The Gone Girl ve benzerleri gibi. Yeni bir akım bu. Banliyöde yaşayan orta yaşına yaklaşmış şehirlilerin evliliklerine, ilişkilerine ve mahalledeki yaşamlarına dair gerilimler.
İşte İngiltere banliyösünden bir versiyon, Trendeki Kız. Alkolizmin pençesindeki, kendisini sevmeyen ve hayatının geldiği noktadan memnun olmayan kızcağızımız her gün banliyödeki evine trenle gidiyor. Gelip geçerken de eski yaşadığı evi ve komşularını dikizliyor.
Bir kaybolma üzerine olaylar gerilimli bir hal alıyor. Karakterimizin önemli şeyleri unutması da gerilimi tırmandırıyor.
Bütünlüklü bir hikaye. Temsil ettiği akımın iyi bir örneği. Benim en sevdiğim janr değil; ama daha epey gideri var bu akımın sanırım.
Kurt Vonnegut'tan Amerikan kültür ve yaşamı üzerine bir roman. Otobiyografik öğeler de var.
Vonnegut'un kahramanı Kilgore Trout'un, delirmenin eşiğindeki bir araba satıcısı olan Dwayne Hoover'la karşılaşma öyküsü. Pek çok başka karakterin daha minik öyküleri... pek çok iç içe geçmiş örüntü...
Yazar, kitabı yazdığını ve karakterin babası olduğunu hatırlatıyor bize.
Vonnegut okumak her zaman benzersiz bir deneyim. Ama 'Kedi Beşiği'nin bende yarattığı hisleri yaratmadı.
Not: Ben bu kitabı April Yayıncılık'ın baskısından okudum. Bir Algan Sezgintüredi çevirisi idi. Çeviri de bir o kadar keyifliydi. Bulabiliyorsanız bu versiyonu tercih edin.
One of Lifetime favorites!
Okuduğum en harika kitaplardan biri. Neden ve nasıl harika olduğunu anlatmak zor.
- Buz dokuz mükemmel bir scifi fikri.
- Calipso'lu inanç sistemi mükemmel.
- Karakterler çok iyi, kan bağı olanların ilişkilerindeki tuhaflıklar harika.
- Kurt Vonnegut'un kalemi, esprileri olağandışı.
Hepsinin birleşiminden tarifi zor, şahane bir şey olmuş. Bu kadar eğlenceli bir kıyamet hikayesi daha yazılmamıştır.
Metin Çakır nevi şahsına münhasır çok eğlenceli bir dedektif. Tunaboylu'nun bu karakteri devam ettirmesi gerekiyormuş gerçekten de. Esprili bir dil, hızlı bir akış. Keyifle okunan bir polisiye.
İstanbul'un türlü mahallelerinde her türden insanın dahil olduğu heyecanlı bir macera.
Yerli polisiyede İsmail Güzelsoy'un benim için yeri çok ayrı.
Yine masal gibi bir roman. Doğu Anadolu'nun karı-buzuyla başlıyoruz. Harika gotik bir atmosfer, Poe'ya övgü niteliğinde. Kargalar da öyle...
Faruk Ferzan ve onu kurtaran Doslar. İki tarafın da geçmişlerini öğreniyoruz. 'Doslar'ın travmatik ve acı başlayan ama kardeşlik ve dayanışmayla devam eden öyküleri... Faruk Ferzan'ın fennî sihirler ile başlayan, İstanbul'daki hayatı ve aşkı bulmasıyla devam eden öyküsü...
Karanlık ve karamsar olması gerekir diye düşündüğünüz atmosferlerde alabildiğine umut dolu ve iyimser duygularla bitirdiğim bir roman. İsmail Güzelsoy işte böyle duygular yaşatıyor.
Bu kitapla ilgili tek bir eleştirim var. 'Değmez' diye noktalanan çeşitli düşünce, görüş ve diyaloglar var. Olması da doğal, kitabın mesajı bu. Ama bu 'değmez'ler fazla geldi bana. Metnin içinde 'değmez' geçirmek için gereğinden bir tık fazla çabalanmış gibi hissettim. Bir veya en fazla iki yerde olsa daha çarpıcı olacaktı. (Bunun en iyi örneği için bkz. Hakan Günday / Daha)
Gerçekten de bir dejavu.
Eski bir arkadaşıyla öğrencilik günlerine dair sohbet ederken, geçmişte yaşanmış bir cinayeti yeni öğrenir karakterimiz. Sonra da doğaüstü bir şekilde o günlere döner. Zamanda yolculuk temasına takılmayın, başka doğaüstü bir durum yok. Geri kalanı kahramanın olayı, nedenini ve faili çözmeye / önlemeye çalışmasıyla gayet polisiye olarak devam ediyor.
Alper Kamu'yu okumayacağınız bir Alper Canıgüz.
Kendi öğrenciliğine göndermeler olmasından hareketle bir miktar otobiyografik öğeler barındıran bir roman olduğu kanaatindeyim.
Keyifle okudum.
John Le Carre'nin her romanında dünyanın başka bir yerindeki conflict'i alıyor, zamanın politik dinamikleri için hikayeleştiriyor. O bu işin büyük üstadı. O kadar ve o kadar iyi ki; kitap diğerlerinden azıcık daha az iyi olursa, Le Carre'ye yakıştıramıyoruz. Okuyucu beklentisi çok yüksek. Çıtayı kendisi yükseltti.
Salvo ne beyaz ne de siyah bir karakter. Kapaktaki zebra onu sembolize ediyor. Salvo ne İngiliz ne de Afrikalı. Le Carre'nin pek çok karakteri gibi o da arada kalmış, özünde iyi olmaya çalışan bir karakter.
Bu sefer Doğu Kongo'ydayız. Kongo'nun politikasındaki ipleri çekmeye çalışan Anglo-saksonlar, Afrika ülkelerindeki darbeler... Konu çok iyi. Ama her nedense öykü diğer Le Carre öyküleri gibi içine çekmedi, sarmadı beni. Her Le Carre kitabını bitirdikten sonra 'vay anasını arkadaş!!!' derken, bu kitapta diyemedim. :( Hatta sonundaki ince espriye de vakıf olamadım dersem yeridir.
Üçlemenin sonuncu kitabında tüm tarihçeler öğreniliyor, hikaye yerli yerine oturuyor.
Sonda yine ağırdan alınmış bir kaç yüz sayfa var. Ana karakterlerin 'şimdi biz neyiz' sorunsalıyla uğraşıyoruz. Ama bu başta 200 safya sonda 100 sayfa tampon, Larsson tarzı demek ki; artık onu anladık.
Bu yüz sayfadan önce, konu açıklığa kavuşmadan hemen önce, aksiyonun tırmandığı ada sahneleri çok akılda kalıcı.
Üçleme için güzel bir bitiriş olmuş.
Adamcağız vefat ettikten sonra biri el attı da dördüncüyü yazdılar, yayınladılar. Ben okumadım onu. Bence tadında bırakmak lazım.