2021 Kristal Kelepçe adayları arasında okuduk.
Türkçe'si temiz olmakla birlikte; imgelem, betimleme, söz ve anlam sanatları bakımından gelişmeye açık; olaylar ve diyaloglardan mürekkep bir metin. Her şeyi geçtim, en basitinden bir mekan tasviri olsaydı bari... Senaryo okuyormuşuz hissi yaratıyor, eserin derinleşmesine engel oluyor.
Aras Başkomiser'i fazla burjuva buldum. Yapılandırılmış zevkleri, üst sınıf alışkanlıkları ve yaşayışı kafama oturmadı. Memur maaşıyla Cihangir'de oturup, markalı saatler-gözlükler takıp, tekne sahibi olması damağımda nahoş bir tat bıraktı. Tüm bunları karakterin bekar ve çocuksuz olmasıyla da açıklayamıyoruz maalesef. Kadın komiser Nilay ile olan liberal ilişkisini de yadırgadım. Akşamları romantik mekanlarda baş başa yemeklere gidilecek, sinemalara davetler olacak, ama hiç kimse bu ilişkinin doğasına ilişkin tereddüte kapılmayacak. Maslak plazalarında bile bu yaşanmıyor iken, Emniyet teşkilatında hiç yaşanmaz. Özetle Aras karakterini role uygun bulamadığım için benimseyemedim. Bu da kitaptan alacağım zevke yansıdı doğrusu.
Bu kitapta ne kadar çok MOBESE incelemesi var diyecektim ki, roman sonunda yaptığı açıklamayla bu konuya açıklık getirmiş oldu. Kurguyu beğendim!
Sonda yer alan geleceğin katili, geleceğin kusursuz cinayeti ve geleceğin dedektifine ilişkin fütüristik öngörüler hoşuma gitti. Konuya bu açıdan yaklaşmak için vakit ayırmasını çok sevdim.
Yılın 365 günü içinde insanların hatırlayacakları günlerin oranı bakımından olasılık hesabı kısmını ve bu kadar çok insanın aynı anda uyuşturucudan sabıkalı olmasının çok ileri bir tesadüf olacağına ilişkin açıklamaları bir istatistikçi olarak takdir edeceğim. Olasılık biliminin polisiye içinde kendisine yer bulması ve yazarlarca da buldurulması beni ezelden beri mutlu etmiştir.
Adaylar arasında ortalamanın üstü olduğunu düşünüyorum. Yazar dostuma sonraki kitaplarda 'polisiye edebiyat'ın 'edebiyat' boyutu üzerinde biraz gayret göstermesini öneriyorum.
2021 Kristal Kelepçe Yılın Polisiye Romanı Adayıdır.
Million İstanbul'u okumak İstanbul'u geziyormuşum hissi uyandırdı . İstanbul'da yaşıyor olmama rağmen İstanbul'u tanımıyor olduğumu bir kez daha kendime itiraf ettim. Olay yerlerinin tamamını Google'dan aradım, fotoğraflarına baktım. İstanbul'u tüm günlük yaşamıyla, tarihi eserlerin hayatın içinde çürümüşlüğü ile, keşmekeşi ile, sokak çocuklarıyla tanıttığı için Gürkan Karahan'a teşekkürler. Araştırması olan, bilgi verme çabası olan, kaynakçası olan romanın benim gözümde yeri ayrıdır. Bu farklı bir özveri ve çaba gerektiriyor. Yaptığım için biliyorum.
Gürkan Karahan kendisi de emniyet teşkilatından geldiği için teşkilatın yol ve yordamlarını, prosedürlerini ilk elden okuyoruz. Bu bakımdan öğretici. Farklı açılardan da öğretici oldu. Misal, sokak çocuklarının ailelerine teslim edilme veya yurda yerleştirilme korkusu yüzünden panikleyip kaçmaya çalışacakları sahne beni çok üzdü. Demek ki biz bu çocuklara gerçekten bakamıyoruz ki bu çocuklar var olan ailelerinden ve devletin kucağındansa sokağın rezilliğini tercih ediyorlar. Bir başka kısımda fahri trafik müfettişlerinin keyfi olarak ceza yazabildiklerini söylüyor Gürkan Karahan. Şüphelenirdik de emin olamazdık.
Selçuk Şef'in tüm kararları ekibiyle birlikte almasını, olayın çözümü için Sabiha'nın Gökçe'nin ve Batuhan'ın eşit katılımını sağlamasını sevdim. Neticede bir ana kahraman var, ama olayı ekip çözdü. Bu bakımdan kitap olumlu yönde ayrıştı. Sabiha ve Gökçe ile Sabiha Gökçen'e gönderme yapılmasından hoşlandım. Ancak karakterlerin kitabın başındaki tanıtımları daha incelikli yapılabilirdi. "Onun saçı şu renkti, bu şöyle bir bayandı"dan daha iyisi yapılabilir artık. 'Bayan' yerine 'kadın' kullanmaya da artık elimizi alıştırsak keşke.
Son sahne, film sahnesi gibiydi, heyecanlıydı.
Ancak kitabın çok ciddi ve kapsamlı bir redaksiyona ihtiyacı var: -de -da ekleri ve bağlaç olarak kullanılan de da kullanımında kronik yanlışlar var. Yeliz Matem/Ezgi Matem, Sema Boz/Sema Kara, Gökçe/Gökçen gibi isim hataları sürekli karşımıza çıkıyor. Daha fenası kurguda önemli hatalar var. Misal, sayfa 101'de Selçuk Şef ile Sabiha yata çıkıyorlar ve silah çatışmasının içinde kalıyorlar. Halbuki arka sayfayı bir çeviriyoruz ki; böyle bir çatışma hiç yaşanmamış. İlk taslaklardaki sahnelerden birinden daha sonra vazgeçilmiş fakat yazar silmeyi unutmuş sanki.
Kitap ilk taslak iken aceleyle basılmış gibi hissettiriyor. Daha üzerinden üçüncü, beşinci düzeltme geçmeli ve ondan sonra basılmalı imiş. O kadar çok hata vardı ki okuma zevkini yarıya indirdi.
2021 Kristal Kelepçe adaylarındandır.
Roman değil de novella gibi düşünmek de mümkün. Görüşlerim şöyle:
1) Polisiye vaka bana derinlikli ve sürprizli gelmedi. Ama belki Suat Duman'ın 'hard-core' kurgu yapmak gibi bir meselesi de olmayabilir. Bu konudaki beğeni, biraz okurun ne aradığına da bağlı.
2) Kitabın 1918'de geçmesinden çok hoşlandım. Fakat olayların akışını 1918 yılıyla bağdaştırmakta zorlandığım bazı durumlar oldu. Misal 1918 yılında kadınların ulaştığı yüksek liberallik seviyesini yadırgadım. 2018 yılında (tam bir asır sonra) açık su yüzme yarışı için iki kadın, tıptı Ferda ile Miette gibi adalara seyahat ettik. Ferda ile Miette'nin ulaştığı rahatlık ve özgürlük seviyesine (yüz yıl sonra) ulaşamadığımızı söyleyeyim. Ferda sırılsıklam bir halde, yanında yabancı bir kadınla bir adada bir meyhanede geceliyor. Nasıl?
3) Ferda'nın hiçbir yetkiye sahip olmaksızın canının istediği herkesi sorguya çekmesini ve sorguya çekilenlerin "sen kimsin" demeyerek sürekli itaat halinde bulunmasını da yadırgadım.
4) Miette'nin Ferda'nın yanında olmadığı zamanlarda üçüncü tekil şahıs anlatıcıya dönüşerek, adeta gözüyle görmüşçesine Ferda'nın maceralarını bize anlatmaya devam etmesini de yadırgadım.
5) Kitabın milli mücadele mesajı taşıması en çok hoşlandığım kısım oldu.
Ve fakat, her türlü hoş bir atmosferde hoş bir hikaye.
2022 Kristal Kelepçe adayıdır.
Her sene biraz doğaüstüne, fantazyaya kaçan adaylarımız oluyor. Bu seneki de bu idi.
Ben multidisipliner, türler arası romanlar severim. Birden fazla janr bir araya gelebilir, güzel şeyler de çıkabilir. Kendim de bilimkurgu polisiye yazmışlığım var. Fakat doğaüstü ile polisiyeyi bir araya getirmek gerçekten çok zor bir iş. Zira polisiye, tüm soruların insanın mantığına yatar şekilde cevaplanmasını zorlayan bir tür olduğu için, sorulara fazla doğaüstü cevaplar verildiğinde polisiye okurunun mantıklı cevap isteği tatmin edilmemiş oluyor. Doğaüstü polisiyeye karşı değilim ama, denge tuturulamaz ise sıkıntı var demektir. Polisiye kurgu tutarlığından yüksek not veremediğimiz için yarışma bakımından yapacak fazla bir şey yok.
Evet ortada göz önünde işlenmiş bir cinayet var, katilin kim olduğu da belli. Neden işlendiğini anlamaya çalışan ve kaçan katili yakalamaya çalışan polislerimiz de var. Bu bakımlardan baktığımızda, suç var, gizem var, çözecek adam var. Evet polisiye. Fakat çözüm geliyor, hakikat-merkezi enerji-her şeyin bütün olması-hepimiz bütünün parçalarıyız-paralel evrenlere bağlanıyor. O noktadan sonra mantık arayışını bıraktığımız için polisiye kurgunun da peşini bırakmış oluyoruz.
Bu kitap doğaüstünü ciddiye alma tutumuyla bana 'I Origins' filmini çağrıştırdı. Çok da sevdiğim bir filmdir. Fatih Baki'nin ailesine ulaşma çabası hoşuma gitti.
Türkçesi iyiydi, kendini okutuyordu, tempoyu düşürmüyordu.
Fakat sürekli kim olduğu değişen karakterler, hele de çok sayıda olunca, akılda kalıcı olamadılar maalesef.
Başak Angigün, romanın başında Ahmet Kural ile yakın arkadaş olduklarını zaten bize söylemişti. Romanın içinde de çok sayıda tekrar eden Ahmet Kural vurgusu var ve bir noktada Ahmet Kural romanın kahramanı haline de geliyor. (Karakterlerin sürekli kim olduklarının değiştiğini belirtmiştik.)
Türü sevenler severek okuyacaklardır.
https://www.mediafire.com/file/i1unhi8dq86ad08/1br9qfwlan3v0ow1uls.JPG/file
karakteri de John Craig
Kitabın adının kitapla alakası yok. Kitap pek akıcı değil, insan okurken sıkılıyor.
Bu kitap 2021 Kristal Kelepçe adaylarındandır.
Kitap keyifli başladı fakat aynı tempoda ilerlemedi.
1) İstihbarat dünyası, dünya tarihindeki gizli oluşumlar, devletler üstü teşkilatlar, bunlar benim sevdiğim konulardır. İş ki gerçekçi yazılsınlar... Sevdiğim bir janr olmasına rağmen, komploları abartılmış bulduğum için kendimi konuya vermekte zorlandım. Komplo-akla yakınlık dengesinde çizgi bir tık aşılmış. Bir de son dönem istihbarat kitaplarında konu mutlaka 15 Temmuz'a bağlanıyor. Şart mı?
2) Tarihi bilgilerden hoşlandım. Romanların okuru bilgilendirmesini severim. Fakat üzerime bilgi yığıldı gibi hissettim. Bu odaklanmamı zorlaştırdı. Bilgi aktarımı-edebiyat dengesinde de çizgi biraz aşılmış.
3) Karakterleri benimseyemedim. Teksen ve hikayedeki kötü karakterler (başta Kurt ve adamları olmak üzere) Amerikanvari geldiler bana. Kemancı ve Kaşgar'ı kötü olarak konumlandırmıştık, birden iyilerin tarafına geçtiler. Kemancı'nın çocukluğu ve sapkınlığı haricinde hiçbir yönünü görmediğimiz için onun birden iyileşmesini yadırgadım.
4) Emre kitabın başında sempatik bir öğretmen iken, kitabın sonunda doğaüstü yol göstericiler tarafından yönlendirilen, telekinezi ile beyin kontrol eden bir süper kahramana dönüştü. Emre'nin tuhaf rüyaları, etrafın (neden olduğunu halen anlamadım) birden bire soğuması, Emre'nin sadece bakarak insanların düşüncelerini okuması gibi şeyler beni öyküden soğuttu.
5) Sayfa 379, "... Damarına basmak için ona biraz önce öğretmen demişti ama bir öğretmenden çok fazlası olduğunu ve istediği için öğretmenlik yaptığını biliyordu..." Kendisi de öğretmenlik yapan Çağlayan Babacan'ın bu cümlesini anlayamadım. Öğretmenlik düşük bir iş mi ki 'öğretmenden çok daha fazlası' olan Emre 'istediği için öğretmenlik yapıyor'? 'Öğretmenden çok daha fazlası' olunca hangi ilave becerilere sahip olunuyor? Mümkün olan en yüksek seviyenin öğretmenlik olması gerekirken, memleketimizde maalesef öğretmenlik mesleğine bakış bu... Bunu bir öğretmenin söylemesi daha üzücü :( Emre de öğretmen olarak kalsaydı ve süper güçler, tuhaf yetenekler edinmeden öğretmen olarak olayı çözseydi çok daha keyifli olabilirdi. (Emre istifa etmemiş miydi? Sonra nasıl ücretsiz izni bitirip okula döndü?)
6) Sondaki Volkan sürprizini sevdim.
Benim okuma zevkim için kurgu ve karakterler fazla abartılı. Ama bu türü sevenler için derinlikli kurguya sahip, okurken çeşitli şeyler öğrenebileceğiniz bir kitap.
2021 Kristal Kelepçe Yılın Polisiye Romanı adaylarındandır.
Kurgu başarılıydı, tüm sorular cevaplandı. Lakin sonuna doğru biraz kaotik olmaya başladı. Bir tık daha az komplike olsa okurun daha rahat takip edeceği bir kurgu olurmuş. Nihan'ın Kurban Hoca ile münasebeti neymiş, anlayamadım.
Çok fazla kişi ve çok fazla isim var. Bir noktadan sonra birbirlerine karışmaya başlıyorlar. Özellikle N harfi ile başlayan isimlerin özel bir amacı var mıydı merak ettim: Nursel, Nurullah, Naci, Nihan, Numan, Nadir, Nurzat, Narmanlı... Bu isimleri okurun karıştırması çok normal, zira yazar kendisi de karıştırıyor. Nurullah Ziya'nın Nurettin Ziya olduğu yerler, Nihan'ın Nihal olduğu yerler var. Ayrıca Ali'nin karısının ismi Nursel mi yoksa Ceylan mı, onu da anlayamadım.
10'dan fazla 'de' bağlacı yazımında hata saydım. "İmdat'ta Elif'i haklı buldu." gibi. Bunlarla birlikte - kronik sorun seviyesinde olmamakla birlikte - özne-nesne-yüklem uyumsuzlukları var. Sonraki baskılarda redaksiyonda düzelebilir.
Elif Yılmaz, İmdat ve çetesinin ana kurguya ciddi bir katkısı olmadığı kanaatindeyim. Daha önce Ali ile bu ekibin birlikte bir macerası olmuş diye anlıyorum. O macerada birlikte oldukları için bu macera da birlikte olmaları istenmiş diye düşündüm. Veya bundan sonrası için mi böyle bir niyet var?
Hepsi bir yana, güzel yazılmış bir roman olduğunu söylemem lazım. İstanbul'u bize yaşatmayı hedeflemiş ve bence çok iyi başarmış. Sahneler gözümde canlandı. "İstanbul Polisiyesi" ibaresini kullanmış ve hakkını vermiş. Hoş imgelemeler var. Karakterleri, iyisiyle kötüsüyle benimsedim. Konuşmalarını ve davranışlarını doğal buldum.
En hoşuma giden kısmı, 'police procedural' bir kurgu olmasına rağmen, tıpkı bir altınçağ polisiyesi gibi Ali'nin kitabın sonunda herkesi bir odaya doldurarak olan biteni açıklaması oldu. Neticede Zafer ailesinine odaklanan, klasik polisiye tarzı bitirişi sevdim. Ancak Ali'nin en sondaki tutumunu, kitap boyunca sergilediği adalet anlayışıyla bağdaştıramadım.
2021 yılının iyi örneklerinden bir tanesi olduğunu düşünüyorum. Keyifle okudum.
2021 Kristal Kelepçe adayları arasında okuduk.
James Bond Türk olmuş :) Yunancayı hocadan öğrendiği halde Yunanlıların ayırt edemeyeceği kadar mükemmel konuşmasını mı yazayım, yoksa dört dil daha biliyor olmasını mı? Q'nun Türk versiyonundan temin ettiği yüksek teknolojili giysilerini mi, yoksa kadınların kendisine olan hayranlığını mı...
'Akrep' bir yandan Türk değerlerine bağlı bir karakter olarak resmediliyor. Fakat kendisine gece uçuşu ayarlamak için kendisiyle yatmak isteyen hostes ile 'görev icabı' birlikte olmakta, yani kendisini kullandırtmakta hiçbir sakınca görmüyor. Ve hatta bu macerasını klişe bir maço övünmesiyle 'kontrol bendeydi' diyerek anlatıyor. Merak ettim, MİT ajanı ana karakterimiz kadın olsaydı, yazarımız karakteri aynı 'göreve' gönderecek miydi? Ama zaten kitaptaki hiçbir kadın karakterin (ister ana karakterin sevgilisi olsun, ister maceranın içindeki fahişeler olsun) rolü birileriyle yatmaktan öteye geçmedi maalesef.
Türklüğün yüceltildiği bir roman olmakla birlikte; abartıya kaçıldığını da belirtmek lazım. O kadar ki bir CIA ajanı bizim ajanımızı 'efendisi' olarak görmekte. Hele şu İngiliz sınırındaki diyalog çok eğlenceli:
"Siz Türk müsünüz?" diye soran görevliye kızmıştı.
"Türk oğlu Türk'üm. Pasaportta başka bir şey mi yazıyor?"
"Lütfen soruma cevap verin, yoksa karışmam."
"Okuman yazman var mı?"
Afallamıştı İngiliz havaalanı görevlisi...
"Vaaar. Ne olacak?" diye sordu kekeleyerek.
"O pasaportta İngiltere Konsolosluğunun vizesini görüyor musun?"
Görevli başa çıkamayacağını anlamıştı.
Türkçe doğru kullanılmakla birlikte 'edebi' öğelerden yoksun bir metin. Betimleme, imgeleme, metinlerarası gönderme, psikolojik analiz vb. bulunmuyor. Olayların anlatıldığı ve diyalogların birbirini izlediği bir metin.
Kurgu fantastik: Türklere saldırmak üzere Rus Mafyasından yasadışı füze alınıyor. Rus mafyasının hapisten kaçan tetikçisinin kitabın sonunda Türk dostu ahlaklı sevimli karaktere dönüşmesini yadırgadım. Kim kullanacak füzeleri, kim saldıracak Türklere? Füzeleri alanlar terör örgütü mü yoksa Yunan devleti mi? Yunanistan Türkiye'ye gizlice füze mi atacakmış? Yunan devleti ise neden yasadışı alışverişle alıyor? Bugün Yunan devleti füze almak istese, tüm devletlerden parasıyla alır.
Uluslararası istihbarat, benim çok okuduğum ve sevdiğim bir janrdır. Gerçekçi olduğu sürece. Ha, gerçekçi olmak zorunda mı? Değil tabii. Bu şekilde de seven okurlar vardır.
Kitabın sonuna Atatürk, şehitler ve gaziler için saygı duruşunda bulunulması en sevdiğim kısmı oldu.
2021 Kristal Kelepçe Yılın Polisiye Romanı Ödülü adaylarından.
Bu kitabı ilk yarısı ve ikinci yarısı olarak ayırarak yorumlayacağım.
İlk yarıyı çok beğendim, heyecanlı, sürükleyici, bir 'page-turner'. Ayrıca kapakta yazıldığı gibi 'Öykü'nün ebeveynlerinden intikamı' gibi yüzeysel bir konu da değil, daha derinlikli bir kurgu var. İyi bir gizem ve olayı araştıran sağlam bir karakter ('sleuth') içeriyor.
Fakat ilk yarının sonunda, Enez'deki eve girildiği anda bütün polisiye gizem çözüldü. Okurun aklında merak edilecek hiçbir şey kalmadı. (Sandy'nin nerede olduğu dışında. Kimin ne yaptığını ve neden yaptığını öğrendikten sonra bu, okur için çok tali bir gizem. Elbet bir yerden çıkacaktı Sandy.) Her ne kadar emekli polisimizden bir dedektif olarak çok hoşlandıysam da, olayın çözümünde başarısı olduğunu söyleyemiyorum. Olay kahramanımızın araştırması veya akıl yürütmesiyle değil, tesadüfen karşılaşılan iki kişinin anlattıklarıyla (eski eş ve taksici) kendiliğinden çözüldü.
Geriye sadece 'nasıl' sorusu kaldı. O da makul-kısa bir bölümle cevaplanabilirdi. 'Nasıl' sorusunun cevaplanması kitabın tüm ikinci yarısını kaplayınca (neredeyse 150 sayfa) itiraf edeyim ki sıkıldım. Merak unsuru kalmadı, tempo düştü. Öykü, Sandy ve Nedyalko arasındaki konuşmalar, herkesin birbirine yemeğe gitmesi, telefonla aramalar, açmalar-açmamalar... Neticede ne olacağını bildiğimiz bu geçmiş, gün gün anlatılmasa da olurdu diye düşünüyorum.
Diğer taraftan, kitabın sonunda 'Franny'nin neye gönderme olduğuna dair çok hoş bir açıklama var. Sırf bunun için bile sonuna kadar okumaya değer!
Türkçe hatasız. Dil akıcı. Mekanlar ve atmosferler insana 'oradaymış' hissi veriyor. İlk fırsatta gidip Nesebar'ı göresim geldi. Mekanların o kadar içine götürdü roman beni. Çiğdem Dönertaş bu konuda çok başarılı.
Neticede grubun beğendiğim romanlarından birisi
Mutlaka okunacaklar listesinden bir kalem daha sildik çok şükür. Suç ve Ceza'nın Amerikan versiyonu dersek abartmayız. Ayrıca suç edebiyatı tarihinin gelmiş geçmiş en iyi kurgu fikirlerinden!
Kurguyu biliyorsunuz:
SPOILER
Bruno ve Haines trende karşılaşır ve sohbet ederler. Bruno babasından nefret etmektedir, Haines de karısından kurtulsa fena olmayacak durumdadır. Bruno mükemmel bir fikir üretir (ki bu fikir, aynı zamanda mükemmel de bir kurgu fikridir - tüm suç edebiyatı ve film camiaları yıllarca ekmeğini yediler bu fikrin). Bruno ve Haines birbirlerinin 'sorun'larını öldürecekler ve böylece cinayet sırasında farklı yerlerde farklı insanlarla olduklarını kanıtlayarak şüpheden uzak kalacaklardır. Haines bu fanteziye fazla prim vermeden hayatına devam eder. Fakat Bruno bu sözlü sohbeti anlaşma kabul eder ve gerçekten Haines'in karısını öldürür. Haines yeni hayatına polis soruşturması bulaştırmamak adına, Bruno'nun katil olduğunu anladığı halde hiçbir şey söylemez. Bundan sonra Bruno'nun psikolojik işkenceleri başlar. Bu psikolojik yıpratma başarılı olur ve Haines sonunda gerçekten Bruno'nun babasını öldürür. Kurgu burada tamamlanıyor. Sonrası, tamamen Suç ve Ceza. Aynı Raskolnikov gibi Haines de vicdan azabı içinde kıvranır. Bruno da daha iyi durumda değildir, iyice alkole boğulmuştur. Niketim kitabın sonunda gerçekten boğulacaktır. Haines o kadar sarsılmış ve yıpranmıştır ki, sonunda her şeyi itiraf eder.
SPOILER BİTTİ
Bu hikayede bir dedektifimiz de var. Fakat dedektifin rolü katilleri yakalamayı kapsamıyor. Aslında dedektif olayı çözüyor fakat sonuca kendiliğinden gelişen bir itirafla varıyoruz.
Mükemmel yazılmış bir roman. Highsmith vicdan azabını kusursuz resmediyor - Dostoyevski'den aşağı kalır yanı yok vallahi. 1950'lerin Amerikasında güney eyaletlerin yaşam tarzının çok gerçekci ve güzel bir tasviri. Adeta film izliyormuşum gibi.
Hitchcock'un bunu okur okumaz filme dönüştürmeye karar vermesine şaşmamak gerek. E şimdi filmi izlemek de farz oldu!
2021 yılı Kristal Kelepçe Yılın Polisiye Romanı adaylarındandır.
Bu kitabı ilk okumaya başladığımda, "Her sezon genç kızlara yönelik, Amerikan özentisi, yabancı isimli bir ergen romanı oluyor. Bu seneki de bu demek ki," diye düşündüm. Okudukça bu düşüncem - %100 değilse de - epeyce değişti.
Birkaç bakımdan önceki sezonlardaki ergen romanlarından pozitif ayrışıyor bu kitap:
1) Genç kızımız Etna kitabın ilk yarısında KOD ismindeki yazılımın ağına, ikinci yarısında ise terör örgütünün ağına düşürülüyor. Ergen çocukların nasıl kolay ağa düşürülebileceğini, çok da akla yakın ve olası bir şekilde gösteriyor. Ergen annesi olarak canım sıkıldı resmen! Neticede her şey silsile olarak yerli yerine oturdu kurguda. (Peki, bu kurgu polisiye mi? Tartışırız. Uzaktan bir janr olabilir, diyorum.)
2) Kitabın ilk yarısında yabancı isimlere özenildiğini düşünmüştüm, fakat ikinci yarısında aslında var olmayan bir coğrafyaya (çünkü bu coğrafya dünya üzerinde herhangi bir yer de olabilirdi) atıfta bulunulduğunu varsayarak bu tuhaf isimleri anlayışla karşılamaya başladım. Aslında Ayşen Gencer global bir sorunu bizlere göstermek istiyor. (Yine de olmayan bir coğrafyada Türk kahvaltısı yapılması vb. unsurları yukarıdaki tercihle uyuşmadığı için eleştireyim. Eğer olmayan bir coğrafya söz konusuysa, Ursula LeGuin misali, olmayan alışkanlıklar yaratmak lazımdı.)
Kitabın Türkçesinde hata görmedim. Bu bakımdan kıymetli buluyorum.
İlaveten Ayşen Gencer romanın yanında bir de klip çekmiş. Sanatın farklı formlarının birlikte kullanılması ve sanatın çok boyutlu sunumu bakımından, yerli polisiye için deneysel bir yenilik olduğunu düşünüyorum. Böyle bir yeniliğe cesaret ettiği için kendisini tebrik ederim.
Romanı beğendim mi? Her şeye rağmen benim okuma zevkim için fazla 'ergen' kaldı.
Son not: 18 yaşını doldurmamış genç kızımızın kendisine 'tecavüz edilmesini istediği' bir cinsel fanteziyi ballandırarak anlatmasını sorumlu yazarlığa aykırı buluyorum. Özellikle de bir kadın yazarın bu konulara dikkat etmesi gerekir.
2021 Kristal Kelepçe Yılın Polisiye Romanı Adayıdır.
Bu kitabı tahmin ettiğimden daha çok beğendim. Tuna Kiremitçi kalem-klavye kullanmayı iyi biliyor. Bu bakımdan söyleyecek söz yok. İlaveten ilk polisiyesinde gerçekten iyi bir polisiye yazmış. Köklü bir lisenin içindeki altı kişilik zorba çetesi 'Melekler' yıllar sonra teker teker öldürülüyor. Kurgu iyiydi, tutarlıydı. Polisin çözümdeki katkısı yerli yerindeydi. Zevkle okudum.
Kitapta en çok hoşlandığım kısım karakterlerin çok gerçek yansıtılmasıydı. Erkek yazarlarda sıklıkla karşılaştığım, 'kadın karakterlerin kadın doğasına aykırı hareket etmesi' sorunu bu kitapta hiç yok. Baş karakterlerin tamamının kadın olduğu bir romanda kadınlar ancak bu kadar doğal, bu kadar gerçek yansıtılabilirdi. Perihan her hali, tavrı, söylemi ile son derece tutarlı bir karakter. (Hafıza kartını duvara fırlattığı kısmı hariç tutacağım. Bir tek o hareket Perihan'a yakışmadı. O da nazar kestirir diyelim.)
Okul ve içindeki ağır atmosferi film izliyormuşum gibi gözümde canlandırdım.
Neslihan'ın sorgusu sırasında "ay konu yine illa tecavüze gelecek" diye endişelendim. Neyse ki Tuna Kiremitçi bu klişeye kaptırmadı kendisini. Büyük alkış!
Çok hoşuma giden benzetmeler vardı. Sayfa 210'daki Migros torbaları taşıyan beyaz yakalı aile aynı bize benziyordu mesela :)
Şuraya takıldım: Kurbanların mason olduklarını nereden anladılar, onu hiç anlayamadım. Ben bugüne kadar mason olduğundan şüphelendiğim kimsenin gerçekten mason olup olmadığını öğrenemedim. Ve hiçbirisinin masasında da mason rozeti görmedim :)
2021 senesinde Kristal Kelepçe'de benim başka bir favorim vardı. Eğer o kitap olmasaydı benim için en yüksek puanlı kitap bu olabilirdi.
2021 Kristal Kelepçe Yılın Polisiye Romanı Adayıdır.
Bu roman Serdar Uzunyol'un önsözde de belirttiği üzere, gerçek hırsızlık olaylarından esinlenerek yazdığı bir eser. Adana'da tünel kazılarak soyulan bir kuyumcunun kasasından 60 kg altın çalınınca kuyumcu ortalığı ayağa kaldırıyor. Ankara'dan Hırsızlık Büro ekiplerini Adana'ya göndertecek kadar. Ekipler önce Gürcü şüphelilerin peşine düşüyorlar, sonra başka şüphelilerin...
Serdar Uzunyol anlattığı konuyu ilk elden bildiği için, 'police procedural' tabir edilen gerçek polisiye süreçler bakımından çok öğretici bir kitap bu. Yerli polisiyelerde nasıl yanlışlar yapıldığını (polisiye yazarları olarak bizlerin yaptığını) görmek için meslek erbabı polisiye yazarlarımızı daha sık okumamız lazım.
Ben de kamu süreçlerini ilk elden bilen birisi olarak yazacağım: İki milletvekili tanıyan bir müteahhidin (bunlardan on binlerce var) emniyet üzerinde yaptığı baskı çok abartılı. MİT müsteşarının kardeşi sanki! O kadar ki; bizim komiser illerin savcılıkları nezdinde işlemlerin hızlandırılması için kendi amirleri yerine kuyumcuya ricada bulunuyor. Emniyet teşkilatını güçsüz gösteren bir mesaj. Benzer durum romanın girişindeki gerdanlık olayında da var. Mağdurun babası emekli bürokrat olunca elit ekip geliyor. Ama eğer babanız bürokrat değilse, size elit ekip gelmeyecek, “Ohoo senin gerdanlık gitti, gelmez!” diyen vardiya memuruyla muhatapsınız. Mesaj bu mu olmalı? Sözün kısası, kitabın genelinde hâkim bir 'Ankara/yukarıdan sıkıştırıyorlar' vurgusu var. Evet Ankara diye bir gerçek var, ama kurumlarımız bu kadar altında ezilmiyorlar.
Kitapla ilgili en temel eleştirim, öykülemenin zayıf olması. Kitabın ilk yarısında Amerikan dizi kanallarındaki 'gerçek suç belgeselleri’nden birisini izliyormuşuz gibi hissettim. Bu iyi bir şey olurdu, eğer belgesel izliyor olsaydık. ‘Roman’ okuyacaksak durum farklı. ‘Polisiye’nin öncelikle ‘edebiyat’ın bir alt türü olduğunu, 'edebiyat'ın ise olayları arka arkaya sıralamaktan ve insanları konuşturmaktan ibaret olmadığını hatırlamak lazım: betimlemeler, karakter analizleri, imgelemeler, metinlerarası göndermeler, anlam sanatları, söz sanatları, benzetmeler... Edebiyatı edebiyat yapan, insana okuma zevki veren bunlar.
Kitabın ikinci yarısında öyküleme biraz başladı, sona doğru arttı. Bu sayede ikinci yarıyı ilk yarıya kıyasla daha zevk alarak okudum. Serdar Uzunyol ilk romanının hem önsözünde hem de sonunda, maceranın ikinci kitapta devam edeceğinin sinyalini veriyor. İkinci kitap için işin 'öyküleme' ve 'edebiyat' kısmına ağırlık vermesini önereceğim. Başarılı olacağına inanıyorum.
Kitabın tüm aday romanlar arasında en öne çıkan özelliği, bir romanın polisiye olması için illa 'cinayet' anlatmak zorunda olmadığını, hele hele 'seri katil' işlemek zorunda HİÇ olmadığını tüm okurlara göstermesi! Serdar Uzunyol'a bana farklı bir şey okuma fırsatı sunduğu için teşekkürler!
Louis Penny (28 )
Laura Lippman (14 )
Michael Connelly (14 )
William Kent Kruger (13 )
Rhys Bowen (12 )
Hank Phillippi Ryan (8 )
Val McDermid (8 )
Margaret Maron (8 )
Dennis Lehane (8 )
Janet Evanovich (7 )
Robert Crais (7 )
Reed Farrel Coleman (7 )
Sharyn McCrumb (7 )
S. J. Rozan (7 )
Jane Harper (6 )
Julia Spencer-Fleming (6 )
P.D. James (6 )
Nancy Pickard (6 )
Alan Bradley (5 )
Patricia Cornwell (5 )
Laurie R. King (5 )
S. A. Cosby (5 )
Başak Yayınevi 1966 yılında "İnsan İki Kere Yaşar" adıyla bastığı kitabı 1973 yılında "Sen Yaşa Bırak O Ölsün" adıyla basmış.kitabın orjinal adı da yanlış. Adı
"You Only Live Twice" olması lazım.
Beni Seven Casus JAMES BOND: 8
Tay Yayınları
Bu kitabın çevirmeni olan İsmail Orkun Ülkü tamer'in takma ismidir. Tamer bu kitabın hikayesini şöyle anlatır;
"Çevirmenliğe yeni başladığım zamanlardı. Fakülte kantininde edebiyat
sohbetlerinden kalan zamanımda Ezra Pound'lar, T. S. Eliot'lar çeviriyordum.
Ama bu çeviriler para getirmiyordu.Bana üç-beş kuruş kazandıracak
birşeyler yapmalıydım. Vatan gazetesine bir öneri götürdüm. Gazetenin
o zamanki yöneticisi Naim Tirali'ye Agatha Christie'nin Üç Perdelik
Cinayet romanını çevirmek istediğimi söyledim. Naim Tirali, "Yarın başlayalım,
dedi. Roman, gazetede "tefrika" edilecekti. O gün gazetede bir masaya
ilişip kitabın ilk iki sayfasını çevirdim. Üç Perdelik Cinayet ertesi gün
Vatan'da yayınlanmaya başladı.
Her gün kitaptan birkaç sayfa çevirip gazeteye götürüyordum artık.
"Tefrika" sürüyordu. Bir gün Naim Tirali gazetede beni yakaladı. "Aman,"
dedi, "romanı dört günde bitir."
"Nasıl olur?" dedim.
"Gazeteyi kapatıyoruz. Daha doğrusu, Ankara'ya taşıyacağız. Romanın
dört gün içinde bitmesi gerek."
Daha kitabın yansına bile gelmemiştik. Üstelik polisiye bir romandı
bu. Ölecek kimseler vardı. Katilin bulunması vardı.
"Birşeyler yap," dedi Naim Tirali.
Çaresiz, " Peki," dedim. "Ama bundan sonraki bölümlere adımı
koymayın."
Oturdum. Kitabın ikinci yansını bir güzel özetledim. "Filanca öldürüldü
... Katil de meğer falancaymış" gibilerden ...
Bir süre sonra bir yayıncıyla tanıştım. Kaldırımlarda satılan ucuz
"piyasa kitapları" yayınlıyordu. Çeviri yaptığımı öğrenince, "Sende bize ya-
rar bir şey var mı?" diye sordu. Üç Perdelik Cinayet geldi aklıma."Agatha Christie'nin bir romanı var," dedim.
"Kim o?" dedi.
Raftaki bir kitabı gösterdim:
" Siz onun bir kitabını yayınladınız ya."
" Haa," dedi. "Aga Kristina. İyi yazardır. 300 lira veririm."
Güzel para! Romanın Vatan'daki serüvenini anlattım. " İkinci bölüm
özetlenmiştir," dedim.
"Mühim değil," dedi.
"Kendi adımı da koymam. Çeviren İsmail Orgun diyelim."
" Mühim değil. Yalnız kitabın adını değiştirelim. Sen bir ad söyle."
Romandaki kişiler, içkiye katılan zehirle öldürülüyorlardı. Kadehteki
Ölüm adını önerdim. "Peki," dedi. Tokalaştık. Paramı aldım. Kapıdan çıkarken,
"Bir dakika," diye seslendi. Döndüm.
"Yahu," dedi, "ölüm, kadehin içine girer mi! Biz şuna Kadehteki
Zehir diyelim."
"Ne isterseniz yapın," dedim.
Birkaç ay sonra bir kaldırım sergisinde Aga Kristina'nın Kadehteki
Zehir'i ilişti gözüme. Hemen bir tane aldım. Yalnız kitap beklediğimden
kalındı. Pek olacak şey değildi bu. Öyle ya, ikinci yansı özetlenmişti.
Sayfaları çevirdim. Roman, kitabın yansında sona eriyor, yeni bir
yapıt başlıyordu:
Helen Keller'in Meraklı Hayat Hikayesi"
Ülkü Tamer(2010) Yaşamak Hatırlamaktır, 4. baskı, İstanbul:Kitap yayınevi, s.126-127.
2021 Kristal Kelepçe Yılın Polisiye Romanı adaylarındandır.
Taksonomik olarak bu kitabı nereye yerleştireceğim konusunda kafa karışıklığı yaşadım. 'Polisiye' ailesi altında 'erotik polisiye' alt türü olarak mı sınıflandırsam, yoksa 'erotik roman' ailesi altında 'polisiye konulu' alt tür olarak mı?
Velhasıl romanın başında yaşadığım, "Başkomiser kovboy çizmesi, deri ceket giyip tek tabanca ortalıkta dolaşmaz, ekip yönetir," veya "Soruşturmanın başı savcıdır, polisleri savcı görevlendirir," ya da "Polisler savcıları azarlayamazlar," gibi eleştirilerimi roman ilerleyince kenara koydum. Zira ortada gerçekçi bir 'police procedural' yazma gayesi yokmuş, sonradan anladım. Amaç erotizm dekoru yaratmakmış. E her polisiye gerçekçi olmak zorunda mı? Değil tabii.
Adeta bir Amerikan korku filmi dekorundan oluşmuş kasabadaki herkes, polislerimiz dahil, her türlü cinsel deneyime açık görünüyor. Erkek pornografi izleyici kitlesinin genel geçer tüm favori fantezilerine yer verildiğini zannediyorum. Checklist yapılmış, listedeki her şey eklenmiş. Dantelli tangayı Kızılay dağıtmış, giymeyeni dövüyorlar. Meraklıları okusun. Seks satar derler; muhtemelen satar.
Ve fakat, okurda arzu yaratmak üzere betimlenen Sıla'nın, çocuk yaşta yetişkin erkeklerle birlikte olmasının bu 'arzu yaratma' betimlemesine konu edilmesine itirazım var. Ortalık çocuk tacizi, kadına şiddet diye yıkılırken yazarlarımızı sorumlulukla hareket etmeye davet ediyoruz.
2021 Kristal Kelepçe Yılın Polisiye Romanı adayları arasında olan bu kitap, yılın En İyi İlk Polisiye Romanı ödülünü de evine götürdü.
2021 yılının bazı adaylarının yazarlarını, 'roman' denen olguyu olayları sırayla anlatmak ve diyalog yazmaktan ibaret sandıkları için eleştirmiştim. Kitapların içlerinde 'edebiyat' yok demiştim. Dilruba Yıldız kalemi kuvvetli bir yazar olarak, bu eleştirilen olgunun tam tersine uygun bir roman ortaya koyuyor. Dilruba Yıldız belli ki 'edebiyat' nedir, biliyor. Amma ve lakin, bu sefer de kullanılan dili biraz 'fazla şiirsel' buldum. Dil kaygısı tempoyu düşürüyor yer yer.
Yine bir 'çocukluğunda tacize uğramışların intikam cinayetleri' kurgusu. 2021 yılı adaylarının yarıya yakınında bu tema var.
Kurgu çok iyi olmakla birlikte bazı sorularım cevapsız kaldı. SPOILER --- 1) Madem Lerzan katilin adaletine hak verecek ve onun kaçmasına göz yumacaktı, neden peşine düştü de günlerce kendi kendisine soruşturma yaptı? 2) Altay neden ilk cinayetin koordinatlarını Feryal'e verdi? 3) Adnan'ın yazlığı konusu ve Feridun'un motivasyonu aklıma oturmadı. SPOILER SONU.
318. sayfada Altay'ın kadınlara verdiği mesajı çok beğendim.
Kitabın içinde kıssadan hisseye minik öykülere yer vermiş Dilruba Yıldız. Bunlar da hoşuma gitti.
Genç ve kuvvetli bir kalem. Geleceği parlak. Umarım yazmaya ve polisiye yazmaya devam eder.
Kurt Wallander serisinin üçüncü kitabı bu, yanlış bilmiyorsam. Riga'nın Köpekleri'nden sonra Wallander yine İsveç dışında bir coğrafyayı ilgilendiren bir maceraya dahil oluyor.
Mankell, Afrika'nın muhtelif coğrafyalarında yaşarken buralardaki ırkçılık sorunlarını kendisine mesele edinmiş. Hollanda kökenli - ve ırkçı olarak resmedilen - Güney Afrika etnik grubunun (Afrikaner) Güney Afrika'yı kendi yönetimlerinde tutmak için çevirdikleri uluslararası komplolar İsveç'e kadar uzanıyor. SPOILER --- Mandela'yı öldürtmek isteyen derin devlet uzantıları, Afrikalı bir kiralık katili eğitmek üzere İsveç'e gönderirler. Burada onu eğitmekten sorumlu eski KGB ajanı yol soran bir kadını vurunca işler karışır. ---- SPOILER BİTTİ. İsveç'te sıradan bir ev kadınının infaz tipi öldürülmüş olarak bulunması neticesinde Wallander da kendisini bu komplonun içinde bulur.
Riga'nın Köpekleri'ni ne kadar zevkle okuduysam, bu kitaptan bir o kadar sıkıldım. Zorla bitirdim dersem yanlış olmaz vallahi. Kitabın yarısından fazlası bambaşka karakterlerle Güney Afrika'da geçiyor ve bu kısımlardaki karakterler ve öykü, basit teknik bir bağlantı dışında okura hitap edecek şekilde entegre olamıyor. Wallander kitabın yarısından fazlasında hiç yok. Olan kısımlarda da adeta James Bond'a veya Bourne'a dönüşmüş.
SPOILER --- Ailemizin İsveç'li kasaba polisi, adam vurup kendi ekibinden mi kaçmadı, kiralık katil mi saklamadı, sahte pasaport mu basmadı... neler neler... Kitaptaki eski KGB ajanı da saçmalamakta Wallander'den geri kalmadı. Getto serserisi gibi elinde tabancayla sokakta araba kovalamacalarına katıldı, milletin içinde göstere göstere polis vurdu, köşedeki bankayı soydu. Başka işi gücü yokmuş gibi Wallander'i kendisine rakip belledi, gitti kızını kaçırdı. Yok daha neler! SPOILER BITTI.
Tema fikir güzel ama uygulama yavan olmuş. Wallander ve Rus, basit Hollywood şablonlarına dönüşmüşler. Üzdü.
2021 Kristal Kelepçe Yılın Polisiye Romanı Ödülü adayları arasında okudum.
'Cozy' şablolunun yerli polisiyeye iyi bir uyarlaması olmuş:
- Karakterlerin roman başında tanıtılması,
- Yaşlı kızlar, genç kadınlar, sevimsiz kocalar ve meraklı ihtiyarlardan oluşan karakter portföyü,
- Kahve içinde karıştırılmış zehir,
- Ana karakter tarafından olayın çözümünün herkese izahının herkesin bir arada bulunduğu salonda yapılması
gibi 'cozy' öğeler ihmal edilmemiş.
İlaveten, bir çok 'cozy' denemelerinde gördüğümüz kronik 'yerlileşememe' sorunu bu romanda hiç yok. Sokak bana Ayrancı'nın veya Esat'ın bir sokağı olabilirmiş gibi hissettirdi. (Gerçi öykü Ankara'da geçmiyor, neyse.) Karakterler de apartmandaki komşularımızdan farklı değillerdi. Funda Menekşe bu bakımdan çok başarılı bir iş yapmış.
Romandaki feminen aurayı biraz fazla buldum. Kadın bakış açısıyla, kadın beğenisine yönelik, kadın karakterlerin erkek karakterlerden daha derinlikli işlendiği, kadınların günlük meşgalelerinin yoğun olduğu, kadın kadın... Benim hoşuma gitti ama erkek okurlara aynı derecede hitap etmeyebilir - yine de kendilerine sormak lazım.
Barış karakteri, kadın gözüyle idealize edilmiş, kadın hülyasına uygun bir 'mükemmel erkek'. 'Too good to be true.' Yok böyle bir erkek. Aristo'nun idealar dünyasındaki farazi 'erkek'i yakaladığı için bize Ferda'yı tebrik etmek düşüyor :)
Ana karakterin ağzından anlatılan romanda karakterin kendisine yazdığı mektuplara gerek olmadığını düşündüm: Dış ses tarafından anlatılan kurgularda mektuplar, karakterin aklından geçenlerin okura aktarımı için işlevseldir, fakat burada böyle bir ihtiyaç yok. Anlatılar ve mektuplar arasında dil ve üslup farkı da yok.
Dil akıcı, Türkçe hatasız. Keyifle okunuyor. Tüm 2021 adayları arasında beğenerek ve severek okuduğum kitaplar arasında yerini aldı. 'Cozy' severlere öneririm.
Dipnot: 'Cozy'nin Türkçe karşılığı olarak 'rahat' kullanımı empoze edilmeye çalışılıyor bir süredir. Doğru bir çeviri değil. Daha iyi bir karşılık bulunana kadar tırnak içinde ve İngilizce yazmayı sürdüreceğim. Çuvaldızı kendimize de batıralım, 2005 yılından beri Cinairoman komünitesi olarak polisiyenin terimlerinin Türkçe karşılıklarını arıyoruz. 'Cozy'e uygun bir şey bulamadık, ortalık boş kaldı :)
Bu kitap, 2021 Kristal Kelepçe Yılın Polisiye Romanı Ödülü adaylarındandır.
Ayşe Erbulak harika bir şey yapmış! Nordic polisiyesi ile yerli polisiyeyi birleştirmiş. Bir alana iki polisiye atmosferi birden! Nordic polisiyelerinin karlı-kışlı, metrekareye asgari insan düşen mekanlarda geçen buz gibi havasını harika yansıtıyor Norveç'te geçen kısımlar.
Bazı kısımlarda biraz tekrarlar var. Misal Ali ile Ela'nın geçmişte neler yaşadıklarının öyküsü, her ikisi için birden fazla sefer anlatılıyor. Fakat genel olarak çok severek okudum. Cinayet A.Ş. fikri güzel. Ücretler az geldiler bana :) Yine de bu işi parayla yapanlar - ne kadar acıdır ki - muhtemelen çok daha ucuza yapıyorlar bu işi gerçek hayatta.
BOTOX üzerine roman yazmış birisi olaraktan bendeniz, BOTOX kısımlarını okumaktan ayrı bir keyif aldım.
Polislerin olaya katkısı enteresan oldu. SPOILER ---- Polisler olayı kimin yaptığını anladılar ve fakat ispatlayamadıkları için olayı çözememiş oldular. Peki acaba polislerin Cinayet A.Ş.'nin peşine düşeceği bir devam romanı düşünür mü Ayşe Erbulak? SPOILER bitti ----
2021 Kristal Kelepçe Yılın Polisiye Romanı adaylarındandır. 2021 senesinin iyi örneklerinden bir tanesi.
Elif Gümüş'ün Türkçesi iyi, anlatımı akıcı. Redaksiyonun gözünden kaçmış ufak tefek hatalar var. Olumsuzluk hataları veya maktul kelimesinin hem 'u' hem de 'ü' ile yazıldığı arka arkaya birden fazla durum gibi. İlk karşılaştığımız down sendromlu çocuğun ismi Fırat, Furkan ve Faruk arasında gidip geliyor. Hepsi ikinci baskıda düzelebilir.
Elif Gümüş çok iyi bir kurgu yapmış. Tüm sorular cevaplanıyor, her şey yerli yerine oturuyor. Komplike kurgu yapacağım diye aşırıya kaçmamış, tadında bırakmış. Keyifle okunuyor, sonunun sürprizi ayarında. Beğenerek zevkle okudum.
Tek kafama takılan şiir oldu. Kurbanlar her nasılsa şiire uygun seçilmiş. Şiir kurbanların en baştan dizelere uygun seçilmesini ve hatta kurban sayısının da önceden planlanmasını gerektirir. Halbuki katilin böyle bir planlaması olmadığını, kurbanlarını rastladıkça seçtiğini öğrendik.
Karakterler iyi işlenmişti. Sonay, Renan, Yiğit, hepsini benimsedim, sevdim. 2021 yılının en beğenilen Kristal Kelepçe adaylarından birisi oldu neticede. Yerli polisiyeyi yakın takip etmeyen ve öneri isteyenler oluyor. Bu kitabı öneriyorum.