2021 Kristal Kelepçe adayları arasında okuduk.
James Bond Türk olmuş :) Yunancayı hocadan öğrendiği halde Yunanlıların ayırt edemeyeceği kadar mükemmel konuşmasını mı yazayım, yoksa dört dil daha biliyor olmasını mı? Q'nun Türk versiyonundan temin ettiği yüksek teknolojili giysilerini mi, yoksa kadınların kendisine olan hayranlığını mı...
'Akrep' bir yandan Türk değerlerine bağlı bir karakter olarak resmediliyor. Fakat kendisine gece uçuşu ayarlamak için kendisiyle yatmak isteyen hostes ile 'görev icabı' birlikte olmakta, yani kendisini kullandırtmakta hiçbir sakınca görmüyor. Ve hatta bu macerasını klişe bir maço övünmesiyle 'kontrol bendeydi' diyerek anlatıyor. Merak ettim, MİT ajanı ana karakterimiz kadın olsaydı, yazarımız karakteri aynı 'göreve' gönderecek miydi? Ama zaten kitaptaki hiçbir kadın karakterin (ister ana karakterin sevgilisi olsun, ister maceranın içindeki fahişeler olsun) rolü birileriyle yatmaktan öteye geçmedi maalesef.
Türklüğün yüceltildiği bir roman olmakla birlikte; abartıya kaçıldığını da belirtmek lazım. O kadar ki bir CIA ajanı bizim ajanımızı 'efendisi' olarak görmekte. Hele şu İngiliz sınırındaki diyalog çok eğlenceli:
"Siz Türk müsünüz?" diye soran görevliye kızmıştı.
"Türk oğlu Türk'üm. Pasaportta başka bir şey mi yazıyor?"
"Lütfen soruma cevap verin, yoksa karışmam."
"Okuman yazman var mı?"
Afallamıştı İngiliz havaalanı görevlisi...
"Vaaar. Ne olacak?" diye sordu kekeleyerek.
"O pasaportta İngiltere Konsolosluğunun vizesini görüyor musun?"
Görevli başa çıkamayacağını anlamıştı.
Türkçe doğru kullanılmakla birlikte 'edebi' öğelerden yoksun bir metin. Betimleme, imgeleme, metinlerarası gönderme, psikolojik analiz vb. bulunmuyor. Olayların anlatıldığı ve diyalogların birbirini izlediği bir metin.
Kurgu fantastik: Türklere saldırmak üzere Rus Mafyasından yasadışı füze alınıyor. Rus mafyasının hapisten kaçan tetikçisinin kitabın sonunda Türk dostu ahlaklı sevimli karaktere dönüşmesini yadırgadım. Kim kullanacak füzeleri, kim saldıracak Türklere? Füzeleri alanlar terör örgütü mü yoksa Yunan devleti mi? Yunanistan Türkiye'ye gizlice füze mi atacakmış? Yunan devleti ise neden yasadışı alışverişle alıyor? Bugün Yunan devleti füze almak istese, tüm devletlerden parasıyla alır.
Uluslararası istihbarat, benim çok okuduğum ve sevdiğim bir janrdır. Gerçekçi olduğu sürece. Ha, gerçekçi olmak zorunda mı? Değil tabii. Bu şekilde de seven okurlar vardır.
Kitabın sonuna Atatürk, şehitler ve gaziler için saygı duruşunda bulunulması en sevdiğim kısmı oldu.
2021 Kristal Kelepçe Yılın Polisiye Romanı Ödülü adaylarından.
Bu kitabı ilk yarısı ve ikinci yarısı olarak ayırarak yorumlayacağım.
İlk yarıyı çok beğendim, heyecanlı, sürükleyici, bir 'page-turner'. Ayrıca kapakta yazıldığı gibi 'Öykü'nün ebeveynlerinden intikamı' gibi yüzeysel bir konu da değil, daha derinlikli bir kurgu var. İyi bir gizem ve olayı araştıran sağlam bir karakter ('sleuth') içeriyor.
Fakat ilk yarının sonunda, Enez'deki eve girildiği anda bütün polisiye gizem çözüldü. Okurun aklında merak edilecek hiçbir şey kalmadı. (Sandy'nin nerede olduğu dışında. Kimin ne yaptığını ve neden yaptığını öğrendikten sonra bu, okur için çok tali bir gizem. Elbet bir yerden çıkacaktı Sandy.) Her ne kadar emekli polisimizden bir dedektif olarak çok hoşlandıysam da, olayın çözümünde başarısı olduğunu söyleyemiyorum. Olay kahramanımızın araştırması veya akıl yürütmesiyle değil, tesadüfen karşılaşılan iki kişinin anlattıklarıyla (eski eş ve taksici) kendiliğinden çözüldü.
Geriye sadece 'nasıl' sorusu kaldı. O da makul-kısa bir bölümle cevaplanabilirdi. 'Nasıl' sorusunun cevaplanması kitabın tüm ikinci yarısını kaplayınca (neredeyse 150 sayfa) itiraf edeyim ki sıkıldım. Merak unsuru kalmadı, tempo düştü. Öykü, Sandy ve Nedyalko arasındaki konuşmalar, herkesin birbirine yemeğe gitmesi, telefonla aramalar, açmalar-açmamalar... Neticede ne olacağını bildiğimiz bu geçmiş, gün gün anlatılmasa da olurdu diye düşünüyorum.
Diğer taraftan, kitabın sonunda 'Franny'nin neye gönderme olduğuna dair çok hoş bir açıklama var. Sırf bunun için bile sonuna kadar okumaya değer!
Türkçe hatasız. Dil akıcı. Mekanlar ve atmosferler insana 'oradaymış' hissi veriyor. İlk fırsatta gidip Nesebar'ı göresim geldi. Mekanların o kadar içine götürdü roman beni. Çiğdem Dönertaş bu konuda çok başarılı.
Neticede grubun beğendiğim romanlarından birisi
Mutlaka okunacaklar listesinden bir kalem daha sildik çok şükür. Suç ve Ceza'nın Amerikan versiyonu dersek abartmayız. Ayrıca suç edebiyatı tarihinin gelmiş geçmiş en iyi kurgu fikirlerinden!
Kurguyu biliyorsunuz:
SPOILER
Bruno ve Haines trende karşılaşır ve sohbet ederler. Bruno babasından nefret etmektedir, Haines de karısından kurtulsa fena olmayacak durumdadır. Bruno mükemmel bir fikir üretir (ki bu fikir, aynı zamanda mükemmel de bir kurgu fikridir - tüm suç edebiyatı ve film camiaları yıllarca ekmeğini yediler bu fikrin). Bruno ve Haines birbirlerinin 'sorun'larını öldürecekler ve böylece cinayet sırasında farklı yerlerde farklı insanlarla olduklarını kanıtlayarak şüpheden uzak kalacaklardır. Haines bu fanteziye fazla prim vermeden hayatına devam eder. Fakat Bruno bu sözlü sohbeti anlaşma kabul eder ve gerçekten Haines'in karısını öldürür. Haines yeni hayatına polis soruşturması bulaştırmamak adına, Bruno'nun katil olduğunu anladığı halde hiçbir şey söylemez. Bundan sonra Bruno'nun psikolojik işkenceleri başlar. Bu psikolojik yıpratma başarılı olur ve Haines sonunda gerçekten Bruno'nun babasını öldürür. Kurgu burada tamamlanıyor. Sonrası, tamamen Suç ve Ceza. Aynı Raskolnikov gibi Haines de vicdan azabı içinde kıvranır. Bruno da daha iyi durumda değildir, iyice alkole boğulmuştur. Niketim kitabın sonunda gerçekten boğulacaktır. Haines o kadar sarsılmış ve yıpranmıştır ki, sonunda her şeyi itiraf eder.
SPOILER BİTTİ
Bu hikayede bir dedektifimiz de var. Fakat dedektifin rolü katilleri yakalamayı kapsamıyor. Aslında dedektif olayı çözüyor fakat sonuca kendiliğinden gelişen bir itirafla varıyoruz.
Mükemmel yazılmış bir roman. Highsmith vicdan azabını kusursuz resmediyor - Dostoyevski'den aşağı kalır yanı yok vallahi. 1950'lerin Amerikasında güney eyaletlerin yaşam tarzının çok gerçekci ve güzel bir tasviri. Adeta film izliyormuşum gibi.
Hitchcock'un bunu okur okumaz filme dönüştürmeye karar vermesine şaşmamak gerek. E şimdi filmi izlemek de farz oldu!
2021 yılı Kristal Kelepçe Yılın Polisiye Romanı adaylarındandır.
Bu kitabı ilk okumaya başladığımda, "Her sezon genç kızlara yönelik, Amerikan özentisi, yabancı isimli bir ergen romanı oluyor. Bu seneki de bu demek ki," diye düşündüm. Okudukça bu düşüncem - %100 değilse de - epeyce değişti.
Birkaç bakımdan önceki sezonlardaki ergen romanlarından pozitif ayrışıyor bu kitap:
1) Genç kızımız Etna kitabın ilk yarısında KOD ismindeki yazılımın ağına, ikinci yarısında ise terör örgütünün ağına düşürülüyor. Ergen çocukların nasıl kolay ağa düşürülebileceğini, çok da akla yakın ve olası bir şekilde gösteriyor. Ergen annesi olarak canım sıkıldı resmen! Neticede her şey silsile olarak yerli yerine oturdu kurguda. (Peki, bu kurgu polisiye mi? Tartışırız. Uzaktan bir janr olabilir, diyorum.)
2) Kitabın ilk yarısında yabancı isimlere özenildiğini düşünmüştüm, fakat ikinci yarısında aslında var olmayan bir coğrafyaya (çünkü bu coğrafya dünya üzerinde herhangi bir yer de olabilirdi) atıfta bulunulduğunu varsayarak bu tuhaf isimleri anlayışla karşılamaya başladım. Aslında Ayşen Gencer global bir sorunu bizlere göstermek istiyor. (Yine de olmayan bir coğrafyada Türk kahvaltısı yapılması vb. unsurları yukarıdaki tercihle uyuşmadığı için eleştireyim. Eğer olmayan bir coğrafya söz konusuysa, Ursula LeGuin misali, olmayan alışkanlıklar yaratmak lazımdı.)
Kitabın Türkçesinde hata görmedim. Bu bakımdan kıymetli buluyorum.
İlaveten Ayşen Gencer romanın yanında bir de klip çekmiş. Sanatın farklı formlarının birlikte kullanılması ve sanatın çok boyutlu sunumu bakımından, yerli polisiye için deneysel bir yenilik olduğunu düşünüyorum. Böyle bir yeniliğe cesaret ettiği için kendisini tebrik ederim.
Romanı beğendim mi? Her şeye rağmen benim okuma zevkim için fazla 'ergen' kaldı.
Son not: 18 yaşını doldurmamış genç kızımızın kendisine 'tecavüz edilmesini istediği' bir cinsel fanteziyi ballandırarak anlatmasını sorumlu yazarlığa aykırı buluyorum. Özellikle de bir kadın yazarın bu konulara dikkat etmesi gerekir.
2021 Kristal Kelepçe Yılın Polisiye Romanı Adayıdır.
Bu kitabı tahmin ettiğimden daha çok beğendim. Tuna Kiremitçi kalem-klavye kullanmayı iyi biliyor. Bu bakımdan söyleyecek söz yok. İlaveten ilk polisiyesinde gerçekten iyi bir polisiye yazmış. Köklü bir lisenin içindeki altı kişilik zorba çetesi 'Melekler' yıllar sonra teker teker öldürülüyor. Kurgu iyiydi, tutarlıydı. Polisin çözümdeki katkısı yerli yerindeydi. Zevkle okudum.
Kitapta en çok hoşlandığım kısım karakterlerin çok gerçek yansıtılmasıydı. Erkek yazarlarda sıklıkla karşılaştığım, 'kadın karakterlerin kadın doğasına aykırı hareket etmesi' sorunu bu kitapta hiç yok. Baş karakterlerin tamamının kadın olduğu bir romanda kadınlar ancak bu kadar doğal, bu kadar gerçek yansıtılabilirdi. Perihan her hali, tavrı, söylemi ile son derece tutarlı bir karakter. (Hafıza kartını duvara fırlattığı kısmı hariç tutacağım. Bir tek o hareket Perihan'a yakışmadı. O da nazar kestirir diyelim.)
Okul ve içindeki ağır atmosferi film izliyormuşum gibi gözümde canlandırdım.
Neslihan'ın sorgusu sırasında "ay konu yine illa tecavüze gelecek" diye endişelendim. Neyse ki Tuna Kiremitçi bu klişeye kaptırmadı kendisini. Büyük alkış!
Çok hoşuma giden benzetmeler vardı. Sayfa 210'daki Migros torbaları taşıyan beyaz yakalı aile aynı bize benziyordu mesela :)
Şuraya takıldım: Kurbanların mason olduklarını nereden anladılar, onu hiç anlayamadım. Ben bugüne kadar mason olduğundan şüphelendiğim kimsenin gerçekten mason olup olmadığını öğrenemedim. Ve hiçbirisinin masasında da mason rozeti görmedim :)
2021 senesinde Kristal Kelepçe'de benim başka bir favorim vardı. Eğer o kitap olmasaydı benim için en yüksek puanlı kitap bu olabilirdi.
2021 Kristal Kelepçe Yılın Polisiye Romanı Adayıdır.
Bu roman Serdar Uzunyol'un önsözde de belirttiği üzere, gerçek hırsızlık olaylarından esinlenerek yazdığı bir eser. Adana'da tünel kazılarak soyulan bir kuyumcunun kasasından 60 kg altın çalınınca kuyumcu ortalığı ayağa kaldırıyor. Ankara'dan Hırsızlık Büro ekiplerini Adana'ya göndertecek kadar. Ekipler önce Gürcü şüphelilerin peşine düşüyorlar, sonra başka şüphelilerin...
Serdar Uzunyol anlattığı konuyu ilk elden bildiği için, 'police procedural' tabir edilen gerçek polisiye süreçler bakımından çok öğretici bir kitap bu. Yerli polisiyelerde nasıl yanlışlar yapıldığını (polisiye yazarları olarak bizlerin yaptığını) görmek için meslek erbabı polisiye yazarlarımızı daha sık okumamız lazım.
Ben de kamu süreçlerini ilk elden bilen birisi olarak yazacağım: İki milletvekili tanıyan bir müteahhidin (bunlardan on binlerce var) emniyet üzerinde yaptığı baskı çok abartılı. MİT müsteşarının kardeşi sanki! O kadar ki; bizim komiser illerin savcılıkları nezdinde işlemlerin hızlandırılması için kendi amirleri yerine kuyumcuya ricada bulunuyor. Emniyet teşkilatını güçsüz gösteren bir mesaj. Benzer durum romanın girişindeki gerdanlık olayında da var. Mağdurun babası emekli bürokrat olunca elit ekip geliyor. Ama eğer babanız bürokrat değilse, size elit ekip gelmeyecek, “Ohoo senin gerdanlık gitti, gelmez!” diyen vardiya memuruyla muhatapsınız. Mesaj bu mu olmalı? Sözün kısası, kitabın genelinde hâkim bir 'Ankara/yukarıdan sıkıştırıyorlar' vurgusu var. Evet Ankara diye bir gerçek var, ama kurumlarımız bu kadar altında ezilmiyorlar.
Kitapla ilgili en temel eleştirim, öykülemenin zayıf olması. Kitabın ilk yarısında Amerikan dizi kanallarındaki 'gerçek suç belgeselleri’nden birisini izliyormuşuz gibi hissettim. Bu iyi bir şey olurdu, eğer belgesel izliyor olsaydık. ‘Roman’ okuyacaksak durum farklı. ‘Polisiye’nin öncelikle ‘edebiyat’ın bir alt türü olduğunu, 'edebiyat'ın ise olayları arka arkaya sıralamaktan ve insanları konuşturmaktan ibaret olmadığını hatırlamak lazım: betimlemeler, karakter analizleri, imgelemeler, metinlerarası göndermeler, anlam sanatları, söz sanatları, benzetmeler... Edebiyatı edebiyat yapan, insana okuma zevki veren bunlar.
Kitabın ikinci yarısında öyküleme biraz başladı, sona doğru arttı. Bu sayede ikinci yarıyı ilk yarıya kıyasla daha zevk alarak okudum. Serdar Uzunyol ilk romanının hem önsözünde hem de sonunda, maceranın ikinci kitapta devam edeceğinin sinyalini veriyor. İkinci kitap için işin 'öyküleme' ve 'edebiyat' kısmına ağırlık vermesini önereceğim. Başarılı olacağına inanıyorum.
Kitabın tüm aday romanlar arasında en öne çıkan özelliği, bir romanın polisiye olması için illa 'cinayet' anlatmak zorunda olmadığını, hele hele 'seri katil' işlemek zorunda HİÇ olmadığını tüm okurlara göstermesi! Serdar Uzunyol'a bana farklı bir şey okuma fırsatı sunduğu için teşekkürler!
Louis Penny (28 )
Laura Lippman (14 )
Michael Connelly (14 )
William Kent Kruger (13 )
Rhys Bowen (12 )
Hank Phillippi Ryan (8 )
Val McDermid (8 )
Margaret Maron (8 )
Dennis Lehane (8 )
Janet Evanovich (7 )
Robert Crais (7 )
Reed Farrel Coleman (7 )
Sharyn McCrumb (7 )
S. J. Rozan (7 )
Jane Harper (6 )
Julia Spencer-Fleming (6 )
P.D. James (6 )
Nancy Pickard (6 )
Alan Bradley (5 )
Patricia Cornwell (5 )
Laurie R. King (5 )
S. A. Cosby (5 )
Başak Yayınevi 1966 yılında "İnsan İki Kere Yaşar" adıyla bastığı kitabı 1973 yılında "Sen Yaşa Bırak O Ölsün" adıyla basmış.kitabın orjinal adı da yanlış. Adı
"You Only Live Twice" olması lazım.
Beni Seven Casus JAMES BOND: 8
Tay Yayınları
Bu kitabın çevirmeni olan İsmail Orkun Ülkü tamer'in takma ismidir. Tamer bu kitabın hikayesini şöyle anlatır;
"Çevirmenliğe yeni başladığım zamanlardı. Fakülte kantininde edebiyat
sohbetlerinden kalan zamanımda Ezra Pound'lar, T. S. Eliot'lar çeviriyordum.
Ama bu çeviriler para getirmiyordu.Bana üç-beş kuruş kazandıracak
birşeyler yapmalıydım. Vatan gazetesine bir öneri götürdüm. Gazetenin
o zamanki yöneticisi Naim Tirali'ye Agatha Christie'nin Üç Perdelik
Cinayet romanını çevirmek istediğimi söyledim. Naim Tirali, "Yarın başlayalım,
dedi. Roman, gazetede "tefrika" edilecekti. O gün gazetede bir masaya
ilişip kitabın ilk iki sayfasını çevirdim. Üç Perdelik Cinayet ertesi gün
Vatan'da yayınlanmaya başladı.
Her gün kitaptan birkaç sayfa çevirip gazeteye götürüyordum artık.
"Tefrika" sürüyordu. Bir gün Naim Tirali gazetede beni yakaladı. "Aman,"
dedi, "romanı dört günde bitir."
"Nasıl olur?" dedim.
"Gazeteyi kapatıyoruz. Daha doğrusu, Ankara'ya taşıyacağız. Romanın
dört gün içinde bitmesi gerek."
Daha kitabın yansına bile gelmemiştik. Üstelik polisiye bir romandı
bu. Ölecek kimseler vardı. Katilin bulunması vardı.
"Birşeyler yap," dedi Naim Tirali.
Çaresiz, " Peki," dedim. "Ama bundan sonraki bölümlere adımı
koymayın."
Oturdum. Kitabın ikinci yansını bir güzel özetledim. "Filanca öldürüldü
... Katil de meğer falancaymış" gibilerden ...
Bir süre sonra bir yayıncıyla tanıştım. Kaldırımlarda satılan ucuz
"piyasa kitapları" yayınlıyordu. Çeviri yaptığımı öğrenince, "Sende bize ya-
rar bir şey var mı?" diye sordu. Üç Perdelik Cinayet geldi aklıma."Agatha Christie'nin bir romanı var," dedim.
"Kim o?" dedi.
Raftaki bir kitabı gösterdim:
" Siz onun bir kitabını yayınladınız ya."
" Haa," dedi. "Aga Kristina. İyi yazardır. 300 lira veririm."
Güzel para! Romanın Vatan'daki serüvenini anlattım. " İkinci bölüm
özetlenmiştir," dedim.
"Mühim değil," dedi.
"Kendi adımı da koymam. Çeviren İsmail Orgun diyelim."
" Mühim değil. Yalnız kitabın adını değiştirelim. Sen bir ad söyle."
Romandaki kişiler, içkiye katılan zehirle öldürülüyorlardı. Kadehteki
Ölüm adını önerdim. "Peki," dedi. Tokalaştık. Paramı aldım. Kapıdan çıkarken,
"Bir dakika," diye seslendi. Döndüm.
"Yahu," dedi, "ölüm, kadehin içine girer mi! Biz şuna Kadehteki
Zehir diyelim."
"Ne isterseniz yapın," dedim.
Birkaç ay sonra bir kaldırım sergisinde Aga Kristina'nın Kadehteki
Zehir'i ilişti gözüme. Hemen bir tane aldım. Yalnız kitap beklediğimden
kalındı. Pek olacak şey değildi bu. Öyle ya, ikinci yansı özetlenmişti.
Sayfaları çevirdim. Roman, kitabın yansında sona eriyor, yeni bir
yapıt başlıyordu:
Helen Keller'in Meraklı Hayat Hikayesi"
Ülkü Tamer(2010) Yaşamak Hatırlamaktır, 4. baskı, İstanbul:Kitap yayınevi, s.126-127.
2021 Kristal Kelepçe Yılın Polisiye Romanı adaylarındandır.
Taksonomik olarak bu kitabı nereye yerleştireceğim konusunda kafa karışıklığı yaşadım. 'Polisiye' ailesi altında 'erotik polisiye' alt türü olarak mı sınıflandırsam, yoksa 'erotik roman' ailesi altında 'polisiye konulu' alt tür olarak mı?
Velhasıl romanın başında yaşadığım, "Başkomiser kovboy çizmesi, deri ceket giyip tek tabanca ortalıkta dolaşmaz, ekip yönetir," veya "Soruşturmanın başı savcıdır, polisleri savcı görevlendirir," ya da "Polisler savcıları azarlayamazlar," gibi eleştirilerimi roman ilerleyince kenara koydum. Zira ortada gerçekçi bir 'police procedural' yazma gayesi yokmuş, sonradan anladım. Amaç erotizm dekoru yaratmakmış. E her polisiye gerçekçi olmak zorunda mı? Değil tabii.
Adeta bir Amerikan korku filmi dekorundan oluşmuş kasabadaki herkes, polislerimiz dahil, her türlü cinsel deneyime açık görünüyor. Erkek pornografi izleyici kitlesinin genel geçer tüm favori fantezilerine yer verildiğini zannediyorum. Checklist yapılmış, listedeki her şey eklenmiş. Dantelli tangayı Kızılay dağıtmış, giymeyeni dövüyorlar. Meraklıları okusun. Seks satar derler; muhtemelen satar.
Ve fakat, okurda arzu yaratmak üzere betimlenen Sıla'nın, çocuk yaşta yetişkin erkeklerle birlikte olmasının bu 'arzu yaratma' betimlemesine konu edilmesine itirazım var. Ortalık çocuk tacizi, kadına şiddet diye yıkılırken yazarlarımızı sorumlulukla hareket etmeye davet ediyoruz.
2021 Kristal Kelepçe Yılın Polisiye Romanı adayları arasında olan bu kitap, yılın En İyi İlk Polisiye Romanı ödülünü de evine götürdü.
2021 yılının bazı adaylarının yazarlarını, 'roman' denen olguyu olayları sırayla anlatmak ve diyalog yazmaktan ibaret sandıkları için eleştirmiştim. Kitapların içlerinde 'edebiyat' yok demiştim. Dilruba Yıldız kalemi kuvvetli bir yazar olarak, bu eleştirilen olgunun tam tersine uygun bir roman ortaya koyuyor. Dilruba Yıldız belli ki 'edebiyat' nedir, biliyor. Amma ve lakin, bu sefer de kullanılan dili biraz 'fazla şiirsel' buldum. Dil kaygısı tempoyu düşürüyor yer yer.
Yine bir 'çocukluğunda tacize uğramışların intikam cinayetleri' kurgusu. 2021 yılı adaylarının yarıya yakınında bu tema var.
Kurgu çok iyi olmakla birlikte bazı sorularım cevapsız kaldı. SPOILER --- 1) Madem Lerzan katilin adaletine hak verecek ve onun kaçmasına göz yumacaktı, neden peşine düştü de günlerce kendi kendisine soruşturma yaptı? 2) Altay neden ilk cinayetin koordinatlarını Feryal'e verdi? 3) Adnan'ın yazlığı konusu ve Feridun'un motivasyonu aklıma oturmadı. SPOILER SONU.
318. sayfada Altay'ın kadınlara verdiği mesajı çok beğendim.
Kitabın içinde kıssadan hisseye minik öykülere yer vermiş Dilruba Yıldız. Bunlar da hoşuma gitti.
Genç ve kuvvetli bir kalem. Geleceği parlak. Umarım yazmaya ve polisiye yazmaya devam eder.
Kurt Wallander serisinin üçüncü kitabı bu, yanlış bilmiyorsam. Riga'nın Köpekleri'nden sonra Wallander yine İsveç dışında bir coğrafyayı ilgilendiren bir maceraya dahil oluyor.
Mankell, Afrika'nın muhtelif coğrafyalarında yaşarken buralardaki ırkçılık sorunlarını kendisine mesele edinmiş. Hollanda kökenli - ve ırkçı olarak resmedilen - Güney Afrika etnik grubunun (Afrikaner) Güney Afrika'yı kendi yönetimlerinde tutmak için çevirdikleri uluslararası komplolar İsveç'e kadar uzanıyor. SPOILER --- Mandela'yı öldürtmek isteyen derin devlet uzantıları, Afrikalı bir kiralık katili eğitmek üzere İsveç'e gönderirler. Burada onu eğitmekten sorumlu eski KGB ajanı yol soran bir kadını vurunca işler karışır. ---- SPOILER BİTTİ. İsveç'te sıradan bir ev kadınının infaz tipi öldürülmüş olarak bulunması neticesinde Wallander da kendisini bu komplonun içinde bulur.
Riga'nın Köpekleri'ni ne kadar zevkle okuduysam, bu kitaptan bir o kadar sıkıldım. Zorla bitirdim dersem yanlış olmaz vallahi. Kitabın yarısından fazlası bambaşka karakterlerle Güney Afrika'da geçiyor ve bu kısımlardaki karakterler ve öykü, basit teknik bir bağlantı dışında okura hitap edecek şekilde entegre olamıyor. Wallander kitabın yarısından fazlasında hiç yok. Olan kısımlarda da adeta James Bond'a veya Bourne'a dönüşmüş.
SPOILER --- Ailemizin İsveç'li kasaba polisi, adam vurup kendi ekibinden mi kaçmadı, kiralık katil mi saklamadı, sahte pasaport mu basmadı... neler neler... Kitaptaki eski KGB ajanı da saçmalamakta Wallander'den geri kalmadı. Getto serserisi gibi elinde tabancayla sokakta araba kovalamacalarına katıldı, milletin içinde göstere göstere polis vurdu, köşedeki bankayı soydu. Başka işi gücü yokmuş gibi Wallander'i kendisine rakip belledi, gitti kızını kaçırdı. Yok daha neler! SPOILER BITTI.
Tema fikir güzel ama uygulama yavan olmuş. Wallander ve Rus, basit Hollywood şablonlarına dönüşmüşler. Üzdü.