekten geri durmuyorlar. Tüm bunlar olurken Çavuş Beef horlanmış bir halde arkada oturuyor ve ısrarla “Ben kimin yaptığını biliyorum!” diyor.
… Thurston üzüntü ile: “Demek, katilin kim olduğu hâlâ anlaşılamadı.” dedi.
Williams biraz şaşkın komisere dönerek sordu: “Beef, sizin bu husustaki fikriniz nedir?”
Komiser Beef hafiyelere bakarak: “Ben efendiler gibi zeki değilim.” dedi. “Güzel hikâyeler icat etmesini, güzel sözler söylemesini beceremem! Doğrusu kendilerini hayranlık içinde dinledim. Bugünü hiç unutamayacağım.”
Williams: “Şimdi onları bırakın da katili bulmağa çalışın!” dedi.
Beef, “Ha, evet, unutuyordum.” dedi. “Ben katilin kim olduğunu biliyorum. Fakat dünyada böyle hikâyeler anlatmasını beceremem.”
“Katilin kim olduğunu keşfettiğinizi çoktan beri söylüyorsunuz.” dedim. “Bize nazariyelerinizi anlatın.”
“Benim nazariyem yok.” dedi. “Bildiğim şey gayet basittir. Sizi hayal inkisarına uğratmaktan korkuyorum.” …
Sıradan bir kasaba polisi, polisiye dünyasının en ünlü üç dedektifini alt edebilir mi? Çavuş Beef ediyor! Meğerse Çavuş Beef kitabın başından beri “Katilin kim olduğunu biliyorum.” derken ciddi imiş. Ortaya o kadar basit bir çözüm koyuyor ki; meşhur dedektiflerimizin nazariyelerinin nasıl fanteziye kaçtığını tüm çıplaklığıyla seriveriyor önümüze. İşte bu noktada Rupert Croft-Cooke tüm bu dedektiflerle ve yazarlarıyla açıkça dalga geçiyor.
Peki, bizim Çavuş, dünyanın en ünlü beyinlerinin ulaşamadığı çözüme nasıl bu kadar kolay ulaşıyor dersiniz? Buyurun, kendisinden dinleyelim:
… “Görüyorsunuz ya iş ne kadar basit!”
Dehşet içinde bu izahatın ne kadar makul olduğunu düşünüyordum. “Fakat Beef, delilleriniz var mı?” diye sordum.
“Delillerim mi? Sürü ile. Biliyor musunuz bunu nasıl keşfettim? Kan lekelerini muayene ederek. Bu efendiler gibi nazariyeler yürütemem! Fakat meslekte bize birçok şeyler öğretirler. İlk olarak da kan lekelerini muayene etmesini öğretirler.”…
Polisiye parodisi olmasının yanı sıra, Yukarı Kattaki Çığlık belki de dünya polisiye tarihinde somut delillerin ve kriminal analizin süper-nazariyelere baskın çıktığı ilk roman!
… Görüyorsunuz ya efendiler. Ben alelade bir polisim ve malum, muayyen yollar üzerinde hareket ederim. Kan ve mürekkep lekelerini gördükten sonra o gece hepinizin elbiselerinizi muayene ettim…
Rupert Croft-Cooke bugün CSI benzeri dizilerin mantar gibi türediğini, her iki üniversiteliden birinin gönlünde Adli Tıp Kurumu’na iş başvurusunda bulunmak yattığını bilseydi ne derdi acaba? Hayatta olsaydı sormak isterdim.
… Mösyö Amarante ayağa kalkarak elini uzattı ve: “Komiser efendi bu meselede büyük bir zekâ ve dirayet gösterdiniz. Sizi tebrik ederim.” dedi.
Lord Simon da takdirkâr bir iki kelime mırıldandı.
Beef tevazu ile, “Bu takdirleri hak ettiğimi zannetmiyorum.” dedi. “Ben sadece aldığım talimata göre hareket ettim. Kan lekelerine dikkatli bir göz attım. Üst tarafı kendi kendine geldi. Sizlere söylemiştim zaten bu iş sizin için fazla basittir diye.”
Ezkaza Yukarı Kattaki Çığlık kütüphanenizde bulunuyorsa; bilin ki, elinizdeki kitap polisiye edebiyatı tarihinin son derece nadide ve o derecede de nadir mihenk taşlarından birisidir. Aman diyeyim, sakın atmayın, satmayın! Çünkü o belki de bugüne kadar yazılmış en olağandışı polisiyedir…
Yukarı Kattaki Çığlık (Case for Three Detectives, 1936) / Leo Bruce , Çev: Nuriye Müstakimoğlu
Kategori: Tozlu RaflarAltın Çağın en meşhur 3 hafiyesi ile çok zarifane dalga geçen bir kitap. Keşke Gideon Fell veya Ellery Queen de orada olsaydı.
Her ne kadar göstermese de esaslı adamdır Çavuş Beef. Yalnız ben Poirot'nun silüetine takıldım; o nasıl bir zerafettir, ince endamdır, hayranıyız.
Öncelikle çok keyifli bir yazı olmuş, devamını bekleriz.
Kitap meşhuuur "Dü De Ro", nam-ı diğer Dünya Dedektiflik Romanları serisinin nadide bir parçası olarak bir yerlerde durup durur ama, yazıyı okuyana kadar hiç de gündemime girmemişti.