1- Mehmet Taşdelen'in Türkçesi üzerinde çalışması gerekiyor. Yanlış anlamda kullanılmış kelimeler ve anlatım bozuklukları var: yemek bitince ‘tabldotları’ yıkama alanına bırakmak, araba camını esir etmiş ‘buzullar’, okulun arka ‘kesişimindeki’ sokak vb. İlaveten, ‘baya’ ve ‘tabi’ gibi yazım yanlışları...
2- SPOILER --- Polisiye kurguda derinlik bulamadım. Sadece Olay Yeri İnceleme'nin gelmesi ve otopsi yapılmasıyla tüm olay çözüldü. Merak, delil, zihinsel bulmaca yoktu, Yiğit’in katil olduğunu doğum gününde anlamıştık. Olayın çözülmesi için kahramanımızın komiser olmasına gerek yoktu. Zira olay kahramanımız komiser olunca değil, aile dilekçe verince çözüldü. Kahramanımızın çözüme katkısı olmadı. Komiser olunca ikna ettiği aileyi en başta ikna etseydi, olay yıllar önce çözülürdü.
3- SPOILER --- Polisiye kurguda mantıksızlıklar da var. Buğra Nehir’in ölümünden sonra en yakın arkadaşı Yiğit’i hiç mi görmemiş? Buğra çok sevmiş de kızı neden öldürmüş? Kavga etmişler de cinnet mi geçirmiş? Bu durumda zehirlemiş olamaz; çünkü zehir planlı cinayettir. Cinayeti planlayan zehrin kalanını olay yerindeki çöpe atmaz. Kızı zehirlemeye karar vermiş de bunu rakibi ortada yokken mi yapmaya karar vermiş? Bilakis rakibi ortada yokken kızı kazanmaya çalışması gerekmez miydi? Öldürecekse Buğra’yı zehirleseydi? İlla Nehir’i öldürecekse Buğra varken yapsaydı, cinayet de Buğra’ya kalsaydı.
4- Risin ile zehirlenen 22 yaşındaki bir kız için hiçbir savcı doğal ölüm raporu vermez. Risin iç organlara zarar verir, cesedin görünümü doğal olmaz. Risin zehirlenmesinden ölüm 36-72 saat arasında olur. Semptomlar 6 saat civarında başlar. Hastada mide bulantısı kusma, karın ağrısı, idrarda kan, ciğerlerde su birikmesi vs olur. Kişi bu esnada çoktan hastaneye başvurmuştur, evde küt diye ölmez. Risin biyolojik silahtır, eczanede satılmaz. Üretmek için 'know-how' gerekir. Uzaktan bakan bir laborant bir tozu görüp de ‘bu risin’e benziyor’ diyemez. Gerekli araştırmayı yapmadan polisiye yazmamak lazım.
5- Kahrmanlarımızın ilişkisini de hayatın doğal akışına aykırı buldum. Annesi kuran okuyan, bir evin bir kızı; Sivas’ın ilçesinden gelen erkek arkadaşı ile nikahsız şekilde nasıl aynı eve çıkıyor? Hem de ailelerin izniyle! Hem de aileler tanışmamışken?? Türkiye’de sene MS 7800 herhalde.
Ama tüm bu liberal görünen kurguya rağmen, ahlakçı bir bakış açısı da hakim. Çocuk ve kızın gece olunca kendi odalarında AYRI yattıkları da özellikle vurgulanıyor. Ahlakçı bakış, gençlerin akşam sekizden sonra eğlenmelerinde de kendisini gösteriyor. Gençlerimiz nargile içiyor ama asla alkol almıyorlar kitap boyunca.
6- Kitapla ilgili hoşlandığım şey, Metallica'nın 'The Day That Never Comes' klibine benzemesi. Sürekli bir ‘şimdi bir şey olacak’ hissi var, insan geriliyor ama bir türlü bir şey olmuyor. Böylece insan daha çok geriliyor. Yazar bunu amaçlamış mı yoksa şans eseri mi yakalamış, bilmiyorum. Ama yarattığı ambiyans ile yavaş yavaş beni germeyi başardı.
Bu kitap Kristal Kelepçe 2020 adaylarındandır.
Oğuzhan Aslan konusunda makale ve yayınları bulunan, vergi mevzuatı uzmanı bir avukat. Üç Musa onun bu uzmanlığını okura erişilebilir bilgi haline getiren sürükleyici bir polisiye.
Kitaba ismini veren üç Musa’dan ilki, aynı yazar gibi avukat olan Ali Musa. Tam paraya ihtiyaç duyduğu zamanda, Hocası Cengiz’in yönlendirmesiyle, naylon faturacılıktan başı dertte olan bir şirketin vekaletini üstleniyor. Fakat Ali Musa işi yazıhane avukatlığında bırakmıyor ve adeta bir dedektifmişçesine olayı çözmek için memleketi Malatya’ya gidiyor. Malatya aynı zamanda Ali Musa’nın geçmişindeki karakterlerle de tanıştığımız mekân: arasının iyi olmadığı dayısı, hiç görüşmediği babası (ki babası da ikinci Musa olan Ahmet Musa) ve eski aşkı Leyla.
Kitaptaki kadın karakterlerle sorun yaşadığımı itiraf edeyim. Leyla'nın psikolojik durumunu abartılı buldum. Musa'nın odasında karanlıkta sigara içerek bekleyen Hazal ise Amerikan filminden bir sahne gibiydi. Roman boyunca Amerikan polisiyelerinin klişelerini akıllıca eleştiren Oğuzhan, ikinci baskıda Hazal'a bir ayar çekse iyi olabilir.
Roman ilerledikçe, Ali Musa’nın içine düştüğü macera basit bir fatura sahteciliği olmaktan çıkıp teolojik göndermelerle dolu, cemaatlerle ilişkili, büyük bir suça doğru sürüklüyor okuru. Nitekim Ali Musa kendisini kanlı bir cinayetin olay yerinde bulunca, sahneye üçüncü Musa olan Başkomiser Musa giriyor.
Oğuzhan Aslan, Dan Brown ve Glenn Meade gibi yazarların kurgularında gördüğümüz, varlığıyla dinî doktrinleri yalanlayarak maceranın temeline oturan, çoğunlukla roman boyunca iyi-kötü rakip cephelerce ölümüne aranan, gizemli ve antik, kutsal objelerin etrafına örüyor hikâyesini: Meğerse peygamberlerin resimleri varmış ve gizli cemaatler yüzyıllardır bu resimlerin peşindeymiş! Açıkçası ben bu fikri İslami coğrafya için çok yaratıcı buldum.
Lakin peygamberlerin resimlerine ulaşmak için biraz beklememiz gerekecek. Çünkü Üç Musa aslında bir üçlemenin ilk kitabı ve macera İki İsa ile devam edecek. Oğuzhan’ın İki İsa’yı yazmak için elini çabuk tutmasını diliyor ve Kristal Kelepçe 2020 ödülleri arasında en beğenilenler arasına giren tek erkek yazar olması hasebiyle de kendisini tebrik ediyorum.
Yıllar su gibi geçiyor :(
Kitabi nasil okuya bilirim?
çevirisi nedeniyle yarım bıraktım bu kitabı. bir de yazar giriş bölümünü çok uzun tutmuş gibi geldi bana. ya da ben uzun girişleri sevmiyorum.
Keşke bu kitabı da Deniz Öztürk çevirseymiş. bunun dışında kitap ilginç başlıyor. çok büyük olduğu tahmin edilen bir kurt tarafından boğazlanan koyunlar, kurtadam hikayesi, sonra koyunların yanısıra kurtun öldürdüğü bir insan. ardı ardına işlenen cinayetler. komiser ademsberg olaya sonradan dahil oluyor. katili tahmin ettiğim için ayrıca sevdim kitabı.
ne yazık ki berbat bir çeviri nedeniyle takır tukur okuyabildim. kitaba yazık olmuş.
Elizabeth Peters Kumsaldaki Timsah ile bizi harika bir atmosfere davet ediyor, karakterler çok renkli, tasvirleri çok başarılı, gözünüzün önünde canlanıyor okurken, böyle güzel bir başlangıcın ardından ben bu kitabı bir çırpıda okurum diye düşünürken nedense böyle olmadı, sonlara doğru ağırlaştı hikaye, yine de yazarın tarzını ve karakterleri çok sevdiğim için serinin kalanını da okuma listeme aldım. Arkeoloji, polisiye özellikle dönem polisiyesi seviyorsanız kitap sizin de hoşunuza gidebilir.
2019 Kristal Kelepçe Yılın Polisiye Romanı ödülü 16 roman içinden Farahnaz'ın Çiçeği'ne gitti. Kitap benim de en beğendiklerimden oldu.
- İlla polis başkomiseri olması gerekmeyen dedektif, benim için yarışa her zaman iki puan önden başlar! Ev kadını Yıldız Alatan'ı çok sevdim.
- Dönemin kamu iktisadi teşebbüslerinde ve kamu kurumlarında çalışan aile bireylerim var. Bu kurumların o dönemlerde çalışanlarına sundukları imkanları biliyorum. Bu kurumlar o dönemlerde bütünüyle bir sosyal yaşantı modeli oluşturma çabası içindeydiler. Dolayısıyla Zonguldak'taki dönem yaşantısını yadırgamadım; hatta bazı öğeler bana çok tanıdık geldi. Yaprak Öz bu dönemi ve dönemin yaşantısını çok iyi anlatmış. Okumak bir keyifti.
- Kurgu iyi işlenmişti, detaylar yerine oturdu, sorular cevaplandı. Sadece katili biraz erken anladık.
- İyi bir yerli 'cozy' örneği. Türü sevenler bu romanı sevecektir.
Ben bu İç Anadolu polisiyesini beğendim. Konya ve pavyon hayatı çok iyi yansıtılmış. Karakterler sahiciydi, Türkçesi kuvvetliydi, 'page-turner' idi, sonuna kadar keyifle okudum. Kızıl peruk ve Kesik Çayır türküsü akılda kalıcı öğelerdi.
SPOILER ------
1) Küçükken evlatlık aileye verilen Şirin'in yurttan çıkıp liseye başlayıp Ozan isminde bir çocuğa aşık olmasını hikayenin geri kalanıyla bağdaştıramadım.
2) Şirin'in annesinin otopsi tutanağını okumuş olmasını ve resmini görmesini anladım ama, detaylı bir şekilde kimin az suçlu, kimin çok suçlu olduğunu nasıl öğrendiğini bilemedim.
SPOILER ------
Özetle, Amerikanlaşma tuzağına düşmeyen, 'yerli' ibaresini hak eden bir 'yerli polisiye'.
Başkomiser Galip öldürülen profesör ve karısının katilini ararken, tarikat evlerinde buluyor kendisini.
Kafama takılan iki nokta oldu:
1) Semra haricindeki (Semra'ya gerçek hayatta birisi model olmuş olabilir) kadın karakterlerin kitaptaki davranışları 'hayatın normal akışına uygun' gelmedi. Arzu'nun normal olmadığı zaten ima ediliyor, onu geçtim. Fakat eğitimli, mesleği ve işi olan Fulya'nın, sadece cinsel fantezi için ilişki kurduğu ve kendisinin ne iş yaptığını dahi bilmeyen bir adamla birdenbire ve çaresizce evlenmek istemesi tuhaftı. Esra'nın erkek arkadaşına hiçbir şey söylemeden, polis muhbiri gibi kolundan tutup gizli gizli kafeye getirmesi, keza. Oya'nın acayiplikleri...
2) Sevgili Çağatay Yaşmut'un tarikat konusunu biraz naif (ki bu iyi bir şey :) ) ele aldığını düşündüm: Tarikatçı iş adamının kendi tablosunu asması, polisin başkomiserliğe yükseldiği yıllar boyunca tesbih çekilirken ne dendiğini hiç duymamış olması, dergah hocasının kullandığı dil, dahası kamuya açık alanda rakı içerken yakalanması, dergahın terörden aranan şüpheliyi İstanbul'un göbeğinde saklaması, terörle ilişkili polisler çıkarılırken diğerlerinin olay çıkarması...
Herneyse; bunlar kitaptan alacağınız zevke engel olmayacak. Kitap iyi bir şehir/semt polisiyesi örneği. Kadıköy-Moda taraflarını bilenlerin alacağı keyif artacaktır.
2019 yılı Kristal Kelepçe ödüllerine aday olan Moda Cinayetleri birinciliği Farahnaz'ın Çiçeği'ne kaptırdı ama beğenilenler arasında yerini buldu. Çağatay Yaşmut'un eline sağlık.
Son not: Cinayetin ana kurgusu, Frederick Forsyth'ın 1982 tarihli öykü derlemesine de ismini veren, Türkçe'ye 'Muhteşem Hata' ismiyle tercüme edilen, 'No Comebacks' isimli öyküsünün kurgusu. Harika bir öyküdür, kitap da harika bir derlemedir.
Zamanda ileri-geri gitme konseptini edebiyata sokan ve bunu bir makine ile yaparak 'zaman makinesi' ibaresini dillere kazandıran 1895 tarihli bu novella, kütüphanelerimizin baş köşesini hak ediyor. Fikirleri esinleyenler büyük insanlardır. Özellikle de bilimkurguda.
Gelelim hikayeye: Zamandaki yolculuk pek çok gönderme içeriyor, yine de Eloi ve Morlock'ları ne kadar benimsediğimden emin değilim. Zaman Yolcusu'nun his ve psikolojisini daha derin işleyebilirdi üstat. Uzatmak istememiş herhalde, vardır bir bildiği...
İstanbul'da geçen bir Holmes öyküsü yazmak bir 'challenge'. Gökhan Tosun bence altından iyi kalkmış. Okur ilgiyi kaybetmiyor, sıkılmıyor, detaylar birbirine doğru ve güzel bağlanıyor. İlaveten eski bir İstanbul konağında 'perili köşk' konsepti yakalamış ve Osmanlı devlet entrikalarını da kurguya yedirmiş. Holmes Holmes gibi, Watson Watson gibi davranabiliyor (ki bu dengeyi tutturmak, okurların gönlünde yer edinmiş karakterler için çok zor). Beğendim. Hikayenin BBC Sherlock'un 'Hayalet Gelin / The Abominable Bride' bölümünü fazlaca çağrıştırdığını da söylemek lazım.
Alper Kamu'nun yine sürükleyici bir macerası. Yetişkin düşünce örüntülerine sahip ve yetişkin tepkileri veren 5 yaşındaki Alper'in rahatsız edici olmamasına hâlâ şaşırıyorum. Alper Canıgüz böyle tuhaf bir karakteri dedektif yapmakta ve okura benimsetmekte yine başarısını sürdürüyor. Ümit, annesi, ablaları ve dayısından oluşan tuhaf ailenin öldürülmüş çocuğu Mehmet'in katilini arıyor Alper. Bir de Amcasının eski aşk hikayelerine dalıyor. Başını da derde sokuyor elbette. Keyifle okudum.
Bu arada kapak arkasında 'çocuklar çiçektir' yazmasalar, 'Cehennem Çiçeği' ismini anlamayacaktım, kitabın isminin hikaye ile ilgisini kurmaya çalıştım nafile...
Polise romanları hep sevmişimdir bu kitap ayrıca başarılıydı yazarın kalemini çok güçlü buldum
Erle Stanley Gardner'dan bir Perry Mason macerası. Lokantada yemek yerken kaçan garson kızdan kendine macera çıkarıyor Mason. Dixie Dayton kaçarken kürkü geride bırakmış. Maceraya kendisi de dahil olunca - elbette bu macerada bir mahkeme sahnesi var - bir yandan müvekkilini savunurken bir yandan da savcılığın şahidi olduğu tuhaf bir durumda kalıyor. Bu durumdan alnının akıyla çıkarak bizi şaşırtmıyor. Elbette olay güve yenmiş kürkten daha büyük, öldürülmüş bir polise ilişkin eski bir olayın devamı. Nitekim kürk ilk iki bölümden itibaren görevini tamamladı, kitaba ismini verecek kadar mühim olamadı. Daha ötesi, otelde Dixie Dayton yerine geçen kadın kimmiş, onu öğrenemedik. Mühim değildi belki ama ben merak etmiştim.
Keyifli bir klasik. Tam yaz geceleri balkonda okumalık.
Eser oldukça sürükleyici anlatım dili sade ve anlaşılır yazarımız belli ki çok realist kaynakcalar göstererek özenle ve gerçek bilgiler kullanmış kendisini tebrik ederim çok heyecan verici elinizden bırakamayacaksınız çünkü kitaba başlamamla bitmesi bir oldu eminim sizde de öyle olur kitap severlere tavsiyemdir keyfi okumalar dilerim
yazarı tebrik ederim edebiyatı polisiye ile sunmuş ve harika bir esere imza atmış kurgusu konusu vermek istediği mesaj hepsi çok güzel okurken kendini kaptırıyorsun insanı hikayenin içine çekiyor sanki 2 saatlik bir film izler gibi bu yıl okuduğum en güzel kitaptı
sürükleyici muhteşem bir kitaptı çok hoşuma gitti
Kitabı az önce bitirdim inanılmazdı gelecek nesillere daha yeşil daha temiz daha yaşanılası bir dünya bırakmak için kollarını sıvayan genç bir mühendisin ani ölümüyle başlayan hikaye inanılmaz olaylar barındırıyor diyaloglarda geçen şiirsellik ayrıca başarılıydı okurken çok keyif aldım film tadında bir romandı herkese şiddetle tavsiye ederim
çevirisi nedeniyle zar zor okudum. o kadar gereksiz 'o' zamiri kullanılmış ki insanın canı sıkılıyor. chandler'in ilk eserlerini merak edenler okuyabilir.
Bende bu ara soygun konulu filmlere sardım. Bu listede baştan aşağıya beğendiklerimi izliyorum. Göz atmanızı tavsiye ederim: https://paratic.com/en-iyi-soygun-filmleri/
Bu kitabın yazılmasındaki 'motive' benim için büyük gizem oldu.
Baş karakterin isminin 'Percule Hoirot' olduğunu görünce bunun bir Agatha Christie parodisi olacağını varsaydım. Lakin parodi de değilmiş.
Zamanında Mike Hammer romanlarının sayısını çoğaltmak isteyen yayıncıların, paraya ihtiyacı olan yazarlara yeni Mike Hammer'lar yazdırılmasını hatırlattı bana. Ama bu devirde, artık para için de yazılmadığına göre? Neden?
Bu kitapta, bir 'kitap'ta bulmak isteyeceğiniz temel ögelerin hiçbiri yok: betimleme, Türkçe'nin sanatlı kullanımı (edebiyat), karakter derinliği, psikolojik çözümleme, yenilik, yaratıcılık... 'Yerli polisiye' olduğu için okuyalım desek, 'yerli' bir öge de yok.
Agatha Christie okumak isterseniz, orijinal Agatha Christie okuyabilirsiniz. 80'den fazla seçenek var. Kitaplar ucuz. Okur için de 'motive' bulamıyorum. Belki şu olabilir: Bu kitap 2019 Kristal Kelepçe Yılın Polisiye Romanı adayları arasındaydı. Adayların tamamı hakkında fikir sahibi olmak için okumak anlamlı
Frederick Forsyth'ın hikaye içinde yer verdiği ayrıntılar kimileri için sıkıcı olabilir. Ancak bu ayrıntıların tamamının gerçek detaylar olduğu göz önünde bulundurulmalıdır. Forsyth bir silahın bir sınırdan nasıl geçirileceğine dair 10 sayfa yazıp heyecan arayan okuyucularını sıkabilir; fakat Forsyth okuyacak olanlara şu tavsiyede bulunabilirim: Detayları atlamayın! Eğer silahın sınırdan nasıl geçirileceğine dair 10 sayfa okuduysanız bilin ki; o silah o sınırdan ancak o şekilde geçirilebilir ve yazılanlar tamamen gerçek ve doğrudur.
Forsyth'ın uluslararası politika, yakın tarih, gizli örgütler, silahlar, soğuk savaş vs. konularındaki bilgileri; kendisinin gazetecilik geçmişinden gelen uzun araştırmalara ve tamamen askeri, siyasi ve örgütsel kişilerden, işin uzmanlarından aldığı bilgilere dayanmaktadır.
Sıradan bir Amerikan romancısının aynı konuları daha heyecanlı ve keyifli işlemesi mümkün olsa da, daha gerçekçi işlemesi asla mümkün olamaz. Forsyth ne yazıyorsa, onu gerçekten bildiği için yazıyordur.
Tanrının Yumruğu romanında da pek çok şey öğreneceksiniz.
1990 - 1991 Körfez Savaşının mükemmel bir analizi. Çok enteresan detaylar var: Yakın çevresince 'Reis' olarak hitap edilen, tüm devlet ve ordu hiyerarşisini aşiret ve aile üyelerinden oluşturan Saddam'ın devlet yapılanmasına ilişkin enteresan bilgiler var.
Bir zamanlar çekirdek çitleyerek TV'de canlı seyrettiğimiz Scud ve Patriot füzelerinin karşılıklı uçuşmasının ne kadar işlevsiz olduğunu, aslında orada seyrettiğimizin tamamen bir psikoloji savaşı olduğunu arkasında İsrail-ABD-Suudi Arabistan dengelerinin korunması olduğunu öğrendim.
Kitap 'tanrının yumruğu' olarak adlandırılan bir nükleer silah üzerine kurulmuş. Güzel bir hikaye diye okudum, ta ki konusu geçen 'calutron' isimli elektromanyetik izotop ayrıştırma cihazlarının gerçekten Körfez Savaşı sırasında Irak'ta bulunduğunu ve havadan bombalanıp resimlendiğini öğrenene kadar. Hikaye sandıklarımız fena halde gerçek. Çok şaşırtıcı. Resimleri Goolgle'layın.
Irak'ın bu cihazları üretmek için kullandığı malzemeleri soru sormayan Avrupa ülkelerinden yıllar içinde mutlu mutlu satın almış olması da vurucu nokta. Okuyun.