Bu yazı daha önce 221B Dergi Mayıs-Haziran 2018 tarihli Sayı 15'de yayınlanmıştır.
“Bunu nasıl yapabileceğimi bilmesem de Z’ye kadar gitmeye kararlıyım. Fakat size şunu temin ederim ki Kinsey hep var olacak.”
Geçtiğimiz Aralık ayında kaybettiğimiz Sue Grafton, 28 ülkede, 26 ayrı dilde on iki milyondan fazla satan Alfabe Serisi ve kazandığı sayısız ödüllerle polisiye edebiyatının en önemli isimlerinden biriydi. Grafton henüz daha işin en başında, serinin ilk harfindeyken son kitabının adını belirlemişti bile: Zero’nun Z’si. Fakat ne acıdır ki, bitiş çizgisine bir adım kala, yirmi beşinci macera olan Y’nin (Y is for Yesterday, 2017) çıkmasından hemen sonra yaşamını kaybeder. Geride bıraktığı eşi ve çocukları için de alfabe Y harfinde sonlanır ve kesin bir dille asla bir başka yazara Z’yi yazdırtarak seriyi bitirtmeyeceklerini belirtirler. Kinsey okurları için belki de böylesini çok daha uygundur, çünkü bilirler ki Amerikan dedektif kurgusunun tartışmasız en mühim figürlerinden, Güney Kaliforniya'lı özel dedektif Kinsey hep 39 yaşında kalarak bir yerlerde maceralarına devam ediyordur.
1940 yılında Louisville, Kentucky'de doğan Sue'nun ebeveynleri alkolikti ve çocuklarıyla ilgilenmeye pek zamanları yoktu. Sue ve ondan üç yaş büyük ablası çok küçükken bile istedikleri gibi hareket edebilme özgürlüğüne sahiptiler, okudukları kitaplara, gittikleri yerlere karışan bulunmuyordu. Baba Cornelius Warren "Chip" Grafton bir avukat olmasının yanında polisiye romanlar da yazıyordu. Kısa yazarlık kariyerine, başarılı dört roman sığdırmayı başaran C.W. Grafton, ilk romanı The Rat Began to Gnaw the Rope ile 1943'te Mary Roberts Rinehart Ödülü'nü kazanır.
Sonraları Sue Grafton da babasının izinden gidecek ve seri romanlarının adı için de aynı metodu kullanarak kelime oyunlarını seçecektir. Bir röportajında, “Benim ailem, tüm başarısızlıklarına rağmen çok entelektüeldi ve kitaplar ailemizdeki kaçışın bir parçasıydı. Bu yüzden hepimiz çılgınlar gibi okurduk.” der ve şöyle devam eder: “Mükemmel bir çocukluğa sahip olduğumu düşünüyorum. İki alkolik kişinin çocuğu olarak büyümenin faydalarından biri de sonsuz serbestlikti. Her sabah babam iki kadeh viskisini hızlıca başına diktikten sonra ofisine, annem de benzer şekilde takviyesini alarak kanepede tekrar uyumaya giderdi. Beş yaşından itibaren, kendi başıma kaldım. Uzun yaz tatillerinde ablam odasından çıkmamayı tercih ederken ben şehrin bir ucundan diğer ucuna otobüslerle gezer ve kendimi Hintli bir prenses olarak hayal ederdim. Gündüzleri her gün yeni bir filme giderdim, akşamları da elime babamın kütüphanesindeki polisiye romanlardan birini alır ve oturma odasındaki sallanan koltuğa otururdum. Çıkan her tıkırtıda irkilerek gölgelerin arasından bir katilin belirmesini beklerdim. Agatha Christie ve Nancy Drew'dan yola çıkıp Mickey Spillane ve James M. Cain'e, ardından Raymond Chandler, Dashiell Hammett, Ross Macdonald'a ulaştım. O zaman bile, bir dedektif romanının, yaratıcılık ve akıl, eylem ve sanatın mükemmel bir karışımını sunduğunu hissetmiştim.”
Seneler sonra bir dergi muhabirinin sorduğu, “Babanızdan yazma yeteneğini aldığınızı biliyoruz peki annenizden size geçen ne oldu?” sorusuna kalbim diye yanıt verir. Bir lise öğretmeni olan annesi Vivian Grafton kansere yakalandığını öğrenince, Sue’nun yirminci yaş gününde intihar eder. Grafton, yaşadığı bu travma sonrası, her iki ebeveynine de duyduğu öfke ve acıları, en iyi şekilde, seneler sonra yazdığı öykülerinin kahramanı, yine kendisinin çok daha genç bir versiyonu olan Kit Blue ile yansıtacaktır.
Üniversiteye başlamasının üzerinden çok geçmeden evlenen ve ardı ardına iki çocuk sahibi olan Sue Grafton, daha o zamanlardan mesleğini yazar olarak seçmiştir bile. İlk kocasından ayrılan Sue, akabinde tekrar evlenecek fakat yeni bir bebek beklerken şiddetli geçimsizlik yüzünden kısa bir süre sonra evi terkedecektir. Yıllarca süren velayet davası ve öfkeli tartışmalar, yazarın uykusuz geceler geçirmesine neden olur ve bu zamanlarda kafasında eşini ortadan kaldırmak için, zehirden, mektupla gönderilen bombaya kadar türlü türlü cinayet senaryoları kurar. Düşündüklerini gerçekleştiremeyeceğinin bilincinde olmakla beraber bu bir çeşit kendini rahatlatma yöntemidir. Aynı zamanda, Kinsey Millhone’nun ilk kitabında geçmişte eski eşini ortadan kaldırmak için tahayyül ettiği bu cinayet şekillerinden birini kullanarak, bir kez daha intikamını almaktan çekinmeyecektir.
Sue Grafton, kırklı yaşlarına kadar Hollywood ve sonrasında değişik televizyon kanallarında senaryo yazarlığı yaparak geçimini sağlar. Hayatının sonuna dek yanında olacak üçüncü eşi, felsefe profesörü Steven Humphrey ile birlikte birçok başarılı işe imza atarlar. Bunların arasında birkaç Agatha Christie uyarlaması da bulunur. Senaryo yazarlığının getirdiği refah yaşam, başkalarının eserleri üzerinde oynarken sürekli gelen değişiklik talepleri ve patronların kaprisleri yüzünden önemini yitirir, Sue kendi yoluna gitmeye karar verir.
Grafton’un ilk iki romanı, hatta biri ünlü isimlerin rol aldığı bir filme de uyarlansa beklediği ilgiyi görmez. Bunun üzerine yeni yazarlara verilen, “en iyi neyi biliyorsan onu yaz” öğüdünü kullanıp romanlarının baş karakteri Kinsey’i yaratırken kendisini örnek alır. Özel hafiyelik konusunda bir deneyimi yoktur ama kahramanını kendisinin biraz daha genç ve ince versiyonu olarak tasarlayarak işe başlar. Bir Hollywood senaristi olarak çalışması, yazacağı polisiye seri romanlarda çok işine yarayacaktır. “Bir diyalog veya aksiyon sahnesini nasıl yazacağımı ve nasıl canlandırılacağını öğrendim. Yine bir hikayeyi nasıl yapılandıracağımı da anladım, bu kritik bir şey.” der ama yine de Kinsey Millhone karakterini aynı sisteme asla kaptırmayacağını belirtir. Çünkü yapılan değişiklikler sonucu çoğu eser ve karakterlerin ne derece tanınmaz hale geldiğine yakında şahit olmuştur. "Kinsey Millhone'u benim çıkış yolumda icat ettim, onu asla onlara geri satmayacağım. Bunu yapmak için deli olmalıyım. Hayatımda hiçbir yerlerinin olmasını istemiyorum." diye tepkisini dile getirir.
Grafton ilk çıkışını Ateş’in A’sı (A is for Alibi) ile 1982 yılında yapar ve büyük ilgi görür. Kinsey Millhone elbette ilk kadın özel hafiye değildir ama feminizm vaazı vermek yerine bunu yaşamakta olan “yeni kadın” ın simgesi haline gelen belli başlı karakterlerden olur. On sene önce, 1972’de İngiliz polisiye roman yazarı P.D. James, Cordelia Gray ile açılışı yapmıştır ama ABD’de bu yeni sert kadın dedektifler ilk Marcia Muller’in 1977 çıkışlı Sharon McCone karakteri ile belirir. Beş yıl sonra, ardı ardına V.I. Warshawski’yle Sara Paretsky ve Kinsey Millhone ile Sue Grafton sahneye çıkıp dedektif kurgusunun yönünü değiştirirler.
Grafton'un romanlarının çok sayıda erkek takipçisi olmasına karşın kadınlar daha sadık okur olmayı sürdürürler. Grafton, Newsweek'e 1990 yılında yaptığı açıklamada, "Kadınların bir kaçamak yerine ayna istediklerini düşünüyorum. Kinsey Millhone, kadınların yeni yüzyılın sonlarındaki karmaşık hayatlarını yansıtıyor. Duygudan yoksun değildir ama zorlu biridir. Bağımsızlığına düşkündür, başından geçen birçok güçlüğe rağmen ayaklarının üzerinde durmayı başarır ve bunu da çoğu zaman tuhaf bir mizah anlayışı ile anlatır.”
1991 senesinde, Stephen Humprey eşine sürpriz için çeşitli zamanlarda farklı dergiler için yazılmış Kinsey ve Kid Blue öykülerini özel bir baskıda toplayacaktır. Kinsey ve Ben (Kinsey and Me) adını verdiği bu öyküler seçkisinin 2013 baskısında Sue Grafton, bölüm başlarında okuyuculara bazen çocukluğunu anlatır, bazen de dedektif kurgusu üzerine görüşlerini paylaşır. Kitabın en sonunda ise babasının son derece duygusal bir mektubuna yer verir. Bir nevi babasıyla iç hesaplaşması olarak görülebilecek bu yazı okuyucularda hüzün uyandırır.
Birçok yazardan farklı olarak, Sue Grafton, kurgusal karakterinin, alter egosu olduğunu memnuniyetle kabul eder. “Kinsey benim maceracı yönüm, bana eşlik etmesini seviyorum, benim gerçekleştirmek istediğim halde yapamadığım birçok şeyi yapmasını coşkuyla izliyorum.”der ve Kinsey ve Ben’de kahramanı ile ilişkisini şöyle anlatır: “Sık sık Kinsey’in omzumun üzerinden bakıp, kulağıma fısıldadığını arada dürtüp muzip şeyler işaret ettiğini hissederim. Kinsey benim alt benliğimdir; yani genç yaşta evlenip çocuk sahibi olmadığım halimdir. Her ne kadar yaşam öykülerimiz farklı da olsa aynı duyarlılığa sahibizdir. Sanırım biz iki ayrı bedende tek ruhuz ve Kinsey iyi olan bedeni kaptı.”
Ross Macdonald'ın etkisinde olan Sue Grafton, tıpkı Lew Archer gibi Kinsey’i de Santa Barbara’nın fantezi hali Santa Teresa’da yaşatarak saygısını belirtir. Her ne kadar kurgusal babaları Chandler ve Macdonald gibi sokakların esaslı ve sert adamlarının tarzını benimsemiş olsa da, Kinsey aynı zamanda eski haksızlıkları içeren pek çok vakayı, Altın Çağ dedektiflerine layık titiz ve sağlam akıl yürütme ile çözen eski bir polistir. Kinsey her zaman resmin geneline hızlıca bir göz attıktan sonra boşlukları doldurmak için ayrıntılara iner ve keşfettiği her yeni bağlantı ile bulmacanın parçalarını birleştirir.
"Bana yarından itibaren sert dişi özel dedektiflerin modası geçtiğini söyleselerdi, yine de yazarım, çünkü bunlar eğilimlerle ilgili değil, benim istediğim şeyler hakkında. Hiçbiri tekrar satmasa bile yine de yazarım. “ diyen Sue Grafton, birkaç istisna hariç neredeyse her yıl yeni bir Alfabe Serisi romanı çıkarır. Fakat Grafton karakterini normal yaşlandırmaz, her iki buçuk yılda ancak bir yaş büyültür. Dolayısıyla Kinsey hep seksenlerde yaşar, ne tehlikede olduğunda kullanabileceği bir cep telefonu vardır, ne de katili anında yakalatacak DNA testleri.
Basit bir hayat süren Kinsey Millhone küçük bir evde yaşar, eski bir Volkswagen kaplumbağa kullanır. Kuaförleri pahalı bulduğu için saçları çok uzadığında eline bir makas alıp kırpar, her duruma uygun kaçacak, hiç kırışmayan bir siyah elbisesi vardır, korkarım Kinsey için biraz cimri de diyebiliriz. Fakat en iyisi mi, tipik bir hard-boiled dedektife yakışacak şekilde, Kinsey’i kendi ağzından dinleyelim, üstelik bonus olarak en sevdiği sandviçinin tarifini de okuyucularıyla paylaşıyor.
Fıstık Ezmeli ve Turşulu Sandviç
4 dilim yedi tahıllı ekmek
Jif Ekstra-Kıtır fıstık ezmesi
6 adet salatalık turşusu
İki dilim ekmeğin üzerine bolca fıstık ezmesi sürün. Salatalık turşularını bu karamel çamurunun üstüne, büyük yeşil benekler şeklinde yerleştirin. Diğer dilimleri kapatıp, çaprazlamasına kesin. Bıçağınızı yalayarak temizleyin ve sandviçi bir kağıt peçeteye koyun. Böylece bulaşık çıkarmamış olursunuz.
Fıstık ezmeli ve turşulu bu muhteşem sandviçin yanında bir kadeh Chardonnay veya bir kutu Diet-Cola için, afiyet olsun.
Adım Kinsey Millhone. Çok sandviç yerim ve bunların başında da fıstık ezmeli ve turşulu ile peynirli turşulu gelir. Kaliforniya eyaletinde ruhsatlı özel detektifim. Santa Teresa’da küçük bir bürom var ve doğduğumdan beri, otuz dokuz yıldır orada yaşarım, iki kere evlenip boşandım, kimi zaman sinirli olduğumu itiraf ederim ama aslında iyi huyluyumdur.
Lise mezunuyum, polis akademisini bitirdim ve başkasının yanında çalışma yeteneğinden yoksunum, bu da inatçılığımla birleşince özel detektifliği iyi beceririm. Faturalarımı zamanında öderim, çoğunlukla yasalara saygılıyımdır ve başkalarının da öyle olmasını isterim.
Küçük ve çevresi kapalı mekânlar için özel bir zaafım vardır pek de saklanamayan ana rahmine dönüş özlemi. Annemle babamın ölümlerinden sonra hiç evlenmemiş teyzemin yanına gittiğimde, kendime içine battaniyeler ve yastıklar doldurduğum ve altmış mumluk bir abajurla aydınlanan bir karton kutuda küçük bir dünya yaratmıştım. Yediklerim konusunda çok titizdim. Kendime peynirli ve turşulu ya da Kraft zeytinli ve peynirli sandviçler yapar, ekmek dilimlerini dört uzun parçaya bölüp bir tabağa dizerdim. Her şeyi kendim yapardım ve hepsinin belirli bir biçimde yapılması gerekirdi. Teyzem bana hiç karışmazdı. O sonbaharda okula başladım…
Teyzem bana tabanca kullanmasını sekiz yaşımdayken öğretmişti. Hiç evlenmemişti ve çocuğu olmamıştı. Kadın karakterinin oluşumu hakkındaki garip fikirlerini benim üzerimde denemişti. Tabancayla ateş etmenin bana güvenliğe ve isabete değer vermeyi öğreteceğine inanırdı. Aynı zamanda iyi bir el-göz koordinasyonu geliştirmemde yardımcı olacaktı ki, bunun çok yararlı olduğuna inanırdı. Ayrıntıları görebilmek ve sabırlı olmak için bana örgü örmesini öğretmişti. Sıkıcı olduğu ve beni sadece şişmanlatacağı için yemek yapmasını öğretmemişti.
Her şeyin başında gelen Birinci Kural mali bağımsızlıktı. Bir kadın bir başkasına, özellikle de bir erkeğe asla bağımlı olmamalıydı. Çünkü bağımlı olduğu an tacize uğrayabilirdi. Mali bakımdan bağımlı insanlar mutlaka kötü davranış görürlerdi ve bundan kurtulma yolları yoktu. Bir kadının her zaman bir kurtuluş yolu olmalıydı. Teyzem her kadının paraya çevrilebilir beceriler geliştirmesinden yanaydı ve bunların karşılığında ne kadar çok para alabilirse o kadar iyiydi. Sonuçtaki amacı kendi kendine yeterliliği taşımayan bir kadın uğraşı gözardı edilebilirdi. “Erkeğini Nasıl Elde Edeceksin” onun listesinde olmayan bir şeydi.
Ben ortaokuldayken Ev Ekonomisi dersinden “Ev belası” olarak söz ederdi ve kötü not aldığımda sevinirdi. Erkeklerin Ev Ekonomisi, kızların Oto Teknisyenliği ve Marangozluk dersleri almasının çok daha mantıklı olacağını söylerdi. Teyzem bana yemek yapma konusunda hiçbir şey öğretmemişti ama hazır kek karışımları kullanmanın bayalığı hakkında uyarılarını da hiç eksik etmiş değildi.
Kimi zaman o kadar sinirli olurum ki, gündüzün yemek yemeyi unuturum, sonra geceleri yemek yemediğimi hatırlayınca, aç olmasam bile kalkıp aç kurt gibi ne bulursam yutarım. Dün fıstık ezmesi kavanozunun dibi görünüyordu Bir bıçak alıp kavanozun kenarlarını kazıdım, odanın içinde dolaşırken bıçağı yalamaya koyuldum. “Çok acınacak haldesin” diye söylendim ama aslında umurumda bile değildi. Tatlı olarak da vişne tadında öksürük şekeri attım ağzıma.
Neyse ki çevremdeki erkeklerin çoğu iyi ahçıdır. Bunların başında evsahibim Henry gelir. Seksen sekiz yaşındaki evsahibim Henry Pitts eski bir fırıncıydı ama şimdi müthiş derecede güç bulmacalar hazırlar ve onları önce benim üzerimde denemekten zevk alırdı. Aynı zamanda iri somunlar yapar ve bunları eski bir Shaker beşiği içinde odamın önüne bırakırdı. Henry ekmeklerini ve diğer hamur işlerini yakınlardaki bir lokantaya yemek karşılığı yapardı ve son günlerde kupon kesmekte epey ustalaşmıştı. İyi bir günündeyse elli dolarlık bakkaliye malzemesini 6.98 dolara almakla övünürdü. Bu alışveriş düşkünlüğü her nasılsa ona bir sürü külotlu çorap sağlardı ki, onları da bana verirdi. Henry Pitts’e yarı yarıya âşık olduğum söylenebilirdi.
Geçen Cumartesi Henry arka bahçede, indirimli satışlardan aldığı yuvarlak piknik masasının başında otururken, fıstık ezmeli ve turşulu sandviçimi alıp yanına gittim. “Bir parça ister misin?” diye sordum. “Teşekkürler, öğle yemeğimi yedim” dedi. Sandviçimi yerken ordan burdan, özellikle benim duygusal yaşamımdaki gelişmelerden konuştuk. Yumuşak fıstık ezmesinin dokusu, ekmek ve salatalık turşususunun kıtırlığı ile çetin bir tezat oluşturuyordu. Çapraz kesim, dikey kesime göre içindekileri daha çok gösteriyordu ve tuzluluk oranı ekşilik ile aynıydı. Bu neredeyse elbiselerinizi çıkarmadan seks yapmakla eşit düzeyde yer alıyordu.
Alçak bir sesle inledim, neredeyse keyiften kendimden geçecektim. Henry bana baktı. “Şundan bir lokma ver.” Ortadaki tombul bölümü uzattım ama yandan da parmaklarımı öyle bir tuttum ki, fazla koparamasın.
Bir süre çiğnedikten sonra, “Çok garip, ama kötü değil.” dedi. Zaten ne zaman değişik bir şeyler yemeyi denese hep aynısını söylerdi.
Yemek ve ben konusunda atlamamam gereken biri varsa, o da Rosie’dir. Rosie bizim mahallede bir lokanta işleten altmış yaşlarında, kısa boylu, iri göğüslü, boyalı kızıl saçlı bir kadındır. Tam bir otokrattır -sözünü sakınmaz, herkese üstünlük taslar ve yabancılara kuşkuyla bakar. Canı istediği zaman mükemmel yemekler pişirir, ama genelde herhangi bir öğünde ne yiyeceğinize kendisi karar vermek ister. Koruyucudur, kimi zaman eli açıktır, genelde sinir bozucudur. En iyi arkadaşınızın kafadan kontak ninesi gibi huzuru sağlamak için katlanmak zorunda kaldığınız bir insandır. Lokantası benden yalnızca yarım blok ötede ve gösterişsiz olduğu için giderim. Rosie lokantasına gelmemin kendisine bana tahakküm etme hakkı verdiğini hisseder ki, genelde bu da doğrudur.
McDonalds, Rosie’nin en büyük rakibidir. Özellikle acelem varsa. Zamanında yemek yemekte epey güçlük çekerim doğrusu. Aç olmam gerektiği saatte ya aç değilimdir ya da acıktığım zaman durup yiyeceğim bir yerde değilimdir. Bu kilo kontrolünü mümkün kılıyorsa da, sağlığım için hiç iyi değil. Evet, bunca sandviçten sonra beni şişkonun teki sandığınıza bahse girerim. Halbuki bir müşterim beni Twiggy’e benzetmişti.
Fakat sağlığım ve mesleğim için yaptığım en iyi şey koşmaktır. Yaz kış, sabahın erken saatlerinde kalkıp birkaç kilometre koşmaya çalışırım. Özelikle bu alışkanlığım A’da hayatımı kurtardıktan sonra sabah koşularım benim için vazgeçilmez oldu.
Yalnız aramızda kalsın, bana öyle geliyor ki, Sue benden bıkmış gibi. Her yeni maceramda beni biraz daha pasifleştiriyor, sanırım Zero’nun Z’sine kadar gün sayıyor. Artık maceralarımın en büyük gerilim unsurunu, muamma ve aksiyondan çok annemin ailesi ile olan ilişkimiz oluşturuyor. Mesela U’da olaylarla başa çıkış şeklimi ben bile beğenmedim ama ne yaparsın, patron o.
Sahi geçenlerde duydum ki Türk okurlarım M ve sonraki maceralarımın çevrilmesini beklerlermiş hâlâ, bir de bana ve sandviçlerime tuhaf derler, hah!
Kategori: Suç Edebiyatının Divaları